Reza Zarrab dosyası, “Rüşvetin belgesi mi olur?” anlayışını yerle bir eden bir dosya. Sadece Cumhuriyet tarihinin en sağlam, en delilli soruşturması değil; bana kalırsa dünyada da eşi az bulunacak kıymette bir adli metindir.
Polisin fiziki ve teknik takiple elde ettiği belgelerin yanı sıra bir de rüşvetleri veren Reza Zarrab’ın tuttuğu kendi kayıtları var. Bunlar, 17 Aralık fezlekesine girdiği gibi New York’ta devam eden Hakan Atilla davasında da Zarrab tarafından itiraf edildi. Reza, Amerikalı savcının sorusu üzerine böyle bir kayıt tuttuğunu doğruladı. Nedenini de, “Zafer Çağlayan Bey’e sunum için hazırladık. Alacağı ödemelerle aldığı miktarın arasında bir yanlış anlama olduğunu söylediği için sunum istedi” sözleriyle açıkladı.
Gelin şimdi bu olayın detaylarına inelim. Böylece bu davanın ne derece ‘milli’ olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Acaba aralarında nasıl bir anlaşmazlık çıkmıştı?
Türkiye’nin çıkarları İran’a peşkeş mi çekiliyordu da Bakan Çağlayan, ortalığı ayağa kaldırmıştı?
6 Nisan 2013… Zarrab, dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’la Conrad Otel’de yaptığı görüşmenin ardından Abdullah Happani’yi arıyor.
Ortada ciddi bir kriz vardır. Aralarında geçen diyalog şöyle:
- Zarrab: Senin verdiğin rapor var ya… O raporu ben verdim, o (Z. Çağalayan) incelemiş. Euro olarak diyor ki, ‘Aldıklarımızla bir 10 kâğıt fark var’ diyor.
- Happani: 10 kâğıt fark olur mu abi ya, mümkün mü?
- Zarrab: Abi ‘sizin yazdığınızdan ben 10 daha aş ağı aldım’ diyor
- Happani: Abi, verdiği tarihleri falan Sadık (Mohammad Sadegh Rastrgarshishehg) biliyor mu?
- Zarrab: Biliyor
- Happani: E tamam, yani onun hesabı kitabı belli. Hangi tarihte ne verdiğimiz belli bizim. Gerekirse önüne koymak lazım; şu tarihte şu gelmiş, bu tarihte bu gelmiş…
- Zarrab: Şöyle bir şey var, mesela Süleyman’a vermişiz, ona geçmişsinizdir…
- Happani: Zaten 2 milyon Süleyman’a verdiğimiz para. He, şeyleri falan da çıkarmadıysan, 1 küsur falan da o çıkar, saatçi Yusuf falan… (…) Bana göre bizde bir yanlışlık yok. Yani hesapta da bir yanlışlık yok. Zaten paranın da gitmemiş olabilme ihtimali sıfır yani. Çünkü ben kasamdan çıkanı biliyorum, götüren adam da yani…
- Zarrab: Abi yok, hepsine onay aldım ben
A. Happani: Yani bir de yaptığı şeylerden onay alıyorsun, doğru. (…)
R. Zarrab: Olmadı detaylı ekstre veririz ona ya!
NEREYE GİTTİ BU 10 MİLYON EURO?
Mevzu şudur: Reza Zarrab ve Happani kime, hangi tarihte, ne kadar para verildiğini kaydetmektedir. Sebebi de “Büyük Abi” diye kodladığı Çağlayan’ın sürekli bu rakamları kontrol etmek istemesidir.
Conrad’da buluştukları o gün de Çağlayan, Reza’nın sunduğu tablolara göz atıyor. Arada bir 10 milyon Euro fark buluyor. Reza’ya, “Kardeş, bize yamuk yok. Gelen paralar içinde bir 10 milyon Euro eksik. Nerede bu para?” diye soruyor. Zarrab da çıkar çıkmaz sağ kolu Happani’yi arayıp bilgi almaya çalışıyor.
Sonrasında bir koşuşturmadır başlıyor. Parayı hangi kurye götürmüş, hangi tarihte uçmuş, kime teslim etmiş, hepsini araştırmaya başlıyorlar.
Buna devam edeceğiz. Ancak bir parantez açalım. Yukarıdaki diyalogda dikkat çekici bir detay var. Reza, bir ‘teyitleşmeden’ bahsediyor. “Onay aldım ben” diyor.
Bu nasıl bir onay mekanizması, onu da anlatalım.
17 Aralık fezlekesine göre rüşvetler, İstanbul’dan nakit olarak, Mohammadsadegh Rastgarshishehg (Sadık), Ahmet Murat Öziş ve Omid Saitzeman (Umut/Ümit) tarafından Ankara’ya götürülüyordu. Burada Bakan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan’a teslim ediliyordu. Salih Kaan da babasını arayarak paranın geldiğini şifreli bir şekilde haber veriyordu. Teslimat zamanlarında, Reza Zarrab ile Zafer Çağlayan arasında kurulan ve ‘birebir’ denilen özel telefon hatlarıyla konuşuluyordu. Aynı özel hatlar, Sadık ile Salih Kaan Çağlayan arasında da kurulmuştu. Paranın teslim edildiğine dair her iki tarafa da onay gidiyordu.
SIK SIK DEĞİŞTİRİLEN TELEFONLAR
Örneğin, 11 Şubat 2013 tarihinde, gece saat 00.32’de Reza Zarrab’ı arayan Zafer Çağlayan’ın Özel Kalem Müdürü Onur Kaya, “10-11’e geçmenizi söyledi ama nedir, bilmiyorum” diyordu. Reza ise biliyordu. “Tamam, okey okey” deyip diğer hatta geçiyordu.
Yine 30 Nisan 2013, saat 20.33’te Özel Kalem Onur Kaya’yı arayan Reza Zarrab, “18 açık der misiniz” ricasında bulunuyordu. Kaya da artık işi öğrenmiş olacak ki, “18 açık, he tamam, ama şu an uçakta. Yine istiyorsanız ben inince söyleyim veya ‘18 açık’ diyeyim.” karşılığını veriyordu.
17 Aralık’tan sonra üzeri kapatılan Selam-Tevhid dosyasında da bunun bir ucu vardı.
İran Devrim Muhafızları Ordusu / Kudüs Gücü generallerinden Seyed Ali Ekber Mirvekili ile Türkiye sorumlularından olduğu iddia edilen Hakkı Selçuk Şanlı’nın konuşmalarında rastlıyoruz mesela. 24 Nisan-27 Nisan 2013 tarihleri arasındaki mesajlarında Reza Zarrab’ın işlerinden söz ediyorlardı. Şanlı, Zarrab’ın eski adamı Türker Sargın’dan bahis açıyor ve şunları söylüyordu:
“Şimdi orda Türker diyor ki, ‘Halk Bankası Genel Müdürü’ diyor, ‘rüşvet’… Türker bir sene öncesine kadar Rıza’nın yanında çalışıyordu. Yıllardan beri Rıza’nın yanında çalışmış. Türker’i sen bi dinle. Türker diyor ki ‘Bizzat rüşveti ben götürdüm. Telefon işini, telefonlarını’ diyor, ‘ben götürdüm. On tane telefon, yirmi tane’… o diyor. ‘Her onbeş güne bir atıyordu telefonu’… Şeyle beraber çalışmış bunlar, Süleyman’la ve Süleyman da şeyle beraber, ııı Zafer Çağlayan. Ona götürdüğü paraları, ‘Ben ben paraları ben götürdüm rüşvetleri, ne kadar kime kaç kuruş, kaç kuruştu ben biliyorum’ diyor, ‘Ben götürdüm’ diyor.”
Yani Reza Zarrab, Zafer Çağlayan ve oğluna sürekli telefon ve hat gönderiyordu. Bu hatlara belli numaralar vermişlerdi. Şifreyi sadece Reza ile Çağlayan biliyordu. “18’e geç” deyince 18 numaralı hatta geçip oradan konuşuyorlardı. Maksat dinlemelerden kurtulmaktı. Bu telefon ve hatları da sık aralıklarla çöpe atıp yenisine geçiyorlardı.
BU OLAY REZA’YA DERS OLDU
Ne kadar da yerli ve milli bir sistem kurmuşlar, öyle değil mi?
Neyse, biz devam edelim…
Reza ve Happani’nin şimdi ne yapıp edip bu 10 milyon Euro’yu Çağlayan’a teslim ettiklerini ispatlamaları lazımdı.
Abdullah Happani bu ‘onay’ mekanizmasını bildiği için Reza’ya, “Peki şey söyleyemiyor mu abi, mesela şu tarihte şunu aldım, bu tarihte bunu aldım, bu tarihte bunu almadım?” diye soruyordu. Zarrab, “Abi diyemiyor, biz çıkaracaz işte kasa kayıtlarımızdan…” deyince Happani, “Ya birkaç tanesinin bileti var da bir kısmının yok. Bir kısmını Ümit götürmüştü, bir kısmını Sedat’la şey, Sadık arabayla götürmüştü” şeklinde bilgiler veriyordu.
Bunun üzerine araç kiralamadan o arabanın kiralandığı tarihi bulmaya çalışıyorlardı. Bir yandan da Ümit’in uçak biletini arıyorlardı. Böylece uçuş tarihini bulup teslimata dair somut bir şeyler söyleyebileceklerdi.
Bütün uğraşlardan sonra bu olayı nasıl kapattılar, bilmiyoruz. Fakat bu olaydan sonra Reza, verdiği rüşvetleri Excel tablosuna kaydederken daha dikkatli olacaktı.
17 ARALIK’TAKİ KAYITLARLA REZA’NIN DEFTERİ ÖRTÜŞÜYOR
17 Aralık’ta ortaya dökülen para teslimatları ile bu tablodaki miktarlar ve tarihler ise birebir örtüşüyor.
Kayıtlara göre Çağlayan, ilk olarak 19 Mart 2012 tarihinde para almıştı. Bu menfaat ilişkisi, o tarihten 27 Mart 2013’e kadar devam edecekti.
17 Aralık fezlekesine göre Zafer Çağlayan’a toplamda 32 küsur milyon Euro, yaklaşık 7 milyon dolar ve yaklaşık 3.5 milyon TL ödenmişti.
Reza Zarrab, ABD’deki yargılama sırasındaysa şu bilgileri verdi: “Toplamda Euro olarak 31 milyon 789 bin 500 verdim. Bu sadece Euro olarak. Farklı para birimleri da var. 4 milyon 696 bin 911 dolar. 2 milyon 465 bin lira. Kayıtlarda olmayan ödemeler de var. Yani Zafer Çağlayan’a toplamda 45-50 milyon Euro kadar rüşvet ödemişimdir. Öteki para cinslerini saymıyorum”
Reza, New York’taki bu davada rüşvet ilişkisinin nasıl başladığını da anlattı. Halkbank’la çalışmak için 2012 yılında Süleyman Aslan’dan randevu almaya çalışmış ama Ebru Gündeş’le evli olduğu ve göz önünde biri olduğu için Aslan kendisini reddetmişti. Bu sırada Tuzla’da bir balıkçıda Zafer Çağlayan’la karşılaştıklarını söyleyen Reza, gerisini şöyle aktarıyor:
“Kendimi tanıttım. Halkbank’tan geri çevrildiğimi anlattım ve görüşmek istedim. Bunu yüz yüze görüşmemizi istedi ve bana randevu verdi. Bu görüşmeyi Çağlayan’ın makamında yaptık. Çağlayan, hesap açabileceğini söyledi.”
Davanın hâkimi Reza’ya, “Çağlayan Halkbank ile ne yapmak istediğinizi biliyor muydu? Yapacaklarınızın İran’la ilgili olduğunun farkında mıydı?” gibi sorular yöneltti. Hepsinin cevabı “Evet”ti.
Çağlayan’la başka neler konuşmuşlardı? Onu da şöyle paylaşıyor Reza:
“Yapacağım ticaret hakkında daha detaylı bilgi verdim. Bana kâr marjını sordu, onu anlattım. Bana ‘ortak bir şekilde hareket ederek yüzde 50-50 olarak aracılık edebileceğini söyledi.”
Tüm bunlar tam olarak ne zaman olmuştu? 2012 yılı başlarında. Yani Reza’nın “İran’ın gayretli çocuğu” olarak İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve İran Merkez Bankası’na yazdığı “Ekonomik cihad yılı uğruna savaşmaya hazırım” mektuplarından kısa bir süre sonra.
Zarrab, firmalarının Halkbank’taki hesabına aktarılan İran paralarının binde 5’ini Çağlayan’a komisyon olarak veriyordu. Kendisi ile buluşmalarına bu defterle gidiyor, kimden ne kadar alınmış, nereye ne kadar verilmiş hepsini anlatarak Bakan’a hesap veriyordu. Böylece “gözden kaçan” bir rüşvet miktarı olmuyordu.
Mesela 10 Nisan 2013 akşamı Bakan’la randevusu olan Reza, Happani’den ‘CAG’ hesaplarını kendisine mail atmasını ama bu kod adını değiştirmesini istiyordu. Gerekçesini de “Adam gıcık oluyor ona” diye izah ediyordu. Daha sonra bu hesap adını ‘CAGGGGGG’ olarak değiştireceklerdi.
Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, sonradan sisteme dahil olacaktı. Aslan’a verildiği ileri sürülen rüşvetler, önce Çağlayan dosyasında kayda alınıp sonra düşülüyordu. Daha sonra Aslan’ın kayıtları ayrı tutulmaya başlanacaktı.
DAHA O ASIL YERLİ VE MİLLİ DAVA İLERİDE AÇILACAK?
Şimdi bütün bu can sıkıcı detaylardan sonra yine gelelim bu davanın ne kadar ‘milli’ olduğuna…
‘Büyük Abi’nin peşine düşüp çatır çatır istediği o Euro’lar Türkiye Cumhuriyeti’nin kasasına mı giriyordu ki bir 10 milyon Euro eksiğe bile tahammül edemiyordu? Sayın Bakanımız milletimizin hazinesini bu derece önemsiyor ve tek kuruş bile zayi olmasın diye mi mücadele ediyordu?
Gördük ki, hayır. Hepsi ‘büyük abimizin’ cebine gidiyordu.
Onun için 10 milyon Euro önemli bir paraydı. Dolayısıyla “çingeneleşmekte” mahzur yoktu.
Fakat 10 milyon Euro’yu az bulup da oğluna, “Sakın alma. Diğerleri ne veriyorsa bu da (Sıtkı Ayan) aynısını verecek. Nasıl olsa bir gün kucağımıza oturur” diyen bir de ‘Daha Büyük Abi’miz var, biliyorsunuz!..
Kendisi geçen hafta TBMM AKP Grup Toplantısı’nda diyor ki, “Geldiğimiz şu noktadan itibaren her kim Amerika’daki davayı Türkiye’nin iç siyasetinde malzeme olarak kullanmaya kalkarsa, o da aynı ihanetin ortağı demektir. Amerika’daki mahkemede dile getirilen iddiaların değerlendirilmesini bizim yargımız yapmıştır, hükmünü de vermiştir.”
Yani bu rüşvetleri alıp kursağa indirmek değil de bunları konuşmak ihanetmiş. Niye böyle dediğini de işte yukarıdaki bilgilerden anlıyorsunuz.
Bir de bizim yargımız hükmü vermişmiş.
Hangi yargı bu?
En büyük abimizin kapıları kırıp tekme tokat dizayn ettiği yargı.
“Seviyoruz seni Uzun Adam” yargısı…
Reza’nın, “Rüşvet verip çıktım” dediği yargı…
Yani, ‘yapalım şeyini’ yargısı…
“Siyasetin köpeği” olan yargı.
Tarafsız ve bağımsız olan yargı değil.
O gerçek, yerli ve milli dava ileride açılacak daha…
TR7/24
http://www.tr724.com/reza-rusvetin-belgesini-nasil-hazirladi-zarrab-davasi-milli-bir-dava-mi-7/