Türkiye’nin bugünkü halini ‘Kafkaesk’ olarak tanımlayanların haklı bir çok nedeni var. Gerçeklikten kopmuş, ürkütücü, distopik bir korku diyarıdır artık burası.
Memleket, iddianame diye geleceğe kendi suç duyurusunu yazan savcılarla dolu. Hüküm diye kendi şahsiyetini infaz eden hakimlerden geçilmiyor.
Diğer yanda suçunun ne olduğunu bilmeden yargılanan, artık ismini bile söylemekten çekinir olmuş, suçsuz suçlu Josef K.’larla dolu etraf. Neyle suçlandığını ve niye yargılandığını bilemeden aylarını geçirip bir gece bir kuytuda yine nedensizce, tanımadığı katillerce hayatına son verilen kurbanlar ülkesi…
****
Böyle tanımlamıştı Josef K., karşısındaki canavarı: Mahkeme Suç Örgütü!
Kafka’nın zamanlar üstü romanı Dava’nın başkarakteri Josef K., “Bir hukuk devletinde yaşıyorum. Bütün yasalar dimdik yerinde duruyor. Öyleyse bana evimde baskın yapma cesareti gösteren kim?” diye soruyordu. Böyle başlıyordu trajik hikayesi. Bir hukuk devletinde yaşadığını sanırken… Yasalar var ve dimdik ayaktalar zannediyordu. Ta ki o ‘örgüt’ bir sabah gelip kapısına dayanıncaya kadar…
Kimdi bu adamlar?
Sözde yargıçlar, hakimler, mahkemeler, memurlar…
Anlamlandıramıyordu.
Suçunun ne olduğunu bir türlü öğrenemeden günler geçip giderken, “Bütün bu olup bitenler bir şaka olmalı” diyordu.
Sonunda anlayacaktı.
Bir gün mahkemenin huzuruna çıkıp şöyle diyecekti: “Şüphe yok ki bu mahkemenin bütün açıklamalarının, benim işimi ele alırsak tutuklamanın ve bugünkü soruşturmanın arkasında büyük bir örgüt bulunmaktadır. Yalnız rüşvetçi bekçiler, budala şefler, çok çok alçakgönüllü olmaktan ileri gitmeyen sorgu yargıçları kullanmakla kalmayan, ayrıca çok sayıda ve kimseyle anlaşamayan uşaklar, yazıcılar, jandarmalar ve başka yardımcılar, hatta söylemekten çekinmeyeceğim, cellatlarla birlikte bir sürü yüksek ve en yüksek yargıçlar bulunduran bir örgüt bu. Peki, bu büyük örgütün anlamı ne baylar? Bunun anlamı, suçsuz insanları tutuklamak, onlar için saçma ve çoğu zaman, benim olayda olduğu gibi, sonuçsuz bir dava açmak…”
****
İşte en son yazdığım, emniyette bir savcı huzurunda yapılan işkence olayı… Bir emniyet müdürü, gözaltındaki bir öğretmene savcının gözleri önünde dayak atıyor. O sırada emniyet müdürü, işkence ile öldürülen bir başka öğretmeni hatırlatarak, “Konuşmazsan senin de sonun aynı olur” diye tehdit ediyor ve Savcı Can Tuncay gülerek izliyor…
Hukuk, artık kim ve ne olduğu tam olarak belli olmayan bir gizli örgütün suikast silahı.
Sözgelimi AİHM, Selahattin Demirtaş’ın salıverilmesine hükmediyor ama karar uygulanmıyor. Çünkü örgütün lideri, “Bizi bağlamaz” demiştir. Ardından bütün mahkemeleri ve yargıçları de cüppeleri ile gözlerini bağlamıştır.
Üç beş cılız ses dışında rahatsız olan da yok. Hatta konuşan bile yok.
****
İddianameler birer hukuki metne değil, beşinci sınıf dizi senaryolarına benziyor. Daha kötüsü, Ahmet Altan’ın da ifade ettiği gibi, ‘iddianame olduğu ileri sürülen, zekâdan ve hukuktan yoksun cılız metinler’le hayatlar karartılıyor.
Mesela bir mahkeme heyeti, gazeteci Ece Sevim Öztürk’ün yazıları için “gazetecilik araştırması ve merakını aşar vaziyette” diyebiliyor ve tutukluluğa hükmedebiliyor.
Geçen hafta akademisyenler gözaltına alınırken de ‘şiddetsiz eylem’ gibi ucube bir tanım getirilmişti. Yiğit Aksakoğlu’nun tutuklama kararında, “Her ne kadar toplantıların içeriğine ulaşılamamış ve karanlıkta kalan yönleri olsa da iletişimin tespiti tutanaklarında bu toplantıların Gezi’den sonra tekrar sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem adı altında yeniden çeşitli gösteri ve eylemlerin yapılmasına yönelik birtakım eğitimler ve konuşmalar düzenlendiği kanaatine ulaşıldığı (…)” deniyordu.
Zaman Gazetesi iddianamelerinde de vardı bu ‘her ne kadar’ cenabları…
‘Her ne kadar’ ile başlayıp delil yokluğu itirafı ile devam eden ve sözde hukuki saçmalamalarla son bulan o kağıt parçalarında…
Savcı Can Tuncay ve İsmet Bozkurt, tıpkı basım iddianamelerinde, “Kaleme alınan yazılarda Hükümete sadece muhalefet yapılmadığı veya eleştiri yöneltilmediği; görünürde suç unsuruna rastlanılmayan yazılarında dahi basın ve ifade özgürlüğünün sınırlarını aşarak devlet yetkililerinin ve kurumlarının haklarını ihlal niteliğinde ifadeler kullandıkları…” şeklinde garabet ifadeler kullanmışlardı.
****
Yani suç yok.
Şiddet yok.
Delil yok.
Ama terör örgütü var. Terör örgütüne üyelik var.
Hukukun en temel ilkeleri yerlerde.
Evet bir örgüt var. Onun adı ‘Mahkeme Suç Örgütü’!
Ahmet Şık’ın da Ahmet Altan’ın da tekrarladığı gibi bir devleti bir silahlı çeteden ayıran şey, hukuktur, adalettir, vicdanlı yargıçlardır.
Ve bunlar bizde olmadığına göre, bizimkisi bir devlet değil, sadece bir çeteden ibarettir.
****
Josef K.’nın şehrinde, hemen her binanın tavan arasında gizli bir mahkeme kalemi vardı. Bizim memlekette de vaziyet aynı. Her bir iktidar sempatizanı bir ‘mahkeme kalemi’. “Ararın 155’i, hain!” diye çığıran mübaşirlerle dolu sokaklar.
Her bir yandaş gazete ve televizyon da ‘mahkeme kalemi’ gibi çalışıyor. Şüphelilerin, sanıkların ve avukatlarının bile bilmediği ‘suçları’, onlar biliyor ve hükme bağlıyor.
Gazeteciler tweet atıyor, mahkemeler karar alıyor.
****
Bütün bu olup bitenler şaka sanıyorsunuz ama değil. Milyonlar bu örgüt yüzünden darmadağın. Perişan.
“İnsanın yalnız suçsuz yere değil, aynı zamanda hiç bir şey bilmeksizin mahkum edilmesi de bu tür mahkemelerin özelliklerindendir.” diyordu K.
Mahkemeye çıktığı o gün, şöyle bir etrafına baktığında bir şey dikkatini çekecekti. Sağını solunu doldurmuş, kim olduğu belli olmayan, görünürde birbirlerine rakipmiş gibi oturan bir takım adamların sakallarının altına gizlenmiş, üniformaların yaka bölümlerinde birer rozet parlamaktadır. “Bu insanların hepsi birlikti. Sağda ve solda iki tarafa ayrılmaları sadece bir görünüştü. K. ansızın arkasına dönünce, elleri kucağında sessizce oturan sorgu yargıcının yakasında da aynı rozeti görecekti.”
Sonunda, kendisi de o örgütün bir parçası gibi duran avukatı ise şöyle diyordu Josef K.’ya: “Şunu anlamaya çalışmalı ki, bu büyük mahkeme örgütü bir bakıma dünya durdukça yaşayacaktır. İnsan kendi başına olduğu yerde bile bir şey değiştirse, ayaklarının altındaki yer kayıp gider ve kendisi de yere düşüverir. Buna karşılık bu büyük örgüt, küçük bir sarsıntıda bile kendiliğinden yerini hafifçe değiştirir -zaten onun her parçası zincir gibi birbirine bağlıdır- hatta bazen hiç değişmeden kalır, belki de daha derli toplu, daha dikkatli, daha sert ve daha kötü olarak insanın karşısına çıkıverir.”
****
Evet o örgüt yaşıyor.
Türkiye’de daha derli toplu, daha dikkatli, daha sert ve daha kötücül olarak karşımızda.
“Burada her şey ne kadar kirli!” diyordu K.
Burada her şey o kadar kirli ki, bu kadar kazurat içinde kazur olana, bu kadar habisat içinde müberra olana yer yok.
En temiz olanlar, en güzel insanlar, güzel güzel atlara binip gittiler…