10 yıl önceydi…
Tire’den yola çıkıyordu.
Bir yürüyüş başlatıyordu.
‘Demokrasi Buluşmaları’ adını vermişti; il il, ilçe ilçe dolaşacaktı.
Bir avuç yol arkadaşı ile Tire’den şöyle sesleniyordu: “Demokrasi, özgürlük ve hukuk olmazsa zenginlik de olmaz. Türkiye demokrasiyi, izin verdikleri kadar yaşıyor. Bir kısım sütü bozuk Yeniçeri bozması ülkeyi perişan etmiştir.”
10 yıl geçti aradan…
Yolu Tire’ye düştü.
Etrafında büyük bir kalabalık vardı bu kez.
Artık içişleri bakanıydı. Öfkeli, aşırı, aşkın bir konuşma yapıyordu yine. HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli için “Suratında meymenet olmayan birisi var. HDP’nin eş başkanı, hani komünist sakallı birisi,” ifadelerini kullanıyordu.
****
Süleyman Soylu’nun yolculuğunu anlatmak için daha güzel bir karşılaştırma olabilir miydi, emin değilim.
Aynı yerde 10 yıl arayla yaptığı iki konuşma, nereden nereye geldiğini çok güzel anlatıyor.
Bu yazı dizisine neden ‘aşağı doğru yükseliş’ başlığını attığımı sanırım şimdi daha iyi anlatabileceğim.
Yoksa ‘yukarı doğru alçalış’ mı demeliydim?..
Bu Süleyman Soylu’nun yolu…
Bir yönü var, amma aşağı doğru amma yukarı doğru…
Nereden baktığınıza bağlı.
Ve nereden nereye geldiğine…
Nereden nereye gittiğine…
****
10 yıl önce…
Bir Ağustos ayıydı.
Türkiye bir ay kadar sonra bir anayasa değişikliği referandumuna gidecekti.
Demokrat Parti’nin eski genel başkanı sıfatıyla bir grup kader arkadaşı ile beraber Tire’deydi. Parti yönetiminin kendilerini ihraç tehdidine aldırmadan…
“Demokrasi için buradayım” diyordu. Demokrasiyi yolundan edenler için ‘sütübozuklar’ benzetmesi yapıyordu.
“Demokrasi, rekabet, şeffaflık, adalet, güven ve birinci sınıf vatandaşlık öğelerini sağlayanlar güvenli ülke olmuşlardır. Türkiye güvenli ve şeffaf bir ülke değildir.” diye yakınıyordu. Türkiyenin demokratik gelişmişlik seviyesini beğenmiyordu. Daha fazlasını istiyordu. Daha özgürlükçü bir demokrasi hayal ediyordu.
Bazı ‘sütübozukların’ Türkiye’ye vesayet dayatmak için ‘sözde bölünme’ tehdidi pompaladığını dile getiriyordu.
“Vesayet sistemi savunucuları bugüne kadar bizlere irtica, istila ve bölünme korkusu pompaladılar.” cümlesi onun.
Tire’den, “Allah şahidimdir, bir tek ben kalsam savunduğumuz fikirleri sonuna kadar halkımıza anlatmaya devam edeceğim.” diye sesleniyordu.
****
Ne ahdi kaldı ne yemini…
Ne aile mirası kaldı ne geleneği…
O başlattığı yol da AKP’ye çıktı zaten.
‘Demokrasi Buluşmaları’ idi, o yürüyüş AKP’de son buldu.
Son bulan bir çok şeyle beraber…
Başta demokrasi tabii…
Yıllar sonra kendi içişleri bakanlığı döneminde HDP ‘Demokrasi Yürüyüşü’ yapmak istediğinde, önce “Lan sizi yürüten adam değildir” diye meydan okudu.
“Hadi yürüyün de görelim bakalım!” diye aba altından sopa gösterdi.
Geçenlerde gördük işte; o sopa çıktı, engelli, kadın, yaşlı demeden Edirne’den Demokrasi Yürüyüşü başlatan HDP’lilerin sırtına sırtına indi.
Polis acımasızca dövüyordu.
O sopayı gözaltındaki cemaatçilerin makatına sokan, tutuklu yakını için eylem yapan genç kadını avuçlayan, hamile kadınların kapısında nöbet tutan, ezandan önce bebeğin kulağına gözaltı emrini okuyan, avukat coplayan Soylu’nun polisleri…
****
“Türkiye Demokrasiyi, izin verdikleri kadar yaşıyor,” işte…
“Bir kısım sütübozuk Yeniçeri bozması ülkeyi perişan etti.”
İşin ilginç tarafı, HDP’li belediyelere kayyum atamalarını savunurken, “Ben demokrasi teorisyeniyim” deyiverdi Süleyman Soylu.
Kayyumun demokrasi teorisyeni…
Bir ‘teorisyen’ olarak diyordu ki; “Karar siyasi değildir. Hukuk çerçevesinde alınmış bir karardır.”
10 yıl önce demokrasi yürüyüşü başlatan adam…
“Vesayet odakları bize demokratik talepleri ‘bölücülük’ diye dayatıyor,” diye şikâyet eden Soylu…
10 yıl sonra gelip vesayet dayatır oldu.
Yollarda aradığı o demokrasiyi de şimdi getirip yol kenarına defnediyor.
****
Sürekli bir kabadayı ağzıyla racon kesiyor.
Bir gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu “Sen bittin” diye tehdit ediyor, bir gün hapisteki genel başkan Selahattin Demirtaş’a, “Sana dört duvar verdik, ister sırtını o duvara daya, ister bu duvara daya!” diye efeleniyor.
Böyle böyle fanatiklerini çoğaltıyor.
Kurtlar Vadisi nesli bayılıyor ona.
Oysa ki arkadaşları, 10 yıl önceki Conrad Toplantıları’nda onun ne kadar özgürlükçü olduğunu anlatıyorlar. Bugün ona demokrasiyi hatırlatan kimi eski dostları, “O zaman Kürt meselesinde bizden daha liberal düşünüyordu.” diye hayret ediyor.
Nereden nereye.
Bu bir aşağı doğru yolculuk işte.
Mesela o eski istişare ekibi içinde olup da bugün dahi yanında yol yürüyen İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkan Yardımcısı Gökçe Ok’a bakalım. O da 10 yıl önce Anayasa değişikliği referandumu öncesi verdiği bir röportajda, Kürtlerin siyaset yapması gerektiğini savunuyordu. “Sakat olan,” diyordu, “Bu memleketin insanına siyaset yaptırmamak. Siyasallaştırmadığın, çözümünü, alternatifini sunmadığın her şeyin karşılığı anarşi, şiddet ve terördür. Adamın dilini bağla, fikrini bağla, kültürünü görme, folklorunu yont, siyasal hürriyetini engelle, ötekile, eline taşı, sopayı, silahı alınca da ‘bölücü’ de…”
Şimdi o siyasetçilere beraberce ‘bölücü’ diyorlar, ‘terörist’ diyorlar.
Bakan Soylu kayyum atanan belediyeler için, “Bir sabah terörün elindeki belediyeleri aldık.” diye övünüyor.
Kayyumun siyaset teorisyeni…
****
Aşağı doğru yükseliş işte budur.
Bir zamanlar “Türkiye’de değer üreten iki kesim var: Biri Kürtler, biri cemaat” derken resmî söylemin ve ideolojinin tam karşısına mevzilenmiş bir konumdaydı.
Şimdi bir içişleri bakanı olarak tam da bu iki kitleyi ezmek için var gücünü kullanıyor.
Demokrasi teröristyeni…
Cemaat sempatizanlarına yönelik ardı arkası kesilmeyen operasyonlar için “Acımasız gidiyoruz ve gitmekte de kararlıyız,” diye böbürleniyor.
“Biz 15 Temmuz’da esas istediklerimizi yapamadık. Bize bir daha o fırsatı verirler mi bilmiyorum,” diye hayıflanıyor.
Yüzlerce insanın öldüğü, binlercesinin yaralandığı, ülke demokrasisinin köprüden aşağı atıldığı bir gece için böyle konuşuyor.
Bu bir içişleri bakanı.
****
İçişleri bakanı olunca bıyık bıraktı.
Başta geçmişi; aradaki bir çok şey gibi; yumuşak, neredeyse sevimli, minyon çehresini örtme ihtiyacı hissetti.
Buyurgan, abartılı alfa çıkışlar, ileri laflar ve seviyesiz polemiklerle hep bir ergen görüntüsü verdi.
Bir eylem sırasında polis tarafından taciz edilen genç kadın Merve Demirel için, “Babası FETÖ’den ihraç, kardeşi DHKP-C’li proje kadın” diyecek kadar düştü.
Beğenmediği sanatçıya Kadir Efendi, beğenmediği siyasetçiye ‘pejmürde’, beğenmediği gazeteciye ‘namussuz’ diyerek bazı açıklarını kapatma derdinde.
Belki de bundan, hep bir sahibinin önünde yürüyen at görünümünde…
Bir kez daha atı alıp Üsküdar’ı geçebilsin diye, 31 Mart yerel seçimlerinde Erdoğan’ın bile önüne geçerek “Bu seçim ders verme seçimi değildir, ne olur gücümüzü eksiltmeyin” diye yalvardı.
Muhalefetin kazanacağı şehirlerde, “Kandil’in önünde boynumuzu eğdirmeyin” diye propaganda yaptı. “Seçimlerden hemen sonra eğer hükümetimiz zafiyete uğrarsa doğu ve güneydoğuda valileri, kaymakamları sokağa çıkarmazlar.” diye korkuttu.
Bu üslubunu eleştiren Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’na da aynı tonda cevap verdi: “Karamollaoğlu bana diyor ki, ‘en ahlaksızca kampanyayı yapıyor’. Ahlaksızlığı yapan ben miyim, yoksa Erbakan’ın Milli Görüş’ünü iki milletvekili için PKK’ya satan mıdır ahlaksız?”
Üsküdar’daki bir sokak konuşmasında bir Saadet Partili ile polemik yaşarken “24 Haziran’da Saadet Partisi sattı bu milleti, hadi oradan densiz. Karamollaoğlu sattı. Densiz, ne söylüyorsun? Utanmadan bir de milletin içine çıkıyorsunuz!” diye azarladı. Sonra o Saadet Partili vatandaşı gözaltına aldırdı.
Onun bu ‘İçişleri Bakanı olmuş Memati’ tavırları, ne kadar provokatör saldırgan varsa geçmişte çektirdikleri yan yana fotoğraflarla şahken şahbaz oldu.
Mesela Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesini topraktan çıkarıp yakmak isteyen saldırganlardan biriyle karakolda fotoğraf çektirdiği ortaya çıktı. Ama onun tepkisi, bu fotoğrafı yayınlara “Aşağılıksınız!” demek oldu.
****
Nereye mi gidiyor böyle?
Daha neyin dibine?
Dibin de dibi var.
Öyleyse alınacak yol var demektir.
Demiştik ya; AKP’ye gelirken bir yol haritası vardı.
Bu bir yolculuk.
Daha da inecek.
Çünkü geçmek istediği kişi, epey bir dipte.
Yolunu birleştirdi onunla.
Bir önceki bölümde bahsetmiştim, ‘hattı en uzağa açtı’.
İkisi de birbirini iyi tanıyor.
“Eğer teklifini kabul etmezsem başıma geleceklerden emin değilim,” dediği ‘ezeli ve ebedi liderini’ idare edecek bir süre daha.
Her fırsatta ona sadakatinden bahsedecek. Ona rağmen ve onun karşısında siyaset yapmayacağının altını çizecek. Başka hesaplarının, başka hayallerinin ve planlarının olmadığını ispat etmek için didinecek.
Bir Meclis konuşmasında, CHP’liler “Erdoğan sonrasının lideri olmak istiyorsun,” dediğinde bu yüzden paniklemişti.
Kürsüye gelip, “Bir şey söylemek istiyorum” demişti. Ve şöyle demişti: “Allah bize fırsat vermiş, Tayyip Erdoğan gibi bir dünya lideriyle burada siyaset yapıyoruz. Ben siyaseti bırakmıştım ve bir daha yapmayacaktım ama bunu bundan üç ay önce söyledim ve bugün sözümdeyim: Tayyip Erdoğan’ın siyaseti bıraktığı gün bir daha siyaset kapısının içerisinden girmeyeceğim, hiç merak etmeyin, hiç merak etmeyin. Ben, hayatımın bu millete ait en büyük hizmetini buradaki arkadaşlarımla AK Parti’nin şerefli bayrağı altında yapıyorum ve orada tamamlayacağım.”
****
Sözlerini yiyerek büyüyen adam.
Tıpkı peşinden yürüdüğü adam gibi…
Tabi ki bunlar taktiksel laflar.
O, AKP içinde ‘Erdoğan sonrası’ diye bir şey olmadığını gayet iyi biliyor.
Ama kendi siyasetinin doğruları içinde şimdilik böyle söylemek zorunda.
Kendine buradan mutlaka yeni bir çıkış bulacak.
-YARIN, SON BÖLÜM-