‘Sevr’ anlaşması üzerinden 12 yıl arayla yapılan tartışmalar, Türkiye’nin nereden nereye geldiğinin iyi bir özeti. Türkiye’nin ‘Sevr hassasiyeti’, aslında hep olageldi. Ama özellikle AKP’nin ilk iktidara geldiği 2002 yılından sonra aldığı boyut, paranoyanın da ötesinde; devletin ‘zinde güçlerinin’ harekete geçtiği bir alarm seviyesine işaret ediyordu. Bilhassa 2004 yılı, Sevr ve vatana ihanet iddialarının zirveye çıktığı bir periyottu. Bu aynı zamanda Sarıkız, Ayışığı darbe planlarının da pişirildiği bir dönem. Başta Doğu Perinçek ve ‘ulusalcı’ çevreler olmak üzere bir çok muhalif kesim, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan için ‘Damat Ferit’ yakıştırması yapıyor, “Sevr’i hortlatacak” iddiasını ortaya atıyordu. Hemen her platformda bir “Vatan elden gidiyor”, “Tayyip vatan topraklarını karış karış satıyor” yaygarasıdır gidiyordu. Peş peşe ‘Kuvayi Milliye’, ‘Vatansever kuvvetler’, ‘Yeniden Müdafaa-i Hukuk’ dernekleri açılıyor; kalpaklar giyiliyor; Kur’an ve silah üzerine yeminler ediliyordu.
12 YILDA TEPETAKLAK OLDU HER ŞEY
Aradan 12 yıl geçti. Bu kez o Erdoğan, “Türkiye yeni bir Sevr tehdidi ile karşı karşıyadır” ünlemleri ile seferberlik ilan ediyor. Yeni bir Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı nidaları ile vatandaşları ‘cepheye’ çağırıyor. “Eline silahı alıp” ilk koşanlar ise dün kendisine “BOP Eşbaşkanı, Sevr’i dayatmak için geldi” diyen o ulusalcı çevreler. Ne oldu da dün ‘ulusal güvenlik sorunu’ olan Erdoğan, bugün ‘Perinçek’in başkomutanı’ haline geldi? Kim değişti? Türkiye neredeydi, nereye geldi? Daha da önemlisi; nereye gidiyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir süredir dikkat çekici bir şekilde ‘Sevr’ söylemi kullanıyor. Önceki gün 32. Muhtarlar Toplantısı’nda, “Bugün de adı konulmamış bir Sevr tehdidi ile karşı karşıyayız. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nın azmiyle yeni bir seferberlik çağrısı yapıyorum” dedi. 29 Eylül’deki 27. Muhtarlar Toplantısı’nda da “1920’de Sevr’i gösterdiler, 1923’de bizi Lozan’a ikna ettiler.” çıkışına imza attı. 8 Haziran’daki şehit ve gazi aileleriyle iftar yemeğinde de “Haçlı seferlerinin, Moğol istilasının, Sevr’in yarım bıraktığı işi bu kez terör örgütü üzerinden tamamlamak istiyorlar.” mesajını vermişti. Buna paralel olarak ‘Misak-ı Milli’, ‘Türkiye’nin doğal sınırları’, ‘Musul-Kerkük’ tartışmalarını da ülkenin gündemine sokuverdi.
PERİNÇEK’TEN ERDOĞAN’A DESTEK
Bu çağrıya, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’ten hemen destek geldi. Bir süredir zaten “Erdoğan’ı yedirmeyiz” temalı konuşmalar yapmakta olan Perinçek, “Cumhurbaşkanının ‘seferberlik çağrısını’ olumlu karşılıyoruz.Cumhurbaşkanı, TBMM adına başkomutanlık görevini yerine getirir. Milli seferberlik ihtiyacını Sayın Cumhurbaşkanı saptıyor ve böyle bir çağrıda bulunuyor, güzel ama bunun gereğini yerine getirmek lazım.” diye konuştu. Balyoz sanıklarından eski Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok, twitter hesabından “TC Cumhurbaşkanını asla teslim etmeyeceğiz, teslim olmayacağız” yazdı. Ergenekon sanıklarından Levent Temiz ve Sedat Peker’in yanı sıra benzer davaların bir çok sanığının son dönemde Erdoğan’ın arkasında saf tuttuğunu, hatta bazılarının akıl hocalığını yaptığını da eklemek gerek. Bir dönem ‘Kan Uykusu’ belgeseli ile ‘hain’ Erdoğan’a karşı ‘vatansever’ güçlerin sembollerinden biri haline gelen Serdar Akinan bile “Bu süreçte Erdoğan’ın yanındayım” açıklaması yaptı. Yine 10 yıl öncesinin ‘kuvay-ı milliye yürüyüşçülerinden’ Yaşar Okuyan da geçenlerde “ABD, Erdoğan’ı indirmek istiyor” görüşünü dile getirdi.
‘ERBAKAN MİLLİ, ERDOĞAN GAYRİ MİLLİ İDİ’ HANİ
Oysa aynı çevreler 10 yıl önce “Erbakan milli idi; Erdoğan gayri milli” tespitine imza atacak kadar Erdoğan’ı ‘kökü dışarıda’ olarak yaftalıyorlardı. Daha 1998 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, mahkemeye sunduğu tebliğde, Erdoğan’ı “Sevr’i hortlatmak isteyenlere mesaj vermekle” suçlamıştı. 2002 sonrasında da ‘AKP eliyle Türkiye parçalanıyor, adım adım Sevr’e götürülüyordu’. ‘Yeniden bir Kurtuluş Savaşı verilmesi gerekti’. ‘Vatan elden gidiyordu’.
1 Mart tezkeresi, Türk askerinin başına çuval geçirilmesi, Kıbrıs Annan referandumu, AB uyum yasaları, AB ile tam üyelik sürecinin başlatılması, tahkim yasası, Ruhban Okulu ve ekümenlik tartışmaları, bu ‘Sevr’ söyleminin en popüler enstrümanlarıydı. Hatta öyle ki, bir ara AB’ye verilen sözler gereği kentsel dönüşümle Fatih’in boşaltılacağı ve Fener Rum Patrikhanesi’nin burada yeniden Bizans’ı kuracağı dahi dillendiriliyordu. Dönemin SP lideri merhum Erbakan bile, Erdoğan’lar için “Bizans’ın çocukları” diyordu.
İKİZ YASALARLA TÜRKİYE’Yİ SATACAK
O dönemin en önemli psikolojik argümanlarından biri de İkiz Yasalar’dı. AKP’nin iktidara gelişinden 8 ay sonra, 04 Haziran 2003 tarihinde Meclis’te kabul edilen 4867 ve 4868 nolu iki yasa ile birlikte Kürdistan’ın kurulacağı ve yıllardır üzeri örtülen petrol kuyularının kapağının açılacağı iddia ediliyordu.
Bir diğeri de yabancılara Türkiye’de mülk sahibi olabilmenin önünü açan yasa değişikliğiydi. Erdoğan’ın Türkiye’yi parsel parsel satacağı tezi işleniyordu.
Hatırlanacaktır; ‘Türklük’ tartışması da devrin önemli propaganda vasıtalarından biriydi. Gürcü kökenine atıf yapılarak Erdoğan’ın Türk olmadığı, konuşmalarında hiç ‘Türk’ diyemediği, ‘Türk’ kelimesinden nefret ettiği konuşulur, yazılırdı. Erdoğan ve Abdullah Gül’ün kökeniyle ilgili sayısız iddialar, yazılar, kitaplar ortalıkta dolaşırdı. Dönemin yükselen ‘Anti-Amerikancılık’ dalgasıyla birlikte ‘Erdoğan’ın bir Amerikan projesi olduğu’ yazılır çizilirdi.
AB İMZASI MI, SEVR İMZASI MI?
Dönemin İşçi Partisi lideri Perinçek, Aralık 2004’te, Erdoğan’ın Brüksel’de attığı AB imzasını Damat Ferit Paşa’nın Sevr Anlaşması’nda attığı imzaya benzetiyordu. Erdoğan için hemen her zeminde ‘Ver-kurtulcu’ yakıştırması yapılıyordu. “Devletimizi kurtarmak için bu iktidardan kurtulmak tarihi görevdir.” deniyordu. Erdoğan ise o dönem, “Biz statükonun dilini kullanmıyor, barışa vurgu yapıyoruz.” diye kendini savunuyordu.
Bugün gelinen nokta, aynı zamanda Türkiye’nin de 10 yılda geçirdiği dönüşümün aynası. Dün Erdoğan Sevr’i hortlatmakla suçlanırken Türkiye, ekonomisi atağa kalkmış, ihracat rekorları kıran, IMF’ye borçlarını ödeyen, AB ile tam üyelik müzakerelerini başlatmış, ‘Kopenhag kriterleri olmasa bile biz Ankara kriterleri ile yola devam ederiz’ kararlılığında olan, liberal demokratik değerleri savunan, işkenceye sıfır tolerans ilkesiyle hareket eden, insan hakları ve azınlıklar konusunda adımlar atmaya çalışan, Kırmızı Kitap’a savaş açan, MGK’yı sivilleştiren, iç tehdit algılamasını reddeden, reformcu bir Türkiye vardı. Bugün ise 55 yıllık AB rüyası yerine Şangay’ı tercih eden, AB değerleri ile kavgalı, ekonomisi tepetaklak, neredeyse kendi tabanı dışında herkesi ‘iç tehdit / hain / terörist’ ilan etmiş, Kırmızı Kitap’a adeta ‘kutsal kitap’ muamelesi yapan, hapishanelerinden işkence sesleri yükselen, her yerinde bombalar patlayan, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin buzdolabına kaldırıldığı bir tek adam diktatöryası hakim. Kim değişti, ne değişti? Perinçek, “Biz Erdoğan’lara gitmedik, Erdoğan çizgimize geldi” dediğine göre?..
TR7/24