2 yıldan fazla bir süredir Stockholm’de yaşıyorum. 5 aydır da bir devlet üniversitesinde resmi İsveççe kursuna gidiyorum.
Geçenlerde derste bir film izledik. İsveççe adı ‘Sameblod’. Yani ‘Sami Kanı’.
Sami’ler, İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya’nın küçük bir bölgesinde yaşayan kadim bir halk. Bu bölgenin de yerlileri kendileri. İsveç’in kutba yakın kuzey bölgelerinde (Lappland) yaşıyorlar.
Eski Türklerle ve Kızılderililerle akrabalıkları da araştırma konusu.
2017 yapımı film, İsveç devletinin 1930’larda Samilere uyguladığı ırkçı, kafatasçı politikaları konu ediniyor. Dışlama, aşağılama, ayrımcılık, insandışılaştırma gibi dönemin moda faşizan uygulamalarının çoğuna rastlıyoruz.
“Aşağı ırk” muamelesi yapılan ve “hayvan gibi kötü kokarlar” denilen Samiler içerisinden 14 yaşındaki Elle-Marja adlı bir kız öğrencinin kişisel hikayesi üzerinden izliyoruz bu kesiti. Bu tür öjonik saplantıların ne kadar gülünç olduğunu ama ne kadar da gerçek trajedilere yol açtığını İskandinav versiyonu üzerinden bir kere daha anlıyoruz.
****
Film, İsveç’in Oscar’ı sayılan Guldbagge 2018 ödülü sahibi. Avrupa Parlamentosu’nun yeni vermeye başladığı sinema ödülü Le Prix Lux de bu filme gitmiş. Selanik, Tokyo, Santa Barbara uluslararası film festivallerinin de aralarında olduğu başka ödülleri de var.
Guldbagge ödülünü veren İsveç Film Enstitüsü, 55 yıl önce devlet tarafından kurulmuş. Yönetimi, hükümet tarafından atanan 9 üyeden oluşuyor. Ve bu kurum, 2018’de yılın filmi ödülünü Sameblod’a veriyor.
Bana göre bundan çok daha ilginç olanı şu: Film, gösterime girmesinin üzerinden çok fazla zaman geçmediği halde İsveç’teki bir çok devlet okulunda öğrencilere izletilmiş. Özellikle liselerde.
Devlete ait dil kursunda da büyük bir özgüvenle göçmenlere izletilebiliyor.
****
Bu, 1960’larda başlayıp 80’lerde somutlaşan müthiş bir yüzleşme sürecinin neticesi.
İsveç kendi tarihi ile ve yaptığı insanlık dışı muamelelerle hesaplaşmış.
Bugün kendi çocuklarına, kendi okullarında bu filmi izletecek kadar samimi bir muhasebe yaşamış.
Devletin bütünlüğünden, vatana ihanetten, bölünmeden, dış mihraklardan, üst akıldan, lobi ve lobiciklerden bahseden yok.
Anlatmaya gerek yok; İsveç bugün dünyanın en demokratik ve en müreffeh ülkelerinden bir tanesi. Yıllardır bütün demokrasi, saydamlık, eğitim, insan hakları, hukuk ve mutluluk endekslerinde en üst sıralarda yer alıyorlar. Diğer İskandinav ülkeleri ile birlikte…
****
Bu İsveç’e özgü bir erdem olmadığı gibi en özgün hikaye de değil.
Almanya’nın Nazi geçmişi ile hesaplaşması, biririnden farklı yer ve zamanlarda, birbirinden farklı ölçeklerde çok çeşitli özürleri de beraberinde getirmişti.
Savaş sonrası modern Almanya’nın ilk devlet başkanı Theodor Heuss, henüz 1952 yılında, “Almanlar bu utanç verici yıllarda yapılanları unutmamalı. Kimse, ama hiç kimse bizi bu utançtan kurtarmayacak” ifadelerini kullanmıştı. Bu sözleri, Aşağı Saksonya’daki meşhur Bergen-Belsen Toplama Kampı kurbanlarının anısına düzenlenen bir tören esnasında söylüyordu.
Yine de Alman halkının kabullenmesi tam 25 yıl sürdü. Özellikle Nazi dönemini yaşayan neslin önceliği, geçmişle yüzleşmek değil, tam tersine geçmişi unutmak yönündeydi. “Ne yaşandıysa yaşandı. Artık temiz bir sayfa açıp önümüze bakmalıyız” diyorlardı. Fakat hayat öyle ilerlemiyordu işte. Bunun tam da bir öncekine bağlı bir zorunluluk olduğunu, yani geleceğe ilerlemenin geçmişle hesaplaşmaktan geçtiğini onlar da bir kaç on yıl içinde öğreneceklerdi. Eninde sonunda bu yüzleşme olmadan, en azından çocukları veya torunları yollarına devam edemeyeceklerdi.
60’ların sol rüzgarlarından etkilenen yeni bir nesil ortaya çıkana kadar da bu inkar psikolojisi bir şekilde ayak sürümeye devam etti.
1970 yılında, dönemin Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın siyasi tarihin en ikonik anlarından birine imza atarak Varşova Getto Kahramanları Anıtı’nın önünde diz çökmesi (Kniefall von Warschau), artık geri dönüşü olmayan bir kabulün sembolüydü. Brandt, 1 yıl sonra Nobel Barış Ödülü’nü alırken Der Spiegel’in anketine göre Almanların yüzde 41’i bu özrü onaylıyor, yüzde 48’i ise hala ‘abartılı bir davranış’ olarak görüyordu.
Yıllar geçtikçe bu oranlar da tersine döndü. Bugün Almanya’da, neredeyse tespit edilen her Nazi kurbanı Yahudi’nin evinin önünde bir plaka vardır. Bu plakalar, soykırımın birer hüviyet cüzdanı gibidir. Geçmişte o evde kimlerin yaşadığı, nereye sürüldüğü, nerede can verdiği yazılıdır. Bu bir çeşit özürdür.
****
Bu yüzleşmenin bir diğer örneği İngiltere’nin yüz karası, Kanlı Pazar olayıdır. 1972’de Kuzey İrlanda’nın Derry şehrinde silahsız bir protesto yapan Katolik sivillerin üzerine ateş açan İngiliz askerleri, 13 kişiyi öldürdü. Yaralananlardan biri de daha sonra hayatını kaybedecekti.
Askerler, ilk önce sivillerin arasından kendilerine ateş edildiğini öne sürdü. Tartışma yıllarca sürdü. Bu arada olayı örtbas eden çalışmalar da oldu. Sözgelimi Baron John Widgery başkanlığındaki özel mahkeme, olayın hemen ardından bir soruşturma yaptı ve 1 aydan kısa bir süre içerisinde çalışmalarını tamamlayarak katil askerleri aklayan bir rapor hazırladı.
Fakat 1998 yılında Tony Blair hükümeti, bu olayın enine boyuna soruşturulması için Lord Mark Oliver Saville başkanlığında bir başka komisyon kurdu. Geniş yetkilerle donatılan bu komisyon, tam 12 yıl boyunca bu olayı bütün yönleri ile araştırdı. Sonuçlar 2010 yılında açıklandı. Sivillerin tamamen silahsız olduğu, dolayısıyla askerlere ateş açılmadığı ve ölümlerin keyfi olduğu sonucuna varıldı. Raporun ardından dönemin başbakanı David Cameron, devlet adına resmi özür diledi.
****
Türkiye, bu yüzleşmeyi bir türlü yapamayanların ve bir sonraki nesle yeni utanç bakiyesi bırakanların ülkesidir.
Dilenen özürlerin de samimi bir kabullenişten ziyade pragmatik siyasi hesapların mezesi olduğu riyakarlar toprağıdır.
Bir keresinde Recep Tayyip Erdoğan, CHP ile Dersim polemiğine giriştiği için, “Eğer devlet adına özür dilemem gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum.” demişti. Her zamanki gibi iğreti, her zamanki gibi kurnazca…
Ortada ne bir hakikat komisyonu vardı ne de özür sonrasını kapsayan somut bir takım resmi adımlar…
Siyasi rakibine mal edilen bir katliam için ve onu köşeye sıkıştırmak adına özür dilemesi kolaydı tabii. Hemen 1 yıl sonra imza attığı Uludere katliamı için üç beş kuruş kan parası ödeyip kurtulabileceğini sanan adamın samimi Dersim özrü mü olurdu zaten? Bir de kalkmış, “O kadar para verdik hala niye susmuyorlar” anlamına gelen laflar etmişti Uludere kurbanlarının aileleri için.
Aslında bu bir zihniyet sorunuydu. 30’larda katliamı yapan partinin adı CHP’ydi ama 80 yıl sonra o ‘devletçi’ üniformayı giyip kan döken partinin adı bu kez AKP olmuştu. Rozetlerin önemi yoktu ki. Önemli olan o faşist damarı, o ceberut devlet geleneğini o gün için kimin temsil ettiğiydi. O kanlı eldiveni giyme sırasının kimde olduğuydu.
Tabi AKP iktidarının bugün uyguladığı soykırımın özrünü, sonraki hangi lider, hangi hesap için dileyecek bilmiyoruz.
****
Geçmiş sürekli peşinizden gelir. Hayatı geriye doğru değil, ileriye doğru yaşadığımız için, Henri Bergson’un benzetmesinde olduğu gibi geçmiş, bir kar topu gibi büyüyerek bizi takip eder. Mazideki bir arızayı tamir etmeden geleceğe yürümeniz kabil değildir. Onunla yüzleşmeniz gerekir.
En önemlisi şudur; aksi takdirde yeni bir başlangıç da yapamazsınız. Temiz bir sayfa açmanın ön koşulu burada yatmaktadır. Siz ‘ötekileştirme’ yapmamak adına geçmişe sünger çekerek yeni bir sayfa açtığınızı sanırsınız ama sadece kendinizi kandırırsınız.
Hannah Arendt, bu yüzleşmeyi yapıp bağışlanmamış insanların, özgür kalamayacağını savunur. Dolayısıyla temiz bir sayfa açmak isteyen her insanın, her topluluğun, her ülkenin, öncelikle geçmişi ile yüzleşmesi gerekir. Ahlaki bir hesaplaşmanın tüm rükünlerini yerine getirerek…
Samimi bir yüzleşme, “Bir daha asla!” deme iradesidir. Size o utancı yaşatan her ne ise bir daha olmaması için gereken her şeyi yapacağınızı taahhüt etmektir. Tanıl Bora’nın ifadesiyle bu bir kurucu edimdir, yeni başlangıç için bir manevi kaynaktır. Gelecekte nasıl bir insan olacağınız veya nasıl bir toplumda yaşamak istediğinizin de beyanıdır.
Aynaya bakmasını bilmeyenler, işlediği her günahı mübah görenler, kendilerini kusursuz addedenler ve kendini hep aklayıp başkalarını hep yargılayanlar, bir yere varamazlar.
“Geçmişle yüzleşme, bugünü ve geleceği inşa sorunudur” diyenler, bu açıdan son derece haklıdır. Sizi nasıl bir geleceğin beklediği, geçmişinize verdiğiniz cevapta gizlidir.