“Birlikte demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükleri Türkiye’de etkin kılma, anti demokratik her türlü vesayete, yasakçı zihniyet ve uygulamalara karşı mücadele etme ve çağdaş bir ülke hedefleri için yola çıktığım arkadaşlarım, demokrasiden uzaklaştığı ve gittikçe otoriterleştiğine inandığım AKP’yi desteklemeye devam ettiler. Karşılığında da meclis başkanlığı, parti grup başkan vekillikleri, bakan, bakan yardımcılıkları, milletvekillikleri, genel müdürlük, rektörlük gibi siyasi ve bürokratik görevlere getirildiler.”
Bu cümleler Prof. Dr. Vedat Demir’e ait.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 35 yıllık arkadaşı. Eski danışmanı ve yardımcısı.
Peki bu alıntıladığım cümleleri nerede söylüyordu?
Mahkemede.
‘Silahlı terör örgütü üyeliğinden’ yargılanmakta olduğu mahkemede…
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi huzurunda…
Şöyle devam ediyordu savunmasına: “Ben ise 40 yıldır sahip olduğum ilke, değer ve düşüncelerim doğrultusunda duruşumu bozmadığım ve siyasi iktidarın politikalarını eleştirdiğim için Sayın Savcı tarafından hiç bir hukuki değeri haiz olmayan, hiç bir şekilde suç oluşturmayan iddialarla ‘silahlı terör örgütü üyeliği’ ile suçlanmaktayım.”
****
Bir önceki bölümü bitirken, Süleyman Soylu’nun geçmişte beyin takımında yer alıp da yolları ayıranlar olduğundan söz etmiştim.
Bu bölümde onlardan bahsedeceğim.
“Böylece yazı dizisinin ana başlığında kullandığım ‘aşağı doğru yükseliş’ten neyi kastettiğim daha iyi anlaşılacak” demiştim.
Başlayalım.
4 isimden bahsedeceğim size.
İşte onlardan birincisi Prof. Dr. Vedat Demir.
İletişim profesörü.
Oktay Ekşi’nin başkanlığı döneminde Basın Konseyi’nin Genel Sekreteri’ydi.
En son İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. Rektör Mahmut Ak’ın fişleme listeleri ve asılsız ihbarı yüzünden 15 Temmuz’dan 9 gün sonra, 24 Temmuz’da gözaltına alındı. 3 Ağustos’ta tutuklandı.
1 Eylül 2016 tarihli 672 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi.
7 ay Silivri’de tutuklu kaldı.
4 gün süren mahkemenin ardından 17 Şubat 2017’de tahliye edildi.
3.5 yıl süren yargılamanın sonunda savcı, geçtiğimiz ocak ayında mütalaasını verdi ve silahlı terör örgütü üyeliğinden cezalandırılmasını istedi.
****
Prof. Demir, mahkemedeki savunmasında, çocukluğundan beri Demokrat Parti-Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi çizgisinde siyaset yaptığını anlattı.
“Şimdiki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, gençlik kollarından beri birlikte olduğum, çocukluk ve siyaset arkadaşım. 2007-09 arası iki dönem DP Genel İdare Kurulu üyesi ve Genel Başkan Soylu’nun iletişim ve medya danışmanıydım.” dedi.
Vedat Demir, Soylu’dan 3 yaş büyük. Ama nerdeyse beraber büyüdüler desek yanlış olmaz.
12 Eylül darbesinden 3 yıl sonra Doğru Yol Partisi (DYP) kurulur kurulmaz Süleyman Soylu soluğu partide almıştı. Daha 14 yaşında bir ergendi. Gençlik kollarına gidip gelmeye başlamıştı. Vedat Demir de oradaydı. Genç Süleyman Gaziosmanpaşa teşkilatına, genç Vedat da Beyoğlu teşkilatına bağlıydı.
Bakan Soylu, Meclis’teki bir konuşmasında o yıllarda başlayan dostluk için şöyle diyecekti: “Doğru Yol Partisi, Kutlular ile Yeni Asya cemaatiyle beraber siyaset yapma kabiliyeti olan bir anlayıştaydı. Bunlar da (Vedat Demir’ler) oradaki çocuklardı. Yıllarca beraber siyaset yaptık. Onlar Yeni Asya cemaatini temsilen orada oldu, biz gelenekten Demokrat Parti’yi, Adalet Partisi’ni, Doğru Yol Partisi’ni temsilen orada onlarla bir arada olduk ve Vedat Demir’le 1990 yılına kadar, gençlik kollarına kadar beraber siyaset yaptık.”
****
Vedat Demir, Soylu’ya ‘Süleyman’ diyecek kadar samimi; babasına da ‘Hasan Amca’ diyecek kadar ailenin içindeydi.
Hiç kopmadılar.
Süleyman Soylu’nun AKP saflarına katılmasından sonra da dostlukları devam etti.
O sırada Demir, Amerika’daki Cornell University ile Ithaca College’da misafir öğretim görevlisi olarak bulunuyordu.
29 Mart 2013 tarihinde bir twit atan AKP Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, yaşadığı bir mutluluğu takipçileri ile şöyle paylaşıyordu: “Sabah yürüyüşünden sonra Amerika’daki sevgili dostum Vedat Demir’den çok güzel bir haber aldım. Hoca profesör oldu. 30 yıla yakın bir dostluk…”
Ama o dostluk daha fazla sürmeyecekti.
Vedat Demir, 2014 yılında ABD’den döndüğünde artık Türkiye bambaşka bir yörüngeye girmişti.
“Süleyman” da o eski bildiği “Süleyman” değildi.
Artık yollar ayrılıyordu.
****
Vedat Hoca mahkemedeki savunmasında bu yol ayrımını şöyle gerekçelendiriyordu: “7 Haziran 2015 seçimlerine kadar AKP’yi destekledim. Ancak Barış Süreci’nin sona erdirilmesi, AB hedefinden sapılması, demokrasiyi, özgürlükleri, özellikle de basın özgürlüğünü kısıtlayan politikaları, son olarak da 2016 Mayıs ayında Ahmet Davutoğlu’nun genel başkanlık ve başbakanlık koltuğundan indirilmesi sebebiyle artık AKP’ye inancım kalmadı ve desteğimi çektim.”
Bu süre zarfında artık Soylu ile ilişkileri de minimuma inmişti.
Hatta kopmuştu da diyebiliriz.
Sonrasında iki eski dostun yolları bambaşka istikametlere yöneldi.
Birisi sürekli yukarıya doğru çıkarken ötekisi sürekli aşağıya doğru iniyordu.
Gerçekte hangisi yükseliyor hangisi alçalıyordu?
Kim batıyor, kim çıkıyordu?
Kim bilir…
****
Bu iniş-çıkışlar, yol ayrımları öyle basit birer tercihten ibaret değildi tabi ki.
Bunun bir örneğini yine Vedat Demir’in tutukluluğunda gördük.
23 Temmuz 2016 tarihinde, yani Vedat Hoca gözaltına alınmadan bir gün önce Gazeteci Cem Küçük, onu sosyal medyadan hedef gösterdi.
“Vedat Demir FETÖ’cüdür. Kendisini tanırım, ihbar ediyorum burdan” twiti attı.
Ertesi gün Demir gözaltına alındı. 10 gün sonra da tutuklanarak Silivri’ye kondu.
Bir zamanlar ikisi de Soylu’nun Perşembe Grubu’nun üyeleriydi. Peki neden Cem Küçük onu bu şekilde hedef göstermişti?
Bir önceki bölümde de ifade etmiştim; Cem Küçük ‘devleti’ temsilen oradaydı. Adeta ‘görevli’ olarak gruba dahil olmuştu.
Soylu da durumun farkındaydı. Fakat bile bile onu yanında tuttu. Çünkü siyasetçiydi. Dengelere oynamayı iyi biliyordu. Kimden nasıl ve nereye kadar faydalanacağı konusunda hafife alınmayacak bir beceriye sahip.
Muhtemelen Vedat Demir, Süleyman Soylu’yu bu süreçte ısrarla demokrasi çizgisinde tutmaya çalıştığı için Küçük’ün hedefi oldu. Daha doğrusu Küçük’ün temsil ettiği yerin…
Bu elbette benim yorumum. Subjektif bir görüş.
Prof. Demir tahliye olduktan sonra da Cem Küçük peşini bırakmadı. Tahliyeden bir gün sonra twitter hesabından ve televizyon ekranlarından öfke saçarak, “Vedat Demir’in tahliyesi skandaldır. Adam net FETÖ’cü. FETÖ davasında skandal tahliye”, “Biri çıkıp bana net FETÖ’cü Vedat Demir’in neden tahliye olduğunu açıklayabilir mi? Bunları bırakırsanız herkesi bırakırsınız. Bunlar net FETÖ’cü. Bunları nasıl tahliye edersiniz? Vedat Demir’in FETÖ’cü olduğundan şüphemiz var mı? Yok. O zaman niye serbest bıraktınız?” diye bağırıyordu.
****
Aradan 3 yıldan fazla bir zaman geçti.
Vedat Demir’le ilgili mahkeme şu an karar aşamasında.
6 yıl önce Amerika’dan Türkiye’ye döndükten sonra hayatı tamamen alt üst oldu.
Artık ders veremiyor. Üniversitesi yok.
O içerideyken ailesi ciddi maddi sıkıntılar yaşadı.
İstese bugün siyasette veya bürokraside çok üst düzey yerlerde olabilirdi. Çok iyi paralar da kazanabilirdi.
Bir tercih yaptı.
Hapis yatmak, KHK’lı olmak, işsiz kalmak, toplum gözünde şeytanlaştırılmak, itibarsızlaştırılmak da dahil her türlü bedeli ödedi.
Görünürde çok şeyini kaybetti; arkadaşları yükselirken o hep inişteydi.
Diyorum ya; bazıları yükselirken alçalır, bazıları da alçalırken yükselir.
Gerçekte kim kazanıyor, kim kaybediyor; kim büyüyor, kim küçülüyor bilinmez.
****
İkinci isim; Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman.
O da bir ara Soylu’nun en yakın halkasına dahil olmuştu.
2008 yılında onları tanıştıran da Vedat Demir’di.
O zaman Türkiye’ye daha yeni dönmüştü Efe Hoca.
19 yaşında gittiği Almanya’da üniversite okumuş, yüksek lisans ve doktora yapmıştı.
15 yıl sonra, 2007 yılında eve dönüş yapmış ve doçent olmuştu.
İdealistti.
Tanıştıklarında Süleyman Soylu daha yeni Demokrat Parti Genel Başkanı seçilmişti. Çaman’a dış politika başdanışmanlığı teklif etti. Birlikte çalışmaya başladılar. Soylu, aynı zamanda metin yazarı olan Çaman’ın görüşlerine çok değer veriyor, onu çok önemsiyordu. Parti politikalarını birlikte belirliyorlardı.
Perşembe Grubu’nun da üyesi oldu.
Süleyman Soylu, 9. Olağan Genel Kongre’de kendisine hiç haber vermeden Çaman’ı çarşaf listeye yazdı ve partinin Genel İdare Kurulu’na (GİK) seçilmesini sağladı. Bu, ona verdiği önemi gösteriyordu.
Çünkü kongre öncesi Celal Bayar Köşkü’nde günlerce süren toplantılarda ondan çok etkilenmişti.
****
Soylu nereden nereye geldi, kim aşağıya indi, kim yukarıya çıktı daha iyi anlayabilmek için Efe Çaman’ın, 29 Mart 2019 tarihli “Süleyman’ın yolu” başlıklı yazısına bir kulak verelim:
“Ben o dönem Türkiye siyasetinde en aykırı gelebilecek düşünceleri ve analizleri bile Soylu’ya doğrudan söyleyebilecek bir samimiyet içerisindeydim. Soylu bunu teşvik ediyor, destekliyor, hatta rica ediyordu. Birçok enformel görüşmemiz oldu. Kıbrıs’tan Kürt sorununa, eşcinsel haklarından din-sekülerlik tartışmalarına, Avrupa Birliği sürecinden Erdoğan-AKP stratejilerine, dış politika-iç politika-güvenlik gibi alanlarla alakalı aklınıza gelen her konuda düşüncelerimi sordu. Elbette ortamdaki diğer üst düzey DP GİK üyeleri ve danışmanları ile beraberdim. Ama bana çok değer veriyor, sıklıkla düşüncelerime herkesin içinde hak veriyor, cidden reformist ve özgürlükçü bir profil çiziyordu. Ben bugün kimsem ve neysem, o gün de oydum! Aynı değerlere, aynı ilkelere inanan biriydim. Soylu’nun görünümü, bu değerleri paylaştığı yönündeydi. Bu nedenle ben DP’nin ve kendisinin yeniliklere gayet açık, genç, dinamik ve demokrat bir genel başkan olarak Türkiye’de ileride önemli bir rol oynayabileceği konusunda ikna oldum! O zamanlar ileride oynayacağı önemli rolü doğru tespit etmişim. Ama tarihin yanlış yerinde yer alacağını, hatta bu tarihte bir başrol oyuncusu olacağını öngörememişim.”
****
Süleyman Soylu daha sonra dümeni başka bir yöne kırdı.
Burası, kendisinden daha önce rotasını değiştirip gelen Erdoğan’ın demir attığı karanlıktı.
Her ne kadar adı ‘ak’ olsa da…
Yeni müttefikleri ile birlikte Türkiye’yi hep beraber hukuktan, demokrasiden, özgürlüklerden uzaklaştırıp Erebos’un koyu karanlık batağına sapladılar.
Efe Hoca’nın yolları ayırması Vedat Hoca’dan çok daha önce başlamıştı.
Süleyman Soylu’nun Erdoğan’la görüşmeleri başladığında AKP’ye geçmemesi yönünde fikir bildirmişti.
Ki Perşembe Grubu’nun çoğunluğu aksi görüşteydi. Soylu’nun gönlü de zaten geçmekten yanaydı.
Fakat Çaman ile Soylu’nun asıl ayrılığı Gezi olayları ile başlayacaktı. Öncesinde bir müddet ortak çalışmaları olmuştu. AKP Siyaset Akademisi Soylu’ya bağlıydı. Onun ricası ile Akademi’de Türk dış politikası, AB, küreselleşme, demokratikleşme konularında dersler verdi.
Ancak Gezi olayları ile beraber nihai kopuş da başladı.
O sadece Soylu ile Çaman’ın değil, Türkiye’deki belli başlı bütün siyasi akımların, görüşlerin kendi içinde ayrışmasına, birbirinden kopmasına neden olan bir sürecin başlangıcıydı.
Gezi ile beraber siyasi ezberler, ittifaklar, yaklaşımlar sarsıldı.
Yeni korkular, yeni yollar, yeni ortaklıklar doğmaya başladı.
****
Efe Çaman o sırada Diyanet’e bağlı İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı’ydı. Aynı zamanda İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı’ydı. AKP Siyaset Akademisi’nde de dersleri devam ediyordu.
Erdoğan ve partisinin olaylara yaklaşımını eleştiren, polisin orantısız güç kullanmasına tepki gösteren paylaşımlar yaptı.
Ardından doğrudan veya dolaylı uyarılar almaya başladı. Üniversitenin rektörü Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez kendisini makamına çağırdı. Paylaşımlarının AKP’de rahatsızlığa neden olduğunu söyledi. Mütevelli heyeti üzerinde baskı kuruluyordu. Açıklamalarına dikkat etmesi gerekiyordu.
Efe Çaman daha sonra bu mesajların aslında Süleyman Soylu’dan geldiğini öğrenecekti.
AKP Siyaset Akademisi’nde takvime bağlanmış ve önceden ilan edilmiş bütün dersleri iptal edildi.
Gezi olayları yatıştıktan sonra AKP Genel Merkezi’ndeki odasında Soylu ile bir görüşme yaptılar.
Burada bütün eleştirilerini açık açık Soylu’yla paylaştı. Partinin ve liderinin yanlış yolda olduğunu, bu güzergâhın ülkeyi bir çıkmaza götüreceğini söyledi. Derhal normalleşme yönünde adımlar atılması ve yeniden demokrasi rotasına girilmesi gerektiği yönünde telkinlerde bulundu.
Eski genel başkanı, onunla aynı görüşte değildi. Hatta eleştirileri karşısında bozulduğunu da saklayamadı.
Bu son görüşmeleri oldu.
****
Ancak Efe Çaman için her şey daha yeni başlıyordu.
Bu görüşmeden bir kaç ay sonra 17-25 Aralık operasyonları patladı.
AKP yönetiminin operasyonlara cevap verme şekli, onu bir kez daha muhalif açıklamalar yapmaya itti.
Şimdi İçişleri Bakan Yardımcısı olan ve bir zamanlar Perşembe Grubu’nda birlikte beyin fırtınası yaptıkları isimlerden Sabri Erdil (daha detaylı bilgi için dizinin ‘Süleyman Soylu’nun istişare heyeti’ başlıklı bir önceki bölümüne bakabilirsiniz) kendisini uyarmaya başladı.
Üniversitesi de zaten baskı altındaydı.
Prof. Çaman, 29 Mayıs Üniversitesi’nden ayrılmak zorunda kaldı. Ama bir devlet üniversitesi olan Türk-Alman Üniversitesi’nde ders vermeye başladı.
Burada da İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin dekan vekiliydi. Asaleten atanması Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan döndü. Erdoğan onun dekanlığını veto etmişti.
Sanırım Çaman’ın dekanlığına taş koyanlardan biri de eski dostu Süleyman Soylu’ydu. Çünkü üniversite rektörü Çaman’a, Ankara’ya gidip Süleyman Soylu’yu ikna etmesi yönünde imalarda bulunmuştu.
Ama bu olmadı.
Çaman bu yönde herhangi bir gayrette veya girişimde bulunmadı.
****
Sabri Erdil ile yüz yüze son görüşmesi ise Türkiye’den ayrılmadan önceki son aylardan birindeydi. 2015 Temmuz’uydu. 15 Temmuz lanetine tam 1 yıl vardı. Ramazan ayıydı. Erdil ile bir iftarda buluştular. Bu yemekte de açıktan Süleyman Soylu’yu eleştirdi. “O artık benim tanıdığım, güvendiğim, arkadaş olduğum Süleyman Soylu değil. Sadece kendi ikbalini düşünüyor.” dedi. Bu cümlelerin ona gideceğini biliyordu. Sözünü esirgemedi.
Bir iki ay sonra Efe Çaman bir araştırma projesi için Kanada’ya gitti. Kadrosu halen Türk-Alman Üniversitesi’nde olmakla beraber Kanada’daki Memorial Üniversitesi’nde araştırmalar yapacaktı.
Niyeti bir yıl sonra dönmekti.
Ama dönemeyecekti.
2016 başında yayınlanan Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’nin imzacılarından biri de oydu. Hakkında soruşturma açıldı.
Bir kaç ay sonra da zaten kıyamet kopacaktı.
Yüzbinlerce, milyonlarca insanın kendi gerçek kıyameti…
15 Temmuz yani…
15 Temmuz ihaneti…
****
Efe Çaman da Vedat Demir gibi bir KHK’yla ihraç edildi.
Ama Demir’e göre o daha şanslıydı. Çünkü bu cinnet tornadosuna yurtdışında yakalanmıştı.
Türkiye’de tam bir kıyım vardı. Akıl, fikir, insaf, izan, vicdan, hukuk ülke topraklarını terketmiş, yerini sadece hayvani içgüdüler, öfke ve nefret doldurmuştu.
Bu yüzden Vedat Hoca gözaltına alınıp tutuklandığında Efe Çaman büyük bir şok yaşamadı.
Ama kahroluyordu.
Prof. Demir Silivri’ye girdikten yaklaşık 1 ay sonra Süleyman Soylu İçişleri Bakanı oldu. Çaman ısrarla Sabri Erdil’i arıyor, mesajlar atıyordu. Erdil o zaman daha bakan yardımcısı olmamıştı ama Soylu’nun danışmanıydı.
“Vedat Ağabey’i bırakın” diyordu Çaman, “O arkadaşımız değil mi? Hiç bir suçu yok, bilmiyor musunuz?” diye isyan ediyordu.
Sabri Erdil’den aynen şöyle bir cevap geldi: “Suçsuzsa mahkemede beraat eder!”
Bu aslında Süleyman Soylu’nun cevabıydı. Onun bilgisi ya da onayı olmadan Sabri Hoca Vedat Demir için asla böyle bir cümle kuramazdı.
Çaman, “Mahkemeler bağımsız mı Sabri Bey? Şu anda Türkiye’de mahkemelerin nasıl çalıştığını bilmiyor muyuz?” diye hayretle karşılık verdi.
Sonrasında da defalarca mesajlar attı ama cevaplar hep aynıydı: “Suçsuzsa mahkemede aklanır!”
****
Sonra mı?
Vedat Demir halen mahkemede aklanmaya çalışıyor. Neredeyse 4 yıl olacak. ‘Silahlı bir terörist’ olmadığını ispat etme gayretinde.
Ama Mehmet Efe Çaman ile Soylu ekibinin hiç bir diyaloğu kalmadı.
Şu anda Kanada’da uluslararası ilişkiler teorileri, demokrasi, demokratikleşme, karşılaştırmalı siyasal sistemler dersleri veriyor.
Peki o, Süleyman Soylu’dan ne öğrendi? Bu yaşadıkları ona ne öğretti? Soylu ile siyaset macerasından ne dersler çıkardı?
“Tek bir şey” diyor Çaman, “Soylu bana tek bir şey öğretti.”
Ne mi?
Yukarıda bir kısmını alıntıladığım “Süleyman’ın yolu” başlıklı yazısının sonunda kendisi bunun cevabını şöyle veriyor: “Bense, aynı Süleyman Soylu’nun içişleri bakanı olduğu dönemde KHK ile vatan haini ve terörcü ilan edilerek, alnına kara leke çalınarak üniversitedeki görevinden atılan basit bir akademisyenim. Beni attıklarında Kanada’da bir yıllık görevlendirmeyle üniversitem adına araştırma yapıyordum! Çocuklarımın ve eşimin de pasaportlarını iptal ederek bize Türkiye sınırları dışında da zulmetmeye çalıştıklarında, Soylu’nun nasıl bir karakteri olduğunu, onun için onur, sadakat, adalet gibi kavramların ne anlama geldiğini daha iyi anladım! O meydanlarda haykıran, ağzından köpükler çıkartarak bir içişleri bakanından ziyade bir sokak kabadayısı gibi konuşan, insanların kaderlerine zebanilik yapmaktan gurur duyan insanın şahsiyetine bir not verdim. Ve yollarımı ondan çok önceleri, AKP’ye geçme haberini aldıktan hemen sonra ayırdığımdan dolayı büyük bir huzur hissettim. Soylu’nun bana öğrettiği tek şey, Türkiye’de insanların sözlerinin çok fazla anlam taşımadığı oldu. Her zaman sözden ziyade eylem, yani davranış esastır! Süleyman Soylu’yla ilgili izlediğim her bir videodan sonra, onunla alakalı okuduğum her bir haberden sonra, onunla yan yana olmadığımdan dolayı şükrediyorum! Kendi kendime iyi ki onunla yol arkadaşı değilim, iyi ki onun gibi değilim diyorum. İyilikle kötülüğün mücadelesinde tutulan saf bakımından sanırım SS’ten daha iyi bir turnusol yok!”
****
İyilikle-kötülüğün mücadelesi, evet…
Ayrılan yollar…
Yapılan tercihler…
Ve durulan yerler…
Malum, SS, Hitler’in meşhur paramiliter koruma birliği olan SS’lere atıfla Süleyman Soylu isminin baş harflerini remzediyor.
Artık onu böyle anıyor Mehmet Efe Çaman.
Bir “SS” olarak!..
Yani diktatörün fedaisi!…
****
Burada zikredeceğim üçüncü isim, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali.
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu.
Adalet Partisi’nde milletvekillikleri yapmış olan Nilüfer Gürsoy ile yine Eski AP Milletvekili merhum Ahmet Gürsoy’un üç kızından en büyüğü.
Türk Dili Edebiyatı profesörü. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nin eski dekanı.
Şimdi emekli.
İlmi çalışmalarını da belki sayfalarca anlatabilirsiniz ama asıl şahsiyetini tarif etmekte kifayetsiz kalacağınız gerçekten nadide bir insan.
Benim de tanıma bahtına eriştiğim, çeşitli kereler röportaj yaptığım, haberlerine imza attığım, nezâketi, tevâzuu ve derinliğine hayran olduğum gerçek bir insan. Gerçek bir hanımefendi.
Ve gerçek bir entelektüel. 4 yabancı dil bilen, onlarca kitaba ve akademik çalışmaya imza atmış kıymetli bir hoca.
Kendisini ilk tanıdığımda siyasetin dışındaydı. Elbette “baba yadigârı” Demokrat Parti çizgisini yakından izliyordu ama o günkü Doğru Yol Partisi’nin (DYP) içinde değildi.
Aktif siyasete girişi Süleyman Soylu ile oldu.
Soylu’nun öteden beri eski Demokrat Partili ailelerle ilişkileri iyiydi. Onlarla görüşür, kendilerine saygıda kusur etmez, tâzimde bulunurdu.
O isimlerden biri de Emine Hanım’dı.
Soylu 2008 yılında Demokrat Parti Genel Başkanı olunca ondan da destek istedi. Partiye davet etti. Prof. Naskali, DP’nin geçmişinin gerçeklere uygun yorumlanması ve hatırlanmasını istiyordu. Bu konuda hassastı. Parti de daha yeni, yeniden Demokrat Parti adını almıştı.
Emine Hanım, bir şahsa, bir lidere, kısacası Süleyman Soylu’nun kendisine değil ama Demokrat Parti hareketine destek olmak için teklifi kabul etti.
Soylu bu konuda onu ikna etmişti. O da bu anlamda kendisine güveniyordu. “Gerçek Demokrat Parti’yi özleyenler için bir umut ışığı” olarak görüyordu onu.
Parti kurmay heyeti içerisinde Soylu’nun en yakınındaki kişilerden biri Emine Hanım oldu. Çünkü önemli bir sembolik değerdi.
Genel İdare Kurulu’na da girdi.
Ankara’daki Celal Bayar Köşkü’nde sık sık toplantılar yapıyorlardı.
Perşembe Grubu’nun da üyelerinden biriydi kendisi.
Soylu genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra da desteği devam etti. 2010 Anayasa değişikliği referandumu için Tire’den “Demokrasi Buluşmaları”nı başlattığında Soylu’nun yanında o da vardı. ‘Evet’ kampanyasına destek veriyordu.
Bu yol arkadaşlığı AKP’ye kadar devam etti.
Süleyman Soylu için Erdoğan’ın yanında yeni bir serüven başlarken Emine Hanım’a yer yoktu. Daha doğrusu Emine Hanım’ın dünyasında bu yeni çizgiye yer olmayacaktı.
****
16 Nisan 2017 başkanlık sistemi referandumunda 96 yaşındaki annesi Nilüfer Gürsoy, ‘Hayır’ kampanyasına destek verdi.
Hürriyet’e tam sayfa ilan veren Gürsoy, yeni sistemin ‘tek adam rejimi’ üreteceği ikazını yaptı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu evlerini ziyaret edip Nilüfer Gürsoy’un elini öptü. Ev sahibi olarak yanlarında Emine Hanım da vardı.
Emine Naskali siyaset yapmak için değil, ilkeler ve bazı idealleri için bir müddet Soylu ile yol yürümüştü.
Ona inanmıştı.
Her ne kadar dostlukları devam etse de şimdi artık yolları ayrı.
27 Mayıs’tan kalma çocukluk acılarının yerini, ömrünün son demlerinde, bu ülke demokrasisine hizmet etmiş olmanın huzuru alsın diye çıktığı o yoldan, sessizce geri dönmüştü.
Bugün gelinen noktayı nasıl görüyor, içinde bir burukluk var mı, bu memleketin hayalleri yarım kalmış milyonlarca ferdinden biri gibi mi hissediyor kendini, bilmiyorum.
Uzaktan bilebildiğim kadarıyla okumaya, yazmaya, düşünmeye, üretmeye devam ediyor.
****
Bu bölümde bahsedeceğim dördüncü ve son isim ise Prof. Dr. Cengiz Yılmaz.
Sona bıraktığıma bakmayın, belki de bu grubun en ilginç, en sıra dışı ismi oydu.
Vedat Hoca ve Efe Hoca ile birlikte üçü, Soylu’nun çekirdek kadrosundaydı.
Yüksek lisansını ve doktorasını Amerika’da tamamlamış, Boğaziçi’nde hoca iken Soylu ile tanışmış ve ekibine girmiş bir akademisyen kendisi.
Şu anda ODTÜ İşletme’de dersler veriyor. Aynı zamanda Abdullah Gül Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Kurucu Dekanı.
Pazarlama, rekabet stratejileri, istatistik ve davranış bilimleri konularında uzman. Disiplinlerarası düşünebilen, siyasete çok farklı açılardan bakan, çok yönlü toplum okumaları yapabilen parlak bir beyin.
Soylu genel başkan iken o da partinin GİK üyelerindendi.
Conrad toplantılarının da parti genel idare kurulu toplantılarının da en dikkat çeken isimlerindendi.
Bir örnek vereyim.
Yıl 2009…
Tayyip Erdoğan’ın Kısıklı’daki villaya taşınacağı haberleri yer alıyor medyada.
Bir perşembe toplantısında bu konu da açılıyor. İlk duyduğunda şaşıran Prof. Yılmaz, “Ben bunu davranış bilimleri açısından analiz edeyim” diyor ve şunları söylüyor: “Nasıl bir yer orası, bana tarif etsenize? Yüksek duvarlarla çevrili, kendine ait ayrı helikopter pisti olan ve dışarısı ile bağları kopuk bir yer değil mi? Şimdiki evi ise Emniyet Mahallesi’nde bir gecekondu. Yanında börekçisi, ayakkabı tamircisi, berberi, bakkalı olan bir binada, halkın içinde yaşıyor. Gelen geçen ona selam veriyor, derdini anlatabiliyor. Şimdi oradan çıkıp bu korunaklı villalara taşınıyorsa bu önemli bir hadisedir. Vatandaşın yaklaşabildiği, konuşabildiği bir yerden kimsenin ulaşamayacağı bir yere gitmek demek bütün siyasi paradigmasını değiştirmek demektir. Bu adam farklı bir yere gidiyor demektir. Bunun anlamı şu, ‘Artık benim halkla bir işim kalmadı. Halka olan ihtiyacım buraya kadardı. Halkla yapabileceklerimi yaptım, artık kendi kabuğuma çekileceğim, buradan istediğim gibi yöneteceğim’ demektir bu. ‘Ben artık iletişimi kesiyorum’ demektir. Bunu iyi okumamız gerek. Buradan gideceği yer, ancak diktatöryal bir yönetim olur. Bundan sonra o duvarları aşıp Erdoğan’a ulaşmak da oradan demokratikleşme adımı beklemek de mümkün değil. Eğer taşınma ile ilgili haberler doğruysa Türkiye için fecaat bir dönem geliyor demektir.”
****
Geldi de nitekim.
Gidişatı erken görenlerden biriydi.
Sadece bir ev değişikliği üzerinden bir eksen değişikliğini, bir zihniyet, bir yönetim, hatta bir rejim değişikliğini görebilmişti.
Bu okumasında haklı çıktı.
O da Soylu’ya çok inanmıştı.
Baştan beri yanındaydı. Odak Araştırma ekibinde kendisi de vardı.
Grubun eski üyelerindendi.
Fakat yolunu ilk ayıran da o oldu.
Gezi olayları ile birlikte Süleyman Soylu ile keskin bir ayrışma yaşadı. Erdoğan’a ve AKP’ye ciddi eleştiriler getirdi.
Bir daha da yan yana gelmediler.
****
Bu saydığım isimler isteselerdi bugün bambaşka yerlerde olabilirlerdi.
Onları bugün devlette, bürokraside ya da akademide çok nüfuzlu, çok rütbeli, çok maaşlı insanlar olarak görebilirdik.
İstemediler.
Bunları önemsemediler.
İlkelerinden, değerlerinden, sözlerinden, hayallerinden, inançlarından, doğrularından yana tavır aldılar.
Sonuçlarını en başta göze aldıkları kendi yollarında yürümeye devam ediyorlar.
Yukarıya doğru!..
-DEVAM EDECEK-
“…Türkiye’de tam bir kıyım vardı. Akıl, fikir, insaf, izan, vicdan, hukuk ülke topraklarını terketmiş, yerini sadece hayvani içgüdüler, öfke ve nefret doldurmuştu…”
Demişsiniz, sayın Dönmez; halbuki tam da insandan sadr olabilecek güdü, öfke ve nefret var, tayyipperestlerin yaptıklarında. hayvan hayvan yapmaz. insan hem insana, hem hayvana yapar bunları. yaptı da, yapıyor, yapacak da.
kastınızı bu şekilde daha da anlamlı hâle getireyim istedim.
Dizi’nizin bu bölümünde de, hayretler içinde okudum. öğrendim.
zihninize/kaleminize sağlık.
zihninize sağlık.
Efe Camdan Gezi sürecinde ayrıldı demişsiniz de, olaya Mit krizi sonrası ayrıldı da denebilir.
Camdan tr724 yazarı ve açık açık Gülen cemaatin yönetimini, hususi yapısını, statükosunu savunan biri.
Bir önceki yazınızda Cemaat Soylu’yu markaja aldı demiştiniz, Efe Camdan’ın üzerine bu noktada koca bir soru işareti konabilir. Gülen Cemaatinden kopmuş makul çizgide eleştiri yapanlar, eskiden bu cemaatle teması olan Ahval yazarları gibi kişilerle bile kavga edecek kadar Gülen Cemaatinin Statükosunu savunuyor tabanını falan da değil. Süleyman Soylu ile yolları ayrılmış da Tr724 çok mu farklı da onlarla yollarını ayırmıyor, geçelim bu işleri hocam.
Makul tarafsız biri Efe Camdan’ın üzerine koca bir soru işaretini koyar.
Tr724’ün nasıl bir gazete olduğunu, Gülen cemaatinde taban nedir? Arka plandaki Hususiler nedir, bunların ayrımını bilmeyen koca Türkiye’de kimse kalmadı. Güya sadece Efe Camdan bu ayrımı bilmiyor. Orada yazıp, sürekli statükoyu savunup, ama cemaatçi değilim barış akademisyenim diyor. Sağ kökende geliyormuş, baya baya sağ cenahtan gelen biri, Gezi olaylarına kadar Akp’nin yemediği nane yoktu, görmeyi bilen insan için o kadar çok rezililik vardı ki bugün Ali Babacan bile sorunu 2009’dan başlatıyor. Hem sağ cenahtan geleceksin, hem cemaatin statüko gazetesinde yazacaksın hem de soru sorulunca ben cemaatçi değilim ki barış akademisyenim diye %95’nin solcu olduğu kesime atıf yapıp cambaza bak diyeceksin.
Yurtdışından gelen birinin de hemen bir üniversite kadro bulması, dekan vekilliği sonra başka bir üniversite geçmesi falan hepsinin üzerine koca bir soru işareti koyuyorum. İlk girdiği üniversitede Soylu kankası da yardımcı olmuş olabilir, cemaat iması yapmıyorum bu arada.
AKP’nin ne mal olduğu ne yolsuzluklar zulümler yaptığı Gezi’den çok çok önce belliydi. Başta 2007’deki Ergenekon davaları kapı gibi gelecek diktatörlüğü gösteriyordu. Ona rağmen 2010’da yetmez ama evet dediler. Demokrasilerde “yetmez ama evet” diye bir şey var mıdır? Yaw şimdi sana gücü veriyorum ama sakın diktatör olma bak iyi çocuk ol demek var mıdır? Geçsinler bu işleri. Bir akademisyenin bir siyasetçiyle bu kadar içli dışlı olup sonra hızlıca yükselmesi, yok AKP bilmem neresinde seminerler falan ücret alıyor muydu bilmiyorum. Yani sen birlikte ye sonra yolların ayırılca saydır. Bu kadar basit olmaz. “Basit bir akademisyenim” demiş bir de. Basit akademisyen nobel olcak iş de yapsa yurtdışında TR’de kadro bulamaz, araya adam sokup hakariye gider ancak. Partilerle de işi olmaz, geçsin bu işleri. Özeleştiri yapsın diyeceğim de, dün Soylu’yu savunuyordu bugün dönmüş Cemaati aklama peşinde.
Birbirinizi yemekten vazgeçin bundan en çok Saraylı ve Ergenekon ekibi istifade ediyor. Zaman asgari müşterekler de birleşip ortak bir platformda diktaya karşı demokratik bir mücadele vermektir…Vesselam…