‘SEZAİ’ OLAYI – 4 (Cemaat neden suskun?)

Bunu, ‘Sezai’ müstear İ.K. etrafında ortaya atılan iddialara cevap verilmemesi anlamında soruyorum. 

Fakat aslında cevabı biliyorum.

Daha doğrusu bildiğimi sanıyorum.

Öncelikle bunu salt bu son tartışma üzerinden ele almamak ve oraya hapsetmemek gerektiğini düşünüyorum.

Bu bir örnek olay ama biricik değil.

Yani ‘Cemaat aslında normal zamanlarda farklı reflekslere sahip, farklı çözümler ve cevaplar üretebiliyor ama bu tartışmada, sürecin de nezaketi nedeniyle istisnai bir sessizliğe gömüldü’ gibi bir durum yok.

Gündemdeki konulara bir bakın bakalım, hangisine cevap veriliyor?

15 Temmuz, Bylock, soru çalma, sahte delil üretme vs konularında cevap verilebiliyor mu?

Hayır.

Verilemez.

Verilmeyecek.

****

Bunun bir kaç sebebi var.

Bir: Çaresizlikten. 

Verilecek cevap, peşinden onlarcasını ve çok daha büyüklerini doğuracağı için sessiz kalınmak zorunda. Kurulacak her bir cümle, seçilecek her bir kelime başka başka komplikasyonlara yol açacağı için en fazla AfSV’nin yaptığı tarzda, yani kaçak güreşerek bir şeyler söylenebilir. O da zaten cevap sayılmaz.

İki: Yapısal zorunluluktan. 

Cemaat yönetiminin asla vazgeçmediği ve vazgeçmeyi düşünmediği ‘dualite’, buna mani. Çünkü orada açıklanamayan ve açıklanamayacak hayli fazla ‘icraat’ var. Ayıklanamayan ve ayıklanmayacak hayli tehlikeli mayınlar var. ‘İyisi mi o mayınlı araziye hiç girmeyelim’ deniyor. Demeye devam edecekler. 

Üç: İşin doğası gereği. 

Bu aslında ikinci madde ile bağlantılı. Sadece cemaate özgü bir durum değil. ‘Gizliliği’ esas alan bütün yapılarda, bu gizliliğin devamı elzemdir. Gücünü buradan alır. Ne kadar gizli ise o kadar güçlüdür. Gölgede veya karanlıkta kalan kısımlarına ışığın ulaşması halinde bütün esrar kaybolacağı için orası gözü gibi sakınılır. Çünkü haddizatında güç, hareket, icraat veya nüfuz üretilen o karanlık kısımda olanlar, çoğu zaman sizi gururlandıracak faaliyetler değildir. Ancak üzerini sloganlarla, ideoloji ile, din ile, milli menfaatler ile veya demagoji ile örtebilirsiniz. O zaman kimse perdeyi aralamaz. “Nasıl olsa burada bizimkiler hayırlı bir şeyler yapıyordur, bizi ilgilendirmez, biz işimize bakalım” der ve yollarına devam ederler.

Bir de o icracı kişiler de aslında süper yetenekleri olan adamlar değildir. Her biri birer silüetten ibarettir. Gölgede olduğunda hem daha gizemli hem daha heybetli görünürler. Kusurları da ayan değildir. Kim olduğu da önem arzetmez. Adı yoktur. Ünvanı yoktur. Kimliği yoktur. Geçmişi yoktur. Geleceği de yoktur. Aslında o hiç yoktur. Sadece bir müstear isimden ibarettir. Vazifelidir. Işığı tuttuğunuz anda bütün esrarı kaybolur.

Haliyle o etki gücünü devam ettirebilmeniz, var olan gizemi sürdürmenize bağlıdır. 

****

Dört: Cemaatin lideri Fethullah Gülen’in genel liderlik tarzı. 

Arızanın kaynağı ne denli derin olursa olsun, problem ne kadar büyük, tehlike ne denli yakın, çözüm ne kadar acil olursa olsun Gülen hep beklemiştir. ‘Kendi yöntemleri’ ile çözmeyi seçmiştir. Daha doğrusu ‘çözmemeyi’. Ötelemeyi… Zamana bırakmayı… 

‘Kendine has yöntemler’ ise söz konusu problemi bir başkası ile dengelemekten ve adı geçen kusurlu şahsı bir yerden alıp başka bir yerde ‘değerlendirmekten’ öteye geçmemiştir. Bazı durumlarda dövdüğü, muhatabın sırtında sandalye parçaladığı da vakidir ama bunlar daha ziyade arızi durumlarda ve bu ‘yöntemin’ işe yarayacağının düşünüldüğü kişiler üzerinde uygulanmıştır. 

Gönül koymak, küsmek, bir süre uzaklaştırmak, tedip etmek, kendinden mahrum etmek gibi naif yöntemleri de vardır.

Ancak Gülen’in eline neşteri alıp köklü revizyonlara gittiği, büyük tasfiyeler yaptığı pek vâki değildir.

Birbiri ile rekabet halindeki gruplar büyük tasfiyelere girişmiştir, evet ama o sözünü ettiğimiz çerçevede bir çözüm yöntemi değil, tam tersine bir savaş halidir.  

Hareket’in gönüllüleri ‘Hocaefendi her şeyin farkında, zamanı gelince gerekeni yapacak’ diye bekliyor. Sonsuz bir hüsnü zan var. Peygamberin etrafındaki münafıkları deşifre etmemesi, tasfiye etmemesi üzerinden bir retorik geliştirilmiş, her örnek vakada buna referans veriliyor. 

Gülen’in ‘kutsi’ ve ‘vazifeli’ bir lider olduğu, hatta ‘asrın sahibi’ olduğu kabulü, zaten aksi bir bakışı mümkün kılmıyor. 

Gülen’in Peygamberî, Muhammedî, Mesihî bir fıtrat üzere hareket ettiği, “Bana kendi arkadaşlarını tasfiye ediyor dedirtemezsiniz. Ben bu arkadaşlarla yola çıktım, ölene kadar da onlarla beraber yürüyeceğim” dediği rivayetleri, insanlığı kendi şemsiyesi altında toplamayı misyon edinmişken onlarca yıl beraber yürüdüğü arkadaşlarını bir kenara atıyor görüntüsü vermek istemediği de hep bu kabulü besleyen tutumlar. 

****

Beş: Cemaatin kendi tabanına yaklaşım tarzı… 

Doğrudan ve kabaca ifade etmek gerekirse cemaat yönetiminin tabanına saygısı yok. Çünkü bu ilişki en baştan simetrik kurulmuş değil. Cemaatin modern organizasyonlarda olduğu gibi mensupları / paydaşları / üyeleri ile dürüst bir ilişki kuran, onlara değer veren, hesap veren, cevap veren, bilgi veren saydam bir yapılanma biçimi bulunmuyor.

Çünkü böyle bir incelik, böyle bir grup içi iletişim kültürü, kurumsal olgunluk yok. En nihayet Anadolu topraklarından çıkmış, demokratik kültürü zayıf, ataerkil, maskülen bir yapı. Tabanın ‘bilgilendirilmesi’ gibi bir alışkanlık, hatta bir gereklilik bulunmuyor. Çünkü ilişki biçimi evvelden beri yukarıdan aşağıya doğru tebliğ etme, talimatlandırma, yükleme yapma, mobilize etme ve sonuç bekleme şeklinde kurulmuş durumda.

Taban bir ‘gönüllüler ordusu’ndan ibaret. Onlar ‘Hizmet sevdalısı‘ ama eşit ağırlıktan mahrum bir gizli özne. Kararlarda bir dahli, bir nüfuzu olmadığı gibi, alınan yanlış kararların neticesinde nasıl bir zarara uğrarsa uğrasın hesap sorma ya da soru sorma gibi bir hakkı da bulunmuyor. Zaten ona başkası vaad edilmemiştir. Bu yol uzundur, menzili çoktur, derin sular vardır. Hatta kandan, irinden deryalar…

Altı: Tabanın da böyle bir talebi görünmüyor.

Bunu genel anlamda ve ekseriyet için söylüyorum. Bugüne özgü bir tespit değil. Ta en baştan cemaat ‘Soru sorma, yap!’ formülasyonuyla işlediği için, bunun dışında bir davranış gözlenebilmesi de zaten beklenen bir durum değildi. Şimdilerde, bilhassa 15 Temmuz sonrası başlayan itiraz ve eleştiri akımı o yüzden bazılarını şaşırtıyor. Her ne kadar 15 Temmuz’dan sonra çok büyük kırılmalar ve kopuşlar yaşanmış olsa da hala kendini cemaatin içerisinde gören sadık taban için soru sormak bugün bile adeta hadsizlik, nezaketsizlik, dertsizlik, hamlık, hodgamlık olarak kabul edilebiliyor.

****

Yedi: Cemaatte bir cezasızlık kanunu hakim.

Baştaki diğer 6 maddenin bir neticesi olarak ortaya çıkan bir sonuç bu aslında. 

Kim nasıl bir suç işlerse işlesin, neye mal olursa olsun bir cezaya çarptırılmaz. Mesela şu süreçte ortaya çıkan akıl almaz kararların, yanlışların, suistimallerin, suçların, günahların tekinin bile hesabının sorulduğunu göremiyorsunuz. 

Failler bir şekilde bir yerlerde saklanıyor.

Esasen bu durumun sadece içinden geçilmekte olunan badireyle de ilgisinin olmadığını, geçmişte her şey yolundayken dahi böyle bir ceza müessesesinin çalıştırılmadığını öğreniyoruz.

Bu eleştiri karşısında da verilebilen yegâne cevap şu: “Biz devlet miyiz ki ceza verelim! Biz bir gönüllüler hareketiyiz, en fazla gönül koyabiliriz.”

****

Cemaatin yanlışlara tepki vermesindeki en önemli kriter, failin halen dairenin içerisinde olup olmadığı; sistemin bir parçası olmaya devam edip etmediğidir.

Kağıt üzerindeki prensipler, uygulamada bir çeşit ‘prensipsizlik’ olarak tezahür edince veya cemaat prensip odaklı değil de grup menfaatine odaklı hareket edince zaman zaman ortaya bu tür abuk örnekler çıkabiliyor. Misal, aynı suçu işleyen bir insan cemaat tarafından ‘ahlaksızlıkla’ suçlanabilirken bir diğerini düzenli olarak kampta Gülen’in yanı başında görebilirsiniz. Buradaki çelişki, failin safını nereden yana belirlediği ile ilgilidir. 

Eğer ‘içeriden’ biri ise ne yaparsa yapsın misyona sadık kaldığı müddetçe kayda değer bir cezaya muhatap olmaz. 

Çünkü esas olan sistemin devamı ve bekasıdır. 

Dişlinin fonksiyonel bir parçası olduğu müddetçe kişilerin bireysel günahları ya da suçları çok önemli değildir. Kitleye tesiri olan kabahat veya suçlarda ise failin mekanizma içerisinde işgal ettiği konumun önemine bakılır. Feda edilebilir bir kişi midir değil midir?

Hiyerarşi ve o hiyerarşinin ürettiği sistem içerisinde ‘insan’ yoktur. Vardır ama yoktur. Varmış gibidir. Ama aslında var olan ‘sistem’dir. ‘Devletçiliğin’ bir değişik türevi, burada ‘cemaatçilik’ şeklinde tezahür eder. Oradaki ‘devlet’i çıkarıp yerine ‘cemaat’i koyduğunuz vakit, bir çok şey yerli yerine oturur. “Devletin bekası için bir grup feda edilebilir” veya “sözkonusu vatansa gerisi teferruattır”… 

****

Hani Kemal Tahir, Kurt Kanunu’nda “İnsanoğlunun dünyada başvurduğu en boş, en umutsuz, en aptalca iş sorumluluktan kaçmaya çabalamasıdır.” diyor ya.. .

Çünkü  ona göre ‘sorumluluktan kaçması, insanın kendine ve topluma karşı işleyebileceği en sefil suçtur.’

  “Bütün toplumsal ve kişisel alçaklıklar insanları sorumsuzluğa alıştırmakla başlar, sorumsuzlukta tutmakla sürdürülür.” der Kemal Tahir.

Meşhur ‘Suçluluk Sorunu’ isimli kitabın yazarı Alman Filozof Karl T. Jaspers da, yaşanan sosyal çöküntüden sonra yeniden ayağa kalkılabilmesi için mutlaka sorumluluğun kabullenilmesi ve onunla yüzleşilmesi gerektiğini vurguluyor. Sorumluluğunu kabul etmek, ahlaklı olmanın bir gereğidir. 

Gel gör ki cemaatte hemen hiç bir kararın sorumlusu yok ortada. 

Fakat bir 17-25 Aralık üzerinden ‘ahlak’ mücadelesi veriyor. Ahlak sadece ‘kasa’ya ve ‘nisa’ya indirgendiğinde en temel ahlakî gereklilik olan iç tutarlılık ıskalanmış oluyor.

Oysa yine aynı Jaspers, “Dünyanın kanaati bizim  için  önemlidir. Hakkımızda  öyle düşünenler, insanlardır ve insanların hakkımızda nasıl düşündüğüne kayıtsız kalamayız.” diyor.

İşte burada bir kez daha karşımıza ‘insan’ çıkıyor.

Hizmet Hareketi ilginç bir şekilde insanların kendisi hakkında nasıl düşündüğüne kayıtsız kalarak yoluna devam etmeye çalışıyor.

Daha doğrusu devam edebileceğini sanıyor.

****

Sonuç olarak Sezai mi haklıdır yoksa onu ihanetle suçlayanlar mı, bilemem.

Ama kesin olan şu ki ikisinden biri haklı.

İkisinden biri gerçek. 

Aslında işin özeti şu: 

Cemaatin tepesinde pis bir oyun oynanıyor. Bazı insanlar Gülen sonrası için hesap yapıyor. Bir yerlerde ‘tek gündem muavenet’ denirken başka bir yerlerde birileri ‘cemaate hakim olma’ savaşı veriyor. ‘Bu süreç nasıl olsa bitecek’ diyorlar. O gün geldiğinde Hizmet’e hakim olan kadronun kendileri olması için de ellerinden geleni yapıyorlar. 

Binlerce insan hapishanelerde eza görürken; kadınlar, çocuklar, yaşlılar, hamileler, lohusalar, bebekler demir parmaklıklar ardında çile doldururken; yüzlerce insana işkence edilir ve onlarcası öldürülürken, -çok özür dileyerek söylüyorum- birilerinin makatına cop sokulurken, nice insanlar denizlerde boğulurken birileri de onlar üzerinden kendi güç savaşını görüyor.

Eğer ucu tabandaki masum insanlara dokunmayacak olsa, kendi egemenlik mücadeleleri sadece kendilerini etkileyecek olsa bırakalım ne halleri varsa görsünler. Fakat öyle olmadığını son 10 yıldaki bir çok hadisede gördük. 

Bana göre hiç bir maslahat, hiç bir denge mülahazası, hiç bir kurumsal kaygı, böylesine büyük ve dehşetengiz bir trajediye rağmen yaşanan şu adi kavgaya tavırsız kalmayı, seyirci durmayı, denge hesabı yapmayı, onu zamana bırakmayı mazur gösteremez. 

Cemaat bir ahlak ve fazilet savaşı veriyorsa, önce kendi içinde ahlaklı olmak zorundadır.

-BİTTİ-

ahmetdonmez.net\\\\\\\'e Patreon ile destek olun..
Become a patron at Patreon!

5 YORUMLAR

  1. Üstad on numara beş yıldız bir yazı olmuş. 16 ay cezaevinde kalmis, kendi ve eşi ihraç edilen KHK li, eşi ve kendisi psikolojik sorunlarla boğuşan bir garip olarak yazıyorum. Kesinlikle katılıyorum.cezaevinde kendi içinde bile en ufak eleştiri sozkonusu olmaz. Olamaz olması dahi teklif edilemez düşünülemez aklından bile geçirme! Şimdi değilde ne zaman kendimizi sigaya çekeceğiz. Bütün bu olanlar hep başkasının suçu mu? Ben de oluşan duygu devasa bir hayal kırıklığı.

  2. Ahmet bey, seninle aynı kurumda çalışan bir gazeteci arkadaşın olarak diyebilirim ki;

    Dediklerine, hak veriyorum.

    Yazını eleştirecek, artık bu yapılanmayı savunacak ne hal ne mecal ne de inanç kaldı bizlerde üstadım.

    Onlar sansınlar ki; hale peşimizden gelecek hala bizi kollayacak savunacak arkadaşlarımız var.

    Bir çok insanın ahdine şahid oldum, kendimde ahd ettim..Böylesine pislik işlere bulaşmış, menfaatleri için yapmadığı kalmayan bu insancıkların arkasından bir daha gidersem namert olayım.

    Ülkelerinden önce kendi peşinden gidenlere ihanet ettiler, kim uğruna niçin ve neden yaptıklarını dahi bilmeden..

    Yaktılar insanları, dinden bile soğuttular..

    Bir dönem herkesten dua işitirken, şimdilerde duyduğum ağızlardan çıkan tek beddua; Allah sebep olanların belasını versin..

    Hani kendileri derlerdi ya, “siyasetin şerrinden Allah a sığınırız.” Bunun yalan olduğu zaten belliydi de, ama süreçten sonra böyle olmadığı ve yalan olduğu ortaya tüm ağırlığı ile çıktı..

    Keşke o nehyettikleri, siyasete ve devlete yol ve yön verme gayretleri yerine, hani o dedikleri sosyal ve dini hizmetlerini yapabilselerdi..
    Keşke icraatleri sadece, RTE yi gazeteleriyle ve neşriyatları ile eleştirmekle sınırlı kalsaydı..
    Maalesef, maatessüf ki, bunun böyle olmadığını çok acı bir tecrübe ile anladık ve bedelini ülkemizde, tüm ağırlığı ile yaşadık..
    Sonuç itibariye döndük dolaştık, RTE yi ve devleti bile haklı bulmaya başladık..
    Hiç kusura bakmasınlar, burda yaptıklarını bir Almanya da bir AB ülkesinde veya ABD de yapıversinler bakalım, başlarına ne geliyor..Soru çalmaya devam etsinler mesela. Veya MİT tırlarını durdukları gibi, oralarda hükümetlerin pisliklerini ortaya döken eylemlerde bulunsunlar. Hiç darbe işine bulaşmalarına gerek yok üstelik, bunları bir yapıversinler, görelim.

    Bu yapının, her pisliğe bulaşıp, hiç bir şey yapmamış pişkinliği ile davranmaları ve bu kadar insan mazlum duruma düşerken, acıları bile amaçları için araçsallaştırdıklarını görünce, inanın artık midemiz bulanıyor..

    Üstadım, hiçbir meşru hareket meşruiyetsizlikten güç alarak varlığını sürdürememiştir.. Nitekim bu yapının başına da, maalesef hukuk dışı yapılan uygulamalarla da olsa, bu ülkede bunlar gelivermiştir. Kantarın topuzu kaçmış, bir çok insan ahlar çekmektedir..Kurunun yanın da yaşlar da fazlasıyla atese atılmış, ateşin düşmediği bir ocak kalmamıştır. ( o beddua tuttu ama keşke asıl ocağı bulsaydı)

    Ve yazdıklarınızdan da anladığımıza göre, dostlar pazar da görsün, feveranı ile attıkları naralar, insanların yaşadıkları acılara vahlanma değil; bu acıları bile sömürerek kendi yaptıkları çirkinlik ve çirkeflikleri örtbas etme girişiminde öte bişey değildir.

    Amaçları ayyuka çıkmış bu insanlara diyeceğimiz;

    “din adına din dışı her şeyi meşrulaştırdığını gördüğümüz bu yapının, tabanı hariç, tavanına ve ortada kalanlarına Allah yardım bile etmesin belalarını versin, ıslahlarına bile artık ihtiyacımız yok..Defolup gitsinler..”

    • Sen ya bi bok anlamamışsın ya da akp lisin. Adam burada cemaatin yanlışlarından bahsediyo sen bana tayyip propagandası yapıyon. Hükümetin pisliklerini çıkardılar diye cemaate düşman olmuşsun. Ağzından çıkanı duymuyon bari yazdığını oku. Gazeteci hükümetin de pisliğini çıkaracak elbette işi o zaten. Ben niye gazeteye para veriyom bulmaca için mi. Benim ulaşamadığımı ve göremediğimi bana göstermesi için. Akp iki ucu boklu değnekti cemaatte bir ucundan tutunca sonuç boka bulaşmak oldu.

  3. Malesef tespit %90 doğru. Bu durum sadece cemaat için değil ama çoğu sosyolojik sistemlerde sorgulanmayı itiraz edilmeyi sevmiyorlar. İtiraz edeni uzaklaştırıyolar. Bu bize çok sorun çıkarır diyolar. 🙂

  4. Ahmet DÖNMEZ Kardeşim, selam ve hürmetler. Sorgulamaların, en önemlisi de bu sorgulayıcı anlayışın cemaat fertlerine sirayeti beni yeniden umutlandırdı. Abim Mustafa ALTUĞ 66-74 arası “küçük dünya”nın ilk misafirlerindendir. Benzer sorgulamaları aramızda her yaptığımızda hep bana “siz çok dar düşünüyorsunuz, biz global düşünüyoruz.., hem sen HEden daha iyi mi bileceksin..” der beni susturmaya çalışırdı. Ben hakkın hatırını ali tutar hep sorgulardım. Çünkü şeriatın apaçık mensus ahkamına mugayir gidişat başlamıştı. “Bu gidişle bir gün gümbür gümbür yıkılır gidersiniz, çünkü namus-u ekbere dokunmaya başladınız..” diye uyardığımda da “bütün dünya arkamızda, bu cemeate bir şey olmaz” manasında efelenirdi. Haksızlık karşısında bu feveran edici fıtratımdan olsa gerek birkaç kez gündeme gelmesine rağmen yakın mollalar halkasına kabul edilmedim. Her ne ise ben tekrar Ahmet DÖNMEZ kardeşime döneyim. Aman kardeşim sana ne kadar “dönek” de deseler sakın dönme! Çünkü doğrunun peşindesin. Sorgulamalarına devam eder “gerçek”ten DÖNMEZsen çok hayırlı bir dönüş(mey)e vesile olursun inşaallah.

    DÖNMEZ Kardeşim, senin bu sorgulamaların bana 1993 ekim ayındaki sızıntı dergisinin başyazısını hatırlattı. O yazıya cevap mahiyetinde bir değerlendirme okumuştum. Ve safımı o gün netleştirdim. Evet HEnin o yazıda cemaatten istediği “Hızır gelene kadar Musa” idi. Ama Kur’anın bizden istediği ise “Hızır da gelse Musa’yı terketmemektir. Yani “Yuşa makamında kalmak”tır. Sizin vesilenizle bütün kardeşlerimi Yuşa makamına davet ediyorum. Ne demek istediğimi anlamak istiyorsanız HEnin o makalesini sorgulayan şu makaleyi okumalısınız:
    https://www.risalehaber.com/yusa-makami-yeniden-15497yy.htm

CEVAP VER

Yorumlarınızı giriniz!
Buraya isminizi giriniz