Sevgili Emre’nin ‘sonbahar mektubu’ geldi…
Güneşi olmayan ülkenin ıslak bir Kasım öğleninde okuduğumdan olacak, satırların arasında akarken sanki bir yerde Erik Satie çalıyormuş da Gnossienne‘ler arasında sürükleniyormuşum gibi hissettim. Kulağımda bir hüzün, gözlerimde bir hüzün, dilimde ayrı bir hüzün…
Tam bin 213 gündür özgürlüğünden mahrum olan Emre’nin, Tutuklu Gazeteci Emre Soncan‘ın son mektubu ile başbaşa bırakıyorum sizleri. (Orijinal mektup sayfaları, yazının sonunda)
“Hapishane, Yaşar Kemal, Hasan Ali Toptaş…
Mahpusluktan özgürlüğe kazılan en estetik tünellerdir romanlar… İnsanı hapishanenin acıklı tekdüze kurgusundan alır, kimi zaman sevinçli kimi zaman hüzünlü dünyalara; aşkların, savaşların, galibiyetlerin, mağlubiyetlerin, zenginliğin, yoksunluğun ve yoksulluğun, ayrılıkların, vuslatların hasılı gerçekliğin tam ortasına bırakıverir.. Benim gibi pek uzuncadır tel kafeslerin, dikenli tellerin altında, beş adım havalandırmada dönüp dönüp duranlar için cezaevi hayatı kurgu, romanlar ise gerçeğin ta kendisidir.. Hapis yatmışlığından mıdır, Türkçe’yi kullanmaktaki büyük ustalığından mıdır ya da gerçeği hayale, hayali gerçeğe dönüştürme becerisinden midir bilmiyorum ama buradaki okumalarımda Yaşar Kemal’in yeri ayrıdır; hayır ayrı değildir, apayrıdır.. Soyar önce karakterleri, hikayesini çırılçıplak anlatır… Öyle yalındır ki dil, bu sadelik hali sayfalar ilerledikçe müthiş bir edebi lezzet bırakır zihnimde, muhayyilemde…
Tanyeri Horozları’nda iri seyrek damlalar toprağa pat pat düşerken, Poyraz kendisini, merdivenleri nasıl indiğini bilmeyerek dışarı atar… Toprak kokusunun içine dalar, kamışlığa kadar yürür, döner, biraz durup düşündükten sonra Zehra’nın evinin önüne gelir… Merdivene ayağını atacakken geriye döner, denizin kıyısına iner… İçine gün doğmuştur, içi aydınlıktır… Karanlıktayken ışıklar içinde yüzer, ayakları yerden kesilmiştir.. Yağmur hışımlanıncaya kadar böyle aydınlıklar, sevinçler, mutluluklar, sarhoşluklar içinde yürür… Daha doğrusu yürürüz… Paragrafın sonuna doğru ben de Poyraz’ın yanındayımdır artık… Onun aklında Zehra, benim aklımda bir başka kadın… Sonra birden bulutlar kaynaşır, ortalık gittikçe kararır… Bir gök gürültüsüdür kopan, şimşekler çakar, yıldırımlar sağılır… Dünya, kurşun geçirmez bir karanlığa gömülür… Bir süre sonra gökyüzündeki gümbürtülerle birlikte yağmur kapkaranlık yağmaya başlar Poyraz’ın adasına… Sadece Poyraz’ın adasına mı, tabii ki hayır… Sanki koğuşun avlusunun lambaları sönmüştür aniden, etraf siyaha kesmiştir… Pat pat beton zemine vurmaya başlar damlalar, sonra gelir gelir camıma çarparlar… Vururlar kendilerini camlara, koğuşun içine girmek istercesine… Bir çıldırmışlık haliyle… Önce Poyraz sırılsıklam olur adada, sonra ben tepeden tırnağa suya batarım koğuşun içinde… Adeta damlalardan bir adam olurum, öyle hissederim ki yağmuru, ıslaklığı, yapış yapışlığı; alnımdan bir damlacık tıp diye düşer sayfanın üzerine… Poyraz’ın, Zehra’nın üzerine… Onlar bilmez lakin oradayımdır…
Aynı eserde, Nişancı’nın hatunu Sultan’ı komşusu Zarife’nin gördüğü ya da gördüğünü iddia ettiği rüyaları hayra yorar… Cepheden çoktan künyeleri gelmiş oğullarının bir gün eve döneceklerini düşler de durur… Ama gelmezler… Mahpus da özgürlüğe yorar tüm düşleri, bekler de bekler; özgürlük nazlı sevgilidir halbuki, bekletir, çatlatana kadar bekletir...
Bir de Hasan Ali Toptaş’ın insanları, tabiatı, eşyaları, duyguları, renkleri, sesleri hatta, büyülü büyülü konuşturması atar beni demir parmaklıkların pek çokça ötesine… Kuşlar Yasına Gider’de anlatıcı, en sevdiğim şehirde, Mithatpaşa Caddesi’nden çıkıp Sıhhiye’ye doğru koşar, sonra gerisingeri Mithatpaşa’ya döner… Koşar koşar ardından Yüksel Caddesi’ne, oradan da pırr Zafer Çarşısı’na… O böyle Ankara’nın caddelerinde, sokaklarında savrulurken, ben de anlatıcının yanıbaşında kan ter içinde kalırım… Bu arada üzerimize kar yağıyordur hep, aradığımızı bulamıyoruzdur ve ağlamak üzereyizdir… Derken o, babasını bulur telefonun ucundaki sesin tarif ettiği yerde, ben ise koğuşa dönüp alelacele ailemi, sevdiklerimi düşünürüm…
Anlatıcı bir ara Denizli’ye, kasabadaki ailesinin yanına gider kızı ve eşiyle… Onları görmeye dayısı gelir, fil ölüsü ağırlığındaki kanepeye bağdaş kurar dayı, cebinden tespihini çıkarır, başını omuzlarının arasına gömer ve etrafa saçılan sarı şıkırtılar eşliğinde taneleri yavaş yavaş çekmeye başlar… Bu şıkırtılar, hapishane koridorundaki nöbetçilerin tespihlerinin şıkırtılarıyla çarpışıverir… Birbirlerine toslayan tespih tanelerinin çıkarttığı rahatsız edici sesi hapiste dinleyeceğime, hemen Beşparmak Dağı’nın dibindeki o kasabaya kanatlanır, fil ölüsü kadar ağır kanepeye, dayının yanına bağdaş kurup ilişiveririm…
Mesela anlatıcı, plakasından kirli buzlar sarkan, camları buğulu belediye otobüsüne bindiğinde hemen arkasındayımdır; Denizli-Ankara arasında kendi arabasıyla mekik dokurken, dikiz aynasından gördüğü düşsel atın üzerindeyimdir… Hatta anlatıcı, ayaklı elektrik sobalarıyla ısıtılan kuytu bir köşeye oturup üç bardak çay içerken zaman geçsin diye, ama aynı zamanda zaman da geçmek bilmezken; çay kaşığının bardağın köşelerine çarpıp çarpıp çıkardığı tiz sesi duyar gibi olurum, ne duyar gibi olması, bal gibi de iyi duyarım… Çünkü ayaklarımı, ayaklı elektrik sobasının kızıllığına uzatmış, ellerimi birbirine sürtüp avuçlarımı hohluyorumdur çoktan… Tabii tam o esnada koğuş kapısının mazgalı demir gürültüsüyle açılır, bütün büyü bozulur, hazır büyü bozulmuşken de ben kalkar, elektrikli çaycının düğmesine sitemkar bir fiske vurur, kendime üç bardaklık çay hazırlarım…“
Emre Soncan Silivri Hapishanesi Sonbahar, 2019