*Ölümünün ardından önce “Yabancı” diye haber yapılan, ama sonra gerçek kimliği anlaşılan genç Hukuk öğrencisi Nahit Emre Güney’in anısına…
“Yabancı” aslında doğru kelimeydi.
İlk başta “yabancı” geliyor ama…
En baştan “yabancı” diye yazanlar, doğrulamışlar aslında ne kadar “yabancı” olduklarını…
Baksanıza gerçek orada öyle boylu boyunca yatıyor.
Hepimizin gözleri önünde.
Cansız.
Sahipsiz.
Yersiz yurtsuz.
Bir “yabancı” gibi…
****
Doğru.
O bir “yabancı” idi.
Sevgili kardeşim nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun; ama üzgünüm, bu topraklar ona, o da bu toprağa yedi kat yabancıdan daha “yabancı” idi.
Ona “yabancı” diyenler, Albert Camus’nun “Yabancı”sından daha da yabancı gömdüler en yakınlarını.
En yakınları diyorum; kendi evlatlarını; kendi yarınlarını, umudunu, varını-yoğunu…
Birini öldürdükçe bir tane daha istediler.
Birini inkar ettikçe ötekine daha da yabancılaştılar.
“Tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi…”
Senelerdir masum kanı ile beslenen bir mezarlık artık burası.
“Yabancı” diye ölenlerle, öldürülenlerle dolu içi…
Artık dönüştüğü şey devasa bir suçlunun binlerce kilometrekarelik cüssesi.
Sonunda vicdanını da yedi, duygusunu da tüketti.
“Kendisi de artık yaşamayan bir dirilmişten başka bir şey” mi ki?..
****
Tabii ki bir “yabancı” o, yerde küskün yatan.
Elbette tamtam çalan milyonlar ona “yabancı”.
Tıpkı “Sineklerin Tanrısı”ndaki gibi…
Bütün sineklerin kesilmiş bir domuz başının etrafına “Tanrı” diye üşüştüğü bir adada, kendilerine yabancılaşa yabancılaşa domuzlaşmış eski insan yavrucuklarının, onlara katılmayan bir eski arkadaşlarını adada tek başına, yapa yalnız ve bir “yabancı” haline getirmelerinde şaşılacak bir şey mi var?
Eski kardeşleri olduğunu kabul ederlerse nasıl yamyamlar gibi üşüşürler üstüne?
Ayının öldürmeden önce kendi yavrularını çamura bulaması gibi… (Tutuklu Gazeteci Mustafa Ünal’ın kulakları çınlasın, savunmasında böyle söylemişti.)
Çocuk yaşlarında canlarına kıydığında, kendi yavruları da birer “yabancı”dan başka bir şey değildir analarına.
****
Ne ana gibi yar ne de vatan gibi diyar kalmış.
Artık bir yabancı olmuşsunuz.
Çılgın kalabalıktan uzakta…
Veya kalabalıklar içinde yalnız…
Artık kutsalınız farklılaşmış, acınız farklılaşmış, neşeniz, gayeniz, anınız, yarınınız farklılaşmış…
Siz bu kalabalığa yabancılaşmışsınız, kalabalık da size yabancılaşmış.
Tanınması imkansız hale gelmiş.
Ne bilsinler yerde yatanı.
Ne bilsinler yaşını, yerini, yurdunu…
Göklerden düşmekle bitmeyen, sonu gelmeyen, hududu çizilemeyen o uçsuz boşluğu…
****
Göçmenliğin en ağır yanının “dil yarası” olduğu söylenir; ne ki aynı dili konuştuğun insanlar arasında aslında hiç bir duyguya ve hiç bir değere aynı anlamlarla sığınamamak en derin sürgünlük değil mi?..
Konuşamadığın bir dil, anlatamadığın bir dert, anlayamadığın bir bağırtı, tanıyamadığın bir karaltı, yolunu bulamadığın bir karanlık…
Orası var olduğun değil, sadece üzerine örttüğün bir toprak artık.
Kimin diri, kimin ölü olduğunun bilinmediği…
Ve kimin el, kimin yar olduğunun seçilemediği…
“Kurban iniltileriyle vecd iniltilerinin birbirine karıştığı” bu mezarlıkta, genç ölüye bakıp, “İyi oldu, gebersin!” diye tamtam çalanlara “yabancı” olmamak yerden göğe bir yabancılık değil mi ki zaten?
O yüzden gökten yere düşen kim ki gerçekten?
Yitiğimiz kim?
Gömdüğümüz ne?
Bir yurt, bir vatan mı kaldı geriye?
“Yersiz yurtsuz” bir yabancılaşma değil mi bu?
****
Milyonlarca insanın aidiyetini aldılar.
Bağlarını kopardılar.
Yabanlaştıkça yabancılaştırdılar.
“Kendisi de artık yaşamayan bir dirilmişten başka bir şey olmayacak” bu günahkar kalabalıklar.
“Tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi”, senelerdir masum ölülerle beslenen bir canavar bu.
Birlikte yaşayamadığınız, terkedip gitmek istediğiniz…
Şimdilik, çekip giden “yabancı”.
Kalanlar çok tanıdık.
Birbirine benzeyen körler, sağırlar, vicdansızlar…