Dudaklarınızdan bir dua dökülür, içinizde bir yerde Clair De Femme çalarken Meriç kıyısında gezdirdiğiniz bakışlarınızı, biraz daha geriye çevirin. Filmi geriye sarın. Bugün o masum ölü hallerine iç tükettiğiniz kadın ve çocukların eski neşeli günlerini hayal edin. Sonra o şöyle böyle huzurlu hayatın nasıl olup da cehenneme döndüğünü düşünün. Bir zaman terinizi akıttığınız, başkalarının çocukları için koşturduğunuz yerler artık birer siccin çukuru haline getirilmişse sizin için… Oradan meçhule giden bir gemiye, daha doğrusu zavallı bir bota, akan bir mezarlığa doğru nasıl da kendinizi bırakıverirsiniz…
“Ayşe Hocam, başkalarının çocukları için koşturmaktan, bebeği Münir’i bile emziremezdi. Şişelenen sütlerle kreşlerde büyüdü o çocuk.” diyor yakın arkadaşı Fatma Gündüz. İşte o Münir’i ile birlikte, bir zaman kendini iyilikleri için paraladığı insanlardan kaçıyordu. Meriç’in soğuk sularında can verdi.
KHK ile işsiz kalmıştı. Eşi Uğur Abdurrezzak tutuklanmış hapse girmişti. Kendisi de gözaltına alındı. Hakkında iki ayrı dava açıldı. Avukat tutacak parası bile yoktu. Eşi 11 ay sonra tahliye oldu ama özgürlüğe değil, semûm rüzgarlarının estiği bir cehenneme…
***
Sokakta her bir insan, katiliniz gibi ensenizde. Öyle dönemler vardır ki muhbirlerle katilleri aynı manada, aynı ıstılahta, aynı kefede ele almak lazım. Bu da öyle bir dönemdi işte.
Baksanıza, cenaze evini bile ihbar eden komşularla dolu bir cehennem bu memleket artık. Cezaevinde yakalandığı kanser sonucu hayatını kaybeden Doç. Dr. Ahmet Turan Özcerit’in taziyesi için eve gelenlerden rahatsız olan komşu, polisi aramış. Eve gelen polis, “Ahmet Turan Özcerit, burada mı? Firari görünüyor ” diyor. Ailesi acıyla, “Ahmet Bey vefat etti. Ne firarisi? ” deyince polisler, “Ahmet Bey hakkında ihbar var. ‘Evinde çok kalabalık var ve insanlar orada toplanıyorlar’ diye” karşılığını veriyor.
Gazeteci Ahmet Memiş de geçen haftaki duruşmada dile getirdi, “Apartmanda oturanlar birleşiyor ve ‘bunlar haindir’ diyerek karımı ve çocuğumu evden attırmak istiyor” diye.
Acaba, vahşi maskeler takınca gerçekten vahşi hayvanlar olduğuna inanan farelerle mi dolu ortalık, yoksa aslında geçmişte munis maskeler takıyorlardı da şimdi ‘Artık gerek kalmadı’ deyip gerçek suretleri ile mi sokağa çıkar oldular?
***
“Halk padişahın dinindendir” diye bir söz var. Ne diye seslenmişti ‘padişahları’ onlara: “O camiadan dostlarınız olabilir. Ben diyorum ki bunları da ifşa etmeniz lazım. Bunları savcılıklarımıza bildirmeniz lazım. Bu vatanseverlik borcudur.”
Vatanseverlik… Ne kadar çok ‘onlardan’ ihbar edersen o kadar vatanseversin.
Bir başka çağrısında, “Hepinize sesleniyorum; nerede, bildiğiniz, bulduğunuz bir FETÖ terör örgütü mensubu varsa bunu bizlere muhakkak bildireceksiniz. Eğer bildirmiyorsanız sorumlusunuz.” demişti.
“Muhtarlarımıza da görev düşüyor. Hangi evde kim var kim yok bunu bilmelisiniz.” talimatı vermiş, bunun neticesinde Gaziantep’te bir muhtar, ‘İhbar Hattı’ açmıştı.
***
Totaliter liderlerle kitleler arasında bir ‘karşılıklı beslenme’ ilişkisi olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
Liyakatin, ispiyonladığı insan sayısıyla ölçüldüğü dönemlerdir bunlar. En yakın arkadaşlarınız, komşularınız, akrabalarınız, hatta kardeşleriniz bile en acımasız düşmanlarınıza dönüşür. Bu dönemler, ‘çocuğu değil, devleti koruma’ dönemleridir. Babalar evlatlarını; evlatlar babalarını ihbar eder.
Bertolt Brecht’in “3. Reich’in Korku ve Sefaleti” isimli oyununda, kendi oğullarının kendilerini ihbar etmesinden korkan anne babanın durumu anlatılır. İş artık oraya da gelir yani. 1984 romanında, Equilibrium filminde de vardır bu ‘muhbir çocuklar’. Türünün neredeyse bütün örneklerinde vardır. Çünkü diktatörler hep bunu ister onlardan.
***
Stalin’in ‘Büyük Tasfiye’si sırasında yaşanan ihbar seli böyle bir şeydi örneğin. Stalin, 29 Temmuz 1936’da yaptığı konuşmada, “Mevcut koşullarda bir Bolşevik’in vazgeçilmez özelliği, bir Parti düşmanını hangi maskeyi takmış olursa olsun tanıma becerisi göstermesidir.” demişti. Tıpkı Saddam’a atfedilen, “Bir haini kendisinden önce tanırım” cümlesi gibi… Tabi bunun partililerce algılanma biçimi, “Gerekirse yalancı şahitlik bile yapabilirsiniz” şeklindeydi ve diktatör, ihbar selinden hiç de rahatsız olmayacaktı.
İhbarcılığın bir toplumu nasıl içten içe çürüttüğünü anlatmak için uzun cümlelere gerek yok. Büyük Tasfiye, Sovyetler’e daha çok kıtlık, daha az ilerleme ve savaşta daha zayıf bir toplum bırakmıştı.
***
Bana göre bu tipolojiyi en iyi anlatan Maxim Gorki’dir. ‘Gereksiz Adamın Hayatı’ isimli romanının (Türkiye’de Muhbir adıyla basıldı) baş karakteri, Yevsey Klimkov isimli ezik, işe yaramaz, kompleksli bir muhbirdir. Hem yasaklı kitaplar satıp hem de o kitapları alan müşterilerini ihbar eder. Topladığı bilgilerin yetersiz olduğunu hissettiğinde de bu eksikleri kendi hayal dünyasında tamamlar ve öyle sunar polise.
Muhbirlerin genel karakteri budur. Ezik, kişiliksiz, işe yaramaz ve kompleksli… Otobüste, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) üyesi Hatice Deniz Aktaş’ın Whatsapp yazışmalarını okuyup polise ihbar eden kişi böyle bir türdür bana göre. Aktaş, bu ihbar sonucu tutuklanıp cezaevine gönderildi malum.
NASA’da uzman olarak çalışan Serkan Gölge’yi “CIA ajanı” diye tutuklatan da böyle bir ‘gereksiz adam’ değil miydi? Uzaktan akraba muhbir, “Sanığın yurtdışına çıkması, ABD’de çalışması nedeniyle, tahmine dayanarak CIA’de çalışabilir diyerek ihbarda bulundum” diye ifade verecekti. Yerli ve milli Yevsey Klimkov…
***
Şahsen benim de ‘uzaktan akrabam’ olan genç bir kadın, ailemin gözlerinin içine bakarak, “Tanıdığım ne kadar FETÖ’cü varsa ihbar ettim. Sonra polisin gelip onları alıp götürmesini camdan izledim. Sizin de varsa tanıdıklarınız, ihbar edin.” demişti mesela. O, bu cümleleri büyük bir hazla, pervasızlıkla, kendini takdir eden keyifli bir suratla söylerken ortamda bulunan aklı başında, yaşça çok büyük, koca koca insanların ağzını açıp tek kelime edememesidir işte içinde yaşadığımız rejim.
Doktor bir tanıdığım var. Yine a anlatmıştı. “Eşim, yıllarca yetimlerine burs verdiği dul komşumuzun ihbarıyla gözaltına alındı” demişti. Olay Ankara’da oldu ama Türkiye’nin her yeri benzer utanç vesikaları ile dolu. Bir Muhbiristan bu ülke artık. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun bir tweet’inde rastladık bunlardan birine. “Yıllarca yardım ettiğim kiracımız bizi TEM’e şikâyet etti. Daha ne diyeyim?” diyordu bir KHK’lı.
Hasan Cücük’ün tr7/24’e yazdığı yazıda vardı, ‘dün evinde misafir olduğu akrabasını bir gün sonra ihbar eden’ bir başka zavallı…
Bebeğiyle Meriç’i geçip şimdi Almanya’da olan Meryem Konuk da tr7/24’e yazmıştı: “Bir arkadaşım, uzun zamandır oğluna gönüllü ders verdiği komşusunun darbeden sonra onlara, ‘Eğer Reisimiz emir verirse ilk sizi öldürürüm’ dediğini anlatmıştı. Ve birkaç sokak ilerde oturan bir başka arkadaşının evine gece yarısı mahalleden insanların girip, ‘Cemaatten olanların malı da karısı da bize helal’ diyerek ortalığı talan ettiğini söylemişti. Şükür ki ev halkı o gece orda değildi. Bu hadiseden sonra arkadaşım aynı şeyi yaşamaktan korkup, bir gece gizlice evden ayrılmışlardı.”
***
Eşyalarını toplamasına bile müsaade edilmeden bir gece gizlice evden ayrılanlar, nereye giderler?
“Asıl korkulması gereken insanlardır” diyor, Louis Ferdinand Celine. “Sadece onlar, daima! Bu hezeyanları daha ne kadar sürecek böyle, onların, yani bu canavarların bitkin düşüp nihayet durmaları için? Bu tür bir nöbet daha ne kadar zaman sürebilir?”
Biteviye sürebilir. Böyle bir doymazlıktır bu. Sığınacağın bir adalet de yoktur. Orada ‘hakim’ kılığında, ‘savcı’ kılığında çıkar canavar karşına. En masumu, “Senin suçsuz olduğunu biliyorum ama sana ceza vermek zorundayım” deyip hapse mahkum eder.
Dışarıda çocuğunun boynu büküktür; öğretmeni bile tahtaya kaldırıp “Bunun anne babası terörist” diyerek ömür boyu altında ezileceği bir travmayı boca eder kafasından aşağı.
***
Bir okulda temizlikçi olan bir kadıncağız, sırf eşi KHK’lı diye işten atılabiliyor mesela. Yani kendi gözünüzün üzerinde kaşınız bulunmasa bile bir yakınınızın kaşı bile yetiyor sizin gözünüzün oyulmasına.
İşte, çalıştığı fabrikada enjeksiyon makinesine sıkışıp hayatını kaybeden 25 yaşındaki öğretmen Hasan Songur… 25 yaşındaydı. Sosyal bilgiler öğretmeniydi. Ataması yapılmadığı için ücretli öğretmenlik yapıyordu. Fakat, daha önce çalıştığı fabrikanın sahibi “FETÖ bağlantılı” çıktı diye kendisi de ücretli öğretmenlikten atıldı. Bunun üzerine bir plastik fabrikasında çalışmaya başladı. Orası da onun Meriç’i oldu.
***
Evet, insan görünümlü canavarların hezeyanları biteviye sürebilir. Fakat siz daha fazla direnemezsiniz. Sürdüremezsiniz. Ne size ne çoluk çocuğunuza hayat vardır artık bu topraklarda. Gitmeniz gereklidir. Anılarınızı, eşyalarınızı, toprağınızı geride bırakarak… Tıpkı on yıllardır terkedip gidenler gibi… Varlık Vergisi’nden sonra, 6-7 Eylül’den sonra, Süryani kırımlarından sonra, 12 Mart’tan sonra, 12 Eylül’den sonra, Diyarbakır Cezaevi’nden sonra, Mamak’tan sonra, JİTEM katliamlarından sonra, 28 Şubat’tan sonra gidenler gibi…
Bu topraklarda bir canavar var. Kurbanlarla doymayan. Bitkin düşüp durmayan. Biteviye aç, biteviye hunhar, biteviye acımasız.
Yavrularınızı bağlar sırtınıza, kaçarsınız. Binlerce Klimkov’un arasından geçerek, arkanızda bir muhbirler cehennemi bırakarak Meriç’e zar zor varırsınız. Gece olur, bir küçük, bir zavallı bot kalkar o kıyıdan sessizce. “Ah o gemide ben de olsaydım” diyeceğiniz bir gemi değildir ki bu. Hiç olmak istemeyeceğiniz, bir gün olacağınızı hiç düşünmediğiniz, aklınıza bile getirmediğiniz küçük, zavallı, yarım yamalak botlardır onlar. Kimi hayata kalkar, kimi ölüme…
TR7/24