Erdoğan’dan geriye ne kalacak?
Bu soruyu 5 yıl önce, kulakları çınlasın, Mümtazer Türköne de sormuştu. Zaman’daki bir yazısının başlığı buydu. Şimdi Silivri’de. Bu bile tek başına, sorunun ne kadar meşru olduğunun ispatı.
İşte o yüzden, önce geriye ne kaldığına bakmak lazım.
Erdoğan ne idi, ne oldu?
Sermayesinden bakiye ne kaldı?
Yıllar önce İstanbul’dan bir vasıta olarak bindiği bu demokrasi tramvayını nereye getirdi, nerede durdurdu? Yoluna nasıl devam edecek?
Bu çeyrek asırlık seyr-ü seferi, Recep Tayyip Erdoğan’ı neye dönüştürdü?
Tüketmediği neyi kaldı?
Hangi değeri var yemediği?
Hangi sözü kaldı çiğnemediği?
Bir zamanlar sırtını dayadığı ya da üzerine basıp yükseldiği ne kaldı, bugün üzerinde tepinmediği?
Seçim murdar oldu diyorlar ya hani…
Ne kaldı murdar etmediği?
****
İnsanlar putlar yaparlar. İslam tarihinden, acıkınca yenilen putları da çok duymuşsunuzdur.
Peki ya kendi kendini yiyen put?
Siz hiç, acıkınca kendi kendini yiyen put duydunuz mu?
Aslında tanıyorsunuz onu.
Öyleyse gelin baştan başlayalım…
25 yıl öncesinden…
27 Mart 1994 akşamı idi…
Türkiye yerel seçimler için sandığa gitmişti. “Hakim tepelerde” büyük bir şok yaşanırken Topkapı’daki Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı binasında temkinli bir bayram havası vardı. İlk sonuçlara göre partinin adayı R. Tayyip Erdoğan kazanacak görünüyordu. Bu, Türk siyaseti için büyük bir devrimdi. ‘Olmaz’ denilen, oluyordu.
Masasında sonuçları takip eden Erdoğan, sıcağı sıcağına kendisine uzanan Show TV mikrofonuna şöyle söylüyordu: “SHP, ANAP vesaire… İstanbul’a bir oradan bakış var, Moda’dan bakış var, Bebek’ten bakış var, Ataköy’den bakış var; bir de İstanbul’a Bağcılar’dan, Dudullu’dan bakış var. Gecekondu bölgelerinden bakış var. İşte şu anda bu yeni İstanbul’un oyları geliyor.”
Böylece, kendisine tarihi zaferi getiren en önemli etken olarak varoşları işaret ediyordu. Seçim kampanyasını, “Bu yüzükten başka servetim yok” söyleminin üzerine kurmuştu. “Ben de kaçak binada oturuyorum. Tıpkı milyonlarca İstanbullu gibi…” diyordu. Özdeşim kuruyordu. O gün için ‘ezilenleri’ temsil ediyordu. O yılların moda tabiri ile ‘merkez’e karşı ‘çevre’nin temsilcisi idi. Memnuniyetsiz kitlenin sözcüsüydü. Seçim sloganını da özellikle böyle seçmişti: Sessiz Yığınların Sesi!
****
25 yıl geçti…
Ondan başka kimsenin sesi çıkmaz oldu. Herkesi susturdu. Türkiye’yi “sessiz yığınlar ülkesi”ne çevirdi.
Yine bir Mart seçiminde onu Beylikdüzü’nden, yani bir kenar mahalleden, ‘yeni İstanbul‘dan’ gelen Ekrem İmamoğlu yendi.
Çoktandır ‘merkez’ (hatta tek merkez) Erdoğan olmuş, ‘çevre’ ile bağı kopalı hayli zaman olmuştu. Bu kez ‘sessiz yığınların sesi’ İmamoğlu idi. Kime karşı? Erdoğan’a ve kurduğu korku imparatorluğuna karşı…
Neredeen nereye…
25 yıl önce-25 yıl sonra…
Çeyrek asır sonra İstanbul’u kaybederken gecekondu bölgelerinde yaşadığı oy kaybının etkisi büyük. Son 24 Haziran seçimleri ile kıyaslandığında AKP’nin oy kaybına uğramadığı ilçe yok. Bağcılar’da yaklaşık 40 bin, Ümraniye’de yaklaşık 30 bin, Esenyurt’ta, Esenler’de, K.Çekmece’de yaklaşık 20 bin, Eyüp, Üsküdar ve Zeytinburnu’nda 10 bin civarında oy kaybetti.
Oluşturduğu korku imparatorluğunun sessiz yığınları, bu kez ona karşı sesini yükseltti. ‘Ona’ diyorum, çünkü Binali Yıldırım’ın da ima ettiği üzere, bu seçimde de 24 Haziran’daki gibi aslında Erdoğan’ın kendisi yarışmıştı. Adaylar seçime girmiş ve kaybetmiş değildi. 31 Mart‘ı bir mahalli seçim olmaktan çıkarmış ve bekâ meselesi haline getirmişti. O yüzden, kaybeden Erdoğan’dı.
****
Ne idi, ne oldu…
25 yıl önce yolsuzluklara tepki olarak başkan seçilmişti. İSKİ skandalı nedeniyle kampanyasını yolsuzlukla mücadele üzerine kurmuştu. Nitekim daha sonra bir konuşmasında, “94’te İSKİ’leyenler vardı. İSKİ’yi yağmalayanlar vardı ve İstanbullular Tayyip Erdoğan’ı seçerek onlara cevabını verdiler,” diyecekti.
Peki acaba seçtikleri o Erdoğan’ın İstanbul’a ve Türkiye’ye cevabı nasıl olacaktı?
Mart 94’te Yeni Zemin dergisine verdiği röportajda, “İstanbul, İslam kültürünün merkezi olacak. Bizi diğerlerinden ayıracak birinci icraat; rüşvet, yolsuzluk ve suistimalin olmaması,” diyordu.
İslam kültüründen neyi kastediyordu bilmiyorum ama 25 yıl sonra İstanbul’u rantın, talanın, betonun, ‘havuzun’ merkezi haline getirmiş olması tam da onun riyakâr zıtlıklarla dolu grotesk hikayesine yaraşır bir tablo değil mi?
Bırakın sadece İSKİ’yi, belediyenin bütün kurum ve şirketleri gırtlağına kadar yolsuzluğa battı. Hatta o kadar battı ki Erdoğan artık ordan çıkamaz hale geldi. Sadece 31 Mart’tan bu yana kamuoyuna yansıyanlar, İstanbul’u neden bırakamadığını göstermeye yetmiyor mu?
İSKİ’lemedik ne bıraktı?..
Ve fakat bu 25 yıllık yolculukta sadece kendini değil, milleti de dönüştürdü. Muhafazakâr tabanı hırsızlığa değil, hırsızlığı kimin yaptığına bakan değer züğürdü bir topluluk haline getirdi.
****
Neredeen nereye…
25 yıl önce ‘devlet’e karşı kazanmıştı. Siyasetin ve sermayenin oligarklarını yenmişti.
Bugün devlet artık kendisi. Hatta derin devlet de yanında. Devlet Bahçeli de…
2002 seçimlerinin hemen ardından verdiği bir demeçte, “Biz devlet olmayacağız” demişti. Oldu… Bütün ceberutluğu ile, bütün keyfîliği ile tastamam bir devlet oldu. Hatta, “Ben gidersem devlet yıkılır” der oldu…
Devletten geriye kendisinden başka ne bıraktı? Ahmet Altan‘ın dediği gibi, adaleti çıkardıktan sonra devletten geriye bir çeteden başka ne kalır ki?
Ordu oyuncağı, yargı köpeği, Meclis şamar oğlanı… Sahi ne kaldı?
O kadar ki YSK’ya kendi kendini inkâr etme ve bütün dünyaya rezil olma pahasına iptal kararı aldırabiliyor. Bir tehdidine, bir vaadine bakıyor.
****
25 yıl önce kendi partisi içerisindeki dükâlığa karşı da kazanmıştı. Merhum Erbakan’la 1991 kongresinden beri kızışmış bir mücadelesi vardı. Hoca onu 94’te aday yapmak da istemiyordu aslında. Hatta Genel Merkez’e rağmen adaylık için çalışma yaptığından dolayı Erbakan, “Tövbe etsin” mesajı göndermişti kendisine. Fakat teşkilatı arkasına alarak bir şekilde mecbur bıraktı Erbakan’ı.
1998’de Fazilet Partisi içerisinde Abdullah Gül ve Bülent Arınç’larla birlikte ’Yenilikçi Hareket’i başlattığında da “Hoca, Hareket’i büyütecek adamdan çok kendine tabi olacak birini arıyor” eleştirisi getiriyordu. Nitekim parti içinde bayrak açtılar. Kongrede aday oldular. Sonra ayrı parti de kurdular. Tek başına iktidar da oldular. Cumhurbaşkanları, başbakanlar çıkardılar.
Gel zaman git zaman Tayyip Erdoğan yola beraber çıktıklarından bir kişiyi bile bırakmadı yanında. Hepsini bir bir tasfiye etti. Sattı, biçti, yok etti. Tek adam oldu. Hem partiyi hem ülkeyi tek başına yönetmeye koyuldu. Ahmet Davutoğlu’na bile tahammül edemedi, kendine yüzde yüz tabi olacak Binali Yıldırım’ı getirdi.
Şimdi o Abdullah Gül, o Ahmet Davutoğlu 20 yıl sonra bu kez kendisine karşı bir ‘Yenilikçi Hareket’ başlatıyor. Erdoğan, hocası için söylediğinin bin katını kendisi yaptı. Hem partisine hem Türkiye’ye…
****
Ne idi ne oldu…
25 yıl önce belediyeyi kazandığında, daha devir teslim bile olmadan özel bir ekibini belediyeye yerleştirmişti. Neden mi? SHP’li belediye kayıtlarla oynamasın, belgeleri yok etmesin, gider ayak yanlış bir şeyler yapmasın diye… O zamanki danışmanları Hüseyin Besli, Necmi Kadıoğlu ve Serdar Yılmaz’dan oluşan 3 kişilik ekip, belediyeye yerleşerek duruma vaziyet ediyordu.
Aradan çeyrek asır geçti. Yine bir Mart seçimi ile Erdoğan İstanbul’u kaybetti. Bu kez CHP’li başkan İmamoğlu, Erdoğan’ın adamları kayıtları kaçırmasın diye bütün veri tabanının kopyalanması talimatını veriyor. Ancak 25 yıl öncesinin devletinin bile yapmadığını Erdoğan yapacaktı. Mahkemeye emir vererek ‘yürütmeyi durdurma’ kararı çıkartacaktı.
Korkuyordu çünkü. Korkacak çok şeyi vardı artık.
“Mahkeme keşke daha önceden ‘yürütmeyi’ durdursaydı” şeklinde kinayeli eleştiriler gelmesi artık işin tabiatındandı. Çünkü Erdoğan ‘yürüten adam’dı, herkes biliyordu.
25 yılda dünyanın en güçlü insanlarından biri olacak kadar zengin bir siyasi sermaye biriktirip aynı hızla ve fütursuzca o sermayeyi ‘tüketen adam’dı.
Bir yolsuzluğun var ettiği adamken bugün artık yolsuzlukla özdeşleşen adam oldu. Biri sosyal medyada isim vermeden ‘hırsız’ diyecek olsa “Cumhurbaşkanı’na hakaret”ten içeri attırıyor.
****
Nereden geldi, nereye gidiyor?
Onun ‘demokrasi tramvayı’nın rotası hep zikzaklı ve sert dönüşlerle dolu oldu. 1998’de hapis cezası aldığında ‘ifade hürriyeti şampiyonu’ idi. ‘Demokrasi havarisi’ idi. Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi mahkûmiyet kararını açıkladıktan sonra basının karşısına geçen Erdoğan, bakın ne diyordu: “Benim yolsuzluktan değil, cinayetten değil, kul hakkı yemekten değil, sadece ve sadece okuduğum bir şiir nedeniyle ceza almam, beni değil, sadece bu ülkenin hukuk anlayışını küçültür. Yüz kızartıcı bir suç işlemedim. Hain olmadım. Hırsızlık yapmadım. Sadece fikirlerimi açıkladım.”
Bugün fikirlerini açıklayan insanların soluğu nerede aldığını söylemeye gerek var mı? Biliyorsunuz zaten. Ne diyorlar: Silivri soğuk!.. Slogan oldu artık.
Yine aynı basın toplantısında, “Düşünce özgürlüğünü arıyorum!” diye sesleniyordu. Gündüz vakti elinde fenerle Atina sokaklarına çıkıp ‘bir adam arıyordu’ sanki. Diojen olmuştu…
Bugün düşünen, düşünebilen kim varsa zindana tıkıyor.
20 yıldır, “Bir şiir okudum hapis yattım” diyen adam, bugün konuşanı hapse atıyor. “Seni başkan yaptırmayacağım” diyen muhalefet liderini tutuklatıyor. Kendisini eleştiren bir başka muhalefet liderini de “Bak biri cezaevinde süre dolduruyor, sen de aynı yola düşebilirsin” diye tehdit ediyor.
Bırakın gazetecileri, yazarları, akademisyenleri; sokak röportajı yapılan hacı amcalar, teyzeler bile “Konuşamam, tutuklatacak mısın beni!” diye tersliyor mikrofon uzatanları.
****
Bir de o açıklamanın ‘yüz kızartıcı’ bölümü var tabii…
“Yüz kızartıcı bir suç işlemedim,” diyordu ya hani…
Yıllar yıllar sonra, bırakın yüz kızartmayı, yerin dibine batırıcı suçları ortaya çıktığında ne oldu ki? Yüzü mü kızardı? Hangi mahkeme ne yapabildi? Oğluna kısık sesle paraları sıfırlattıktan 1 gün sonra, adlî düzeni fukara mukusu gibi yere yapıştırdı. Savcıları, polisleri görevden aldı, tutuklattı.
Kasımpaşalı ya…
“Mert” diyorlardı, “Sağlam irade” diyorlardı ona.
“Dik dur eğilme” diye bağırıyorlardı.
Eğilmedik, kıvırmadık, takla atmadık nesi kaldı?
Holihopu belinde…
Her şeyi tüketti, sıfırladı.
Mert adam yenilginin de kendisine yakıştığı adamdır. Rakibini tebrik etmesini bilebilen adamdır. 3 yaşında bir çocuk gibi yenilince oyunu bozana ne denir?
****
Yine 25 yıl önce, aynı DGM kararı üzerine düzenlediği basın toplantısında şöyle diyordu: “Maalesef son zamanlarda yargı kararlarının üzerine siyasetin gölgesinin düştüğü şeklinde bir izlenim kamu vicdanını yaralamaktadır. Bu da göz bebeğimiz gibi korumamız gereken demokratik hukuk devleti ilkesini zedelemektedir. Ülkemizde demokrasi giderek bir seçim metoduna dönüştürülmektedir. Halbuki demokrasi sadece seçimlerden ibaret değildir; aynı zamanda yargı ve yargıç bağımsızlığı demektir. Eğer bu iki bağımsızlık çiğnenirse demokratik bir görüntü altında baskıcı bir düzen kurulmuş olur. (…) Hukuk herkese lazımdır. (…) Hukuk, güçlü bir devlet olmanın yegâne güvencesidir.”
Siz bakın, karar verin; var mı bunların arasında bugün iğfal etmediği tek bir kavram?
Yargı imiş…
Siyasetin gölgesi imiş…
Kamu vicdanı imiş…
Demokrasi imiş…
Hukuk devleti imiş…
Hukuk herkese lazımmış-mış…
Sonra demokrasi sadece sandıktan ibaret değilmiş-miş…
Bir acı gülümseme belirmiyor mu sizin de dudaklarınızda?
Aynı adam kalktı Gezi olayları sonrası “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” dediği için dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü uluorta çineder kalburuna çevirdi. “Hayır, demokrasi sandıktır” diye tersledi. Hırsından kendi doyamadı, bir de aç trollerin kuyusuna attı kardeşi Abdullah’ı. Ondan sonraki bilmem kaç konuşmasında daha “Demokraside her şey sandıktır” diye üsteledi de üsteledi. İşte en son geçtiğimiz Ocak, Şubat aylarında yaptığı çeşitli konuşmalarda da “Demokrasilerde sandık namustur” ifadesini kullandı.
Peki 98’de niye başka türlü söylemişti öyleyse? Çok basit. O gün demokrasiye ihtiyacı vardı, öyle konuşmuştu. 2013’te artık demokrasiye değil, sadece sandığa ihtiyacı kalmıştı, böyle diyordu. Kitlelerin kendisini ne kadar da çok onayladığını, ne kadar da çok sevdiğini gösterebilmesi, gövde gösterisi yapabilmesi için sandığa ihtiyacı vardı. Başka bir meşruiyeti kalmamıştı zira.
Aradan bir 6 yıl daha geçti.
Şimdi sandık da karşısına dikilmeye başladı. Hiç tereddüt etmeden bir tekmede onu da devirdi. Bir o kalmıştı zaten… ‘Demokrasinin namusu’nu da böylece kirletti.
****
Kirleten adam!..
Kirletmedik, murdar etmedik ne bıraktı?
“İstanbul benim aşkım” diyordu mesela.
Aşkı da kirletti…
Gün gün, santim santim, ağaç ağaç, balta balta yok etti İstanbul’u.
En son o da attı sırtından yalancı süvarisini.
Perestişkârları tarafından yenen put çok gördü tarih ama kendi kendini yiyen put nadirdir. Ender bir tarihi sürece tanıklık ediyoruz.
Cümle cümle, kelime kelime, harf harf yedi kendini Erdoğan, yok etti.
Kendi hikâyesini kirleten adam!..
25 yıl önce – 25 yıl sonra…
Geriye sadece adı kalmış bir siyasi hafriyattır o…
****
Belki de sadece aslına rücû etmiştir.
“Demokrasi bir araçtır” demiş ve bir tramvaya benzetmişti zaten. İnmesi gereken yeri iyi tayin etti ve ineceği zamana doğru karar verdi belki sadece.
25 yıl önce – 25 yıl sonra…
Onun bu acıklı ve acımasız hikayesinde kimimiz kurban olduk, denizlerde boğulduk. Kimimiz işkence gördük, kimimiz kaybolduk. Kimimiz işimizden, kimimiz yurdumuzdan olduk.
Her şey çok mu güzel olacak artık, bilmiyorum.
Geriye bir tükenmez pişmanlık, silinmez bir ayıp kalacak ondan, onu biliyorum.
Acıktığında kendini yiyen put, doymak bilmeyen put, bütün tarihini, bütün hikâyesini, mazisini, değerlerini, ismini, kimliğini yiye yiye tüketecek.
Daha önce de demiştim: Tarihe bir utanç sayfası, bir hacil ad, bir kara nam kalacak ondan geriye.
Kimilerinde ise bir kapanmaz yara…
Siyasetten acayip tiksindim, herşeyimizi aldılar elimizden artık bıktım bu insanlardan yüzlerini bile görmek istemiyorum. Git gide daha de depresif oluyorum, hiç bir şeye heyecanım ya da umudum da kalmadı. İnsanlardan olabildiğince uzak durmak istiyorum, bir kaç gazeteci dışında hepsi iki yüzlü çıkarcı geliyor bana. Bu adamlar gitse bile bizi enkaz yaptılar biz düzelmeyiz artık. Ülke toparlanamaz artık. Erdoğan tüm ülkeye nefret saçtı, saçtığı nefret herkesin ayarını bozdu, sadece erdoğan değil tüm Türkiye kötü ve kötülük yapıyor buna Gülen ve çevresi de dahil, Erdoğan herkesin gerçek yüzünü ortaya çıkardı ya da kendine benzetti insanları bilemiyorum. Düştük herkes üzerimizden geçti, Erdoğan bizi düşürdü evet ama üzerimize çıkıp tekmik atanlar onlar ne olacak…
Yazı güzel de meriç’te boğulanları, “hicret” deyip kaçanları neden reyise bağladın anlamadım.
Adam size dershaneleri okul yapın, okul yapamadığınızın öğretmenlerini milli eğitime alayım dedi siz savaş açtınız. Kimin talimatıyla okulları 28 şubatta çevik bire deviretmeyi teklif eden cia uşagının talimatıyla.
Üstüne bir de 15 temmuz’u yaptınız yapana sahip çıktınız.
Şimdi albay olmalıydım diyen özsoy’a niye ki demediniz.
Adam kendini bitiriyor lakin sizlere talimat veren çelişkiler insanı çift kişilikli cia uşağı f.g yerin dibine girdi hem bu dünyada hem ahirette rezil oldu.
Bu güzel yazı, insanlıktan nasibi olanlara hitap ediyor..Maal esef komplo teorileriyle beyni sulanmış, vicdanı ölmüş olanlar için yapacak birşey yok..
Siz yazarın diğer yazılarını okumamışsınız sanırım, tam da sorularınıza cevap arayan ve irdeleyen pek çok yazısı var. 15 Temmuz serisine bir bakın derim. Ondan sonra eleştirin.
Türkler hep böyleydi. Bütün tarih boyunca yıktılar, yaktılar, takan ettiler… Ortadoğu ülkeleri, siyahlar, Ermeniler, Kürt’ler bilumum herkesi… Bir gün bunu açıkça Tvlerde tartışmaya başlarsanız be hatalarını anlatırsanız 1800 lü yıllardan beri, o zaman değişir belki Türk milleti be Türkiye. Bak benim Eritre’den bir arkadaşım vardı neler neler anlatıyordu Osmanlı ordaykene. Hakeza diğer Ortadoğu ülkelerinde yaptıkları yağmalamalar… geriye sadece Valilerini bırakıp gelirlerdi. Dinleyin Türkler nasıl Ermenilere 1920-30 yıllarda tecavüz ediyorlardı ve bebeklerini öldürüyordu. Lanetlenmiş bir ırktır Türkler ve Türk olmak….