Bu sorunun cevabını vereceğim. Ama öncelikle yazı dizisine nasıl ve neden başladığımı anlatmak isterim.
‘Cemaat 15 Temmuz’un neresinde?’ başlıklı yazı dizisi, aylarca süren titiz bir çalışma ve anlama gayretinin neticesinde doğdu. Aralık ayından bu yana 15 Temmuz’la ilgili analizler yazıyor, sorular yöneltiyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, MİT Müsteşarı Fidan’ı, Genelkurmay Başkanı Akar’ı, kuvvet komutanlarını, Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’yı muhatap alan soru işaretlerini sıralıyorum.
Son olarak 15 Temmuz’un MİT orkestrasyonunda sahnelenmiş bir organizasyon olduğunu; doğası gereği darbe girişiminin akşam saatlerinde başlayacak şekilde tertip edildiğini ve dolayısıyla erkene çekme diye bir durumun olmadığı tezlerini ortaya attım.
Fakat bütün bu çerçeve içerisinde eksik bir parça vardı. “İyi de Cemaat bu işin neresinde kardeşim? Cemaate yöneltilmesi gereken hiç mi soru yok? Cemaat bağlantısı net olan bir çok asker bu kalkışmaya dahil olmuşken bunu sorgulamadan nasıl 15 Temmuz üzerine yazıp çizebilirsin ki?” soruları tüm sahiciliği ile karşımdaydı.
Hizmet Hareketi dışında neredeyse bütün Türkiye darbenin arkasında cemaatin olduğunu düşünüyorken, yabancı uzmanlar da ‘Evet, darbeyi Gülen Hareketi yapmadı ama Gülenci askerler de girişimde rol aldı’ tespiti yapıyorken bu alana hiç dokunmamak, görmezden gelmek, ‘mayınlı arazi’ muamelesi yapmak her şeyden önce meslek ahlakı ile bağdaşmayan bir durumdu.
Bir gazeteci olarak önce kendime, sonra mesleğime ve en nihayet bu mel’un hadise nedeniyle derin acılar çekmekte olan yüz binlerce insana saygım gereği bu sorgulamaya soyunmaya karar verdim. Bu benim için bir mesuliyetti.
‘TUZAĞA DÜŞÜRÜLDÜK’ DEMEK KURTARMAZ
“Tuzağa düşürüldük” argümanı tek başına her şeyi açıklamayacağı gibi sizi sorgulamadan da masun kılmaz. “İyi de niye tuzağa düştün? Bu denli uzun vadeli, devasa bir kumpası haber alabilecek ve bertaraf edebilecek bir mekanizma yok muydu? Var olduğu sanılan bağışıklık sistemi ne zaman, nasıl ve hangi tesirlerle çöktü?” sorularına verilecek cevapların, içeride nasıl bir enfeksiyon barındırdığını gördüğümde bu yazıları yazmanın kaçınılmaz olduğunu anladım. Kendi adıma söyleyeyim; yaranın üzerindeki sargı bezini kaldırdığımda içeriden baş gösteren kurtçukları görmek beni üzdü.
Evet, maalesef bu tarla da sürülmüş. Az ya da çok; ama sürülmüş.
Değilse, böylesi şeytani bir kumpasın içeriden işbirlikçileri olmadan başarılması imkânsız.
O halde yapılması gereken, bunun üzerini örtmek ve kafayı kuma gömmek midir? Bunu hiç konuşmayalım, sorgulamayalım ve ‘vardır bir hikmeti’ deyip geçelim mi? Bir düşünelim; bu en başta kimlerin işine gelir? Cezaevlerinde tamamıyla suçsuz yere inim inim inletilen on binlerce masumun mu yoksa tarlayı sürenlerin mi?
Yazdığım kitaplarda da savunduğum gibi, Türkiye maalesef bir aşiretler ve kabileler topluluğu. Hala bir millet olabilme hüviyetini haiz değil. Her sosyolojik cemaatin kendi yüksek duvarlarla örülü korunaklı kaleleri var. Kapılarımızın kalın sürgülerini çekip, ‘güven’ içerisinde yaşayıp gidiyoruz. Her kabile kendi inançları ve motivasyonları ile hareket ediyor; fikirleri ve bilgileri ile değil. Her kabilenin kahramanı, bir diğerinin haini; dolayısıyla ötekinin haini, berikinin de kahramanı. Her aşiret kendi ezberleri ve sloganları ile konuşuyor. Aykırı tek bir cümleyi duymaya kimsenin tahammülü yok.
YENİ BİR DİP DALGA
Haliyle, düşünme ameliyesi hep bir ‘üst mercie’ havale edildiği için; herkes vazgeçilmez bir konfor içerisinde. Yeni ve farklı her düşünce, sanki bir savaş borusu gibi teyakkuza geçiriyor müntesipleri. ‘Öteki’ne galebe çalma ve bazen de yok etme üzerine kurulu eylem planları. Bunu, Türkiye’nin bütün ‘kabileleri’ için söylüyorum. Bu iptidai vasat içerisinde ne sağlıklı bir tartışma ne de ilerleme mümkün. Türkiye her şeyden önce bu kabuğu ve kalın duvarları yıkmak zorunda.
Yalnız sabırsızlıkla kayda geçirmek isterim ki bu yazı dizisi beni bu konuda ilk kez heyecanlandıran ve ümitlendiren bir dip dalga ile tanıştırdı.
Nedir bu dip dalga? Cevabım, aynı zamanda başlıktaki sorunun da cevabını ihtiva edecek.
Fakat bu aşamada yazacaklarımın, diğer kabileler için bir anlam ifade etmeyeceğini, ben ne söylersem söyleyeyim “Yav he he” banalliği ile küçümseneceğini biliyorum. Bir önyargı ile değil, dışarıdan aldığım tepkilerdeki vasatlığa bakarak iddia edebiliyorum bunu.
‘KONTROLLÜ ÖZELEŞTİRİ’ Mİ?
Diziye başlarken “Cemaat ‘kontrollü özeleştiri’ yapıyor”, “Cemaat ‘kontrollü itiraflarla’ kendini aklamaya çalışıyor”, “Bunları Ahmet’e Cemaat yazdırıyor” klişe tepkileri ile karşılaşmayı göze alarak kolları sıvamıştım. Yanılmamak zaten bu işin kaderiydi. Öyle oldu.
Şaşırtıcı mı? Değil. 2013 yılında dönemin başbakanına sorduğum o 3 sorunun ertesi günü aldığım bir telefon, bu kabilelerin nasıl bir az gelişmişlik sendromu ile malul olduğunu çarpıcı bir şekilde göstermişti bana. AKP’nin en önemli isimlerinden birinin danışmanıydı arayan. Kısa bir hoş-beşten sonra kaçınılmaz olarak o soruya geldi muhabbet. “E tabii o sorunun arkasında başka merkezler olduğu için…” diye söze girdi Sayın Danışman. Tokat yemiş gibi oldum. “Nasıl yani? O merkezleri bir söyleyin de soruyu soran kişi olarak ben de öğreneyim” dedim. “E sen o sorunun normal bir soru olduğunu mu düşünüyorsun?” diye ekledi. Sanki soruyu soran ben değildim. Hani üçüncü bir kişi ile konuşurken böyle bir teori ortaya atarsınız da bizatihi sorunun sahibine karşı bu denli kendinden emin yargılarla hücum etmek ilginç gelmişti bana. Daha fazla uzatmadan, “Bak ağabey, o soruyu ben sordum. Arkasında tek bir telkin, tek bir tavsiye, tek bir yönlendirme yoktur” dedim. Nitekim haber müdürümüz evinde akşam yemeğine henüz oturmuşken TV’yi açtığını, o anda benim soru sormakta olduğumu ve aniden lokmaların boğazına oturduğunu anlatacaktı daha sonra. Genel yayın müdürümüz Ekrem Dumanlı da yarım saat kadar sonra arayıp, “Ahmet’çim dışarıdaydım, izleyemedim, arkadaşlar haber verdiler, bir soru sormuşsun, tebrik ediyorum. Aldığın cevap sakın moralini bozmasın. Arkandayız.” diye destek verdi. Ankara temsilcimiz Mustafa Ünal da (cezaevine selam olsun) maalesef daha sonra haberi olup beni tebrik edenlerdendi. Hiçbirinin böyle bir soru soracağımdan haberi bile yoktu. O danışmanın tepkisi de “Yav he he” tadında olmuştu.
Şimdi de farklı bir yaklaşım beklemiyorum.
Sadece tarihe not düşmek adına bunları kayda geçiriyorum.
Bu yazı dizisine dışarıdan en ufak bir telkin, tavsiye veya yönlendirme ile başlamadım.
7/24’ÜN TAVRI NE OLDU?
Aldığım tepkilere dönecek olursak…
Daha en başta, yazı dizisini büyük bir özgüvenle yayımlama kararlılığı gösteren gazetem ‘tr7/24’ün tavrı ile başlamak isterim.
14 Haziran’da yazdığım ‘O ihbar, 20.30’a gerekçe olsun diye mi yapıldı?’ başlıklı yazıyı, şöyle bitirmiştim: “Peki, bütün bu karmaşa içerisinde Gülen cemaati nerede yer alıyor? Hizmet Hareketi, 15 Temmuz’un neresinde? Bütün bu olaylar içerisinde hiç mi dahli yok? Buna da bir sonraki yazımda kendimce bir cevap vermeye çalışacağım.”
O gün site ve e-gazete yönetiminden tek bir kişi bile beni arayıp, “Bu da nereden çıktı? Bizimle istişare ettin mi ki böyle bir not düşmüşsün? Ne yazacaksın? Önce bir konuşalım. Yaz gönder, bakalım. Uygunsa yayınlarız” demedi. Kimse beni aramadı.
Şaşırdım.
15 Haziran’da, yazı dizisinin ilk bölümünü kaleme aldım. Yine tek bir tepki yoktu. Henüz olayın tarihçesi ve arka planı ile başladığım için Cemaati sıkıntıya sokacak bir husus olmadığındandı belki.
2.bölümü, “15 Temmuz akşamı darbeye kalkışan askerler onlar mıydı?” diye bitirdiğimde, bir sonraki bölümde suyun yavaş yavaş ısınacağı sinyalini veriyordum.
Yine hiç kimse aramadı.
Şaşırmaya devam ediyordum.
3.bölümü bitirirken “Bütün bu genel hatırlatmaları yaptıktan sonra artık bir sonraki yazıdan itibaren daha somut bir şekilde ‘Cemaat 15 Temmuz’un neresinde?’ sorusuna eğileceğiz.” dediğimde merakım da artıyordu. Ben de bir testten geçiyordum.
Fakat yine arayan olmadı.
Şaşkınlığım daha da artıyordu.
19 Haziran’da artık doğrudan Hizmet Hareketi’ne gönül veren kimi insanları rahatsız etme potansiyeli taşıyan konulara girmeye başladım.
Hayır, tepki gelmediği gibi o yazılar sitenin Twitter hesabında en radikal cümlelerle paylaşılıyordu. Bir yandan da Cemaatin her kesiminden şaşırtıcı derecede fazla destek mesajları alıyordum. Tepkiler çok olumluydu.
Artık sadece şaşkın değil, aynı zamanda heyecanlanmaya da başlamıştım.
Yeni bir durumla karşı karşıyaydım.
O andan sonra site yönetiminden hiçbir tepki gelmeyeceğini anladım.
Sanki aramızda gizli bir anlaşma varmış gibi ne ben e-gazete yönetimini arayıp bir şey söylüyordum ne de onlar beni arayıp “Yahu tamam yayınlıyoruz da bu daha ne kadar böyle devam edecek kardeşim, bari o konuda bilgi ver” diyordu.
Yazıların noktasına, virgülüne hatta bazı imla hatalarına dahi (gülücük) dokunulmadan aynen yayımlanıyordu.
İlk teması, e-gazete yayımlanmadığı için diziye ara verdiğimiz Ramazan Bayramı’nda sağladım. Nezaketen. Genel Yayın Yönetmenimiz Selim Gündüz Beyefendi, fıtık ameliyatı olmuştu. “Abi, sizi benim yazılar mı fıtık etti?” diye latife yapan bir mesaj attım kendisine. Bu aynı zamanda, dizinin en fazla rahatsızlık oluşturan 9. bölümünün ertesine denk geldiği için soğuk bir espri değildi. O bölüm, ‘TRT ve Digitürk’e götürülen sivilleri’ konu alıyordu. Doğal olarak Selim Ağabey’in tepkisini de ilk kez ölçebilecektim. Çünkü o günlerde bana da dolaylı yollardan bazı sert tepkiler ulaşıyor, yazılarıma son verilmesi için baskı kurulduğunu duyuyordum. (Bu arada en fazla bu bölümün birilerini rahatsız ettiğini, ‘Eşref’ kod adlı kişiden sonra bazılarının çok rahatsız olduğunu kayıtlara geçirmek zorundayım.) Acaba yazılar kerhen mi yayınlanıyordu? Aslında bütün site yönetiminde bana karşı homurtular mı yükseliyordu?
GAZETE YÖNETİMİ: CEMAAT ZAMANLA ELEŞTİRİYİ ÖĞRENECEK
Hayır. Tahminimin çok ötesinde olumlu bir tepki ile karşılaştım. Selim Bey’in cevabı, bana göre tarihi önemdeydi. Bu sadece Hizmet medyası olarak tabir edilen mecra için değil, bizatihi camianın kendisi için de yepyeni bir duruma işaret eden bir cevaptı: “Bu bir statükoyla savaş. Sen yazılarına devam et. Çok teşekkür ediyoruz bu dizi için. Tepki gösterenlere, ‘Yazılarda yanlış olan ne var?’ diye soruyorum. ‘Varsa karşı teziniz, yollayın yayınlayalım’ diyorum. Cemaat zamanla eleştiriyi öğrenecek. Ayrıca tepki gösterenlere, Hocaefendi’nin 15 Temmuz sonrası yaptığı açıklamaları hatırlatıyorum.”
Bu diyalogları paylaşmamdaki bir diğer gaye de şu: Camia içerisinde de birçok kişinin, “Ahmet Dönmez’in bu yazıları yayımlanıyorsa kesin abilerden müsaade alarak yazıyordur. İstişaresi yapılmıştır” diye düşündüğünü biliyorum.
Hayır, her iki tarafın da ezber kalıplarına sığmayan, radikal bir iş yaptık biz.
Bu ‘bayramlaşma’ ve geçmiş olsun telefonundan sonra da dizi bitene kadar tek bir kere bile aranmadım. Çok daha ileri gitsem ve daha da kanırtıcı şeyler yazsam bile aranmayacaktım, biliyorum. “Bunlar Ahmet Dönmez’in fikirleri. Herkes düşüncesini, tezlerini açıkça yazabilir. Buyurun yazın, özgürce tartışın” deniyordu. Selim Bey’in kendisinin ve diğer editör arkadaşların muhakkak bazı itirazları, eleştirileri mahfuzdur yazdıklarıma. Ama en nihayet dizi bu olgunluk içerisinde sona erdi.
Bu noktada, baştaki yakışıksız önkabulüm ve kötü zannım için bütün TR7/24 editoryal kadrosundan özrü borç biliyorum.
Bana göre bu dizinin yayımlanması ve bu süreç içerisinde yazara tam bir özgürlük sağlanması, bir devrim niteliğindedir. İleride bu çok daha iyi anlaşılacak. Alkışı hak eden bu cesaretleri ve açık fikirlilikleri nedeniyle kendilerine çok teşekkür ediyorum.
-YARIN 2. VE SON BÖLÜM-
TR7/24
http://www.tr724.com/yazi-dizisine-cemaatten-ne-tepkiler-aldim-ahmet-donmez-1/