Bir önceki bölümde Hulusi Akar’ın yükseliş sürecine bakmıştık.
Tabi orası bu serüvenin görünen yüzüydü.
Bir de görünmeyen tarafı var.
“Hulusi Akar’ın yazılmamış portresini” asıl tamamlayacak cihet burası.
“Su uyurken Hulusi’nin nasıl aktığını” daha berrak bir şekilde görebileceksiniz.
Ona neden “Türk Silahlı Fouché’si” dediğim de daha iyi anlaşılacaktır zannediyorum.
****
Deneyimli bir kurmay subayın ifadesiyle, ‘terfi yarışlarında din-Kitap-ideoloji yoktur!’
Ne vardır?
‘Sadece ben vardır. Sadece terfi vardır.’
Bir çok Silahlı Kuvvetler personelinin ittifak edeceği üzere, terfi sırasındaki adam en tehlikeli adamdır. Rakibini alt edebilmek için her şeyi yapabilir. Çünkü korkunç bir hırs ve ego giriyor devreye. ‘Neden ben değil de o?’ duygusu yiyip bitiriyor.
İşte bu noktada kimileri kendini yiyip bitirmektense önceden bir şeyler yapmaya başlıyor.
Bunların bazıları hakkı olduğuna inandığı şeyi alabilmek için etik sınırlar içinde elinden geleni yapıyor. Bazılarıysa her türlü yönteme başvurarak rakiplerine dirsek atma yoluna gidiyor.
Ne pahasına mı?
Silah arkadaşlığı, askerlik, mertlik ve vefa pahasına…
****
Yine bir önceki bölümde değindiğimiz üzere, Hulusi Akar’ın kariyerinde Ergenekon-Balyoz soruşturmalarının çok önemli bir yeri var.
1998 yılında birinci sıradan tuğgeneral, 2002 yılında yine birinci sıradan tümgeneral olan Hulusi Akar, Hilmi Özkök’ün emekli olup Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasıyla birlikte 2006 yılında terfi alamadı.
Sırası gelmişti ama ‘yeni irade’ onu korgeneral yapmadı.
2007 YAŞ’ında terfi etti ama dördüncü sıraya indirilerek.
Bu da siyasi bir tasarruftu sonuçta. İdeolojik nedenlerle alınmış bir karardı.
Eğer birinci sıradan dördüncü sıraya geriletilmeseydi, büyük ihtimalle 2011 yılındaki yükselişi hiç konuşulmayacaktı. Önünde 3 isim varken onun birinci sıradan orgeneralliğe terfi ettirilmesi büyük bir tartışma konusu olmayacaktı.
Fakat dedik ya, Hulusi Akar da 2006 yılındaki o YAŞ nedeniyle, herhalde ideolojik gruplaşmaların rolünü iyiden iyiye kavramış olmalı.
****
Daha sonra başlayan Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ile zamanın ruhu bambaşka bir iklimi haber veriyordu artık.
Gerek 2011’de birinci sıradan orgeneral olması gerekse de 2013 yılında bütün teamüller çiğnenerek kara kuvvetleri komutanlığına getirilmesi, öncelikle Ergenekon-Balyoz soruşturmaları sayesinde olacaktı.
Balyoz tutuklamalarına ve dolayısıyla o tutuklu generallerin tasfiyesine neden olduğu ileri sürülen askerî bilirkişi raporu, Binbaşı Ahmet Erdoğan’a aitti.
Buna, yazı dizisinin ikinci bölümünde değinmiştik. (Bu arada o bilirkişi raporu üzerinden eleştirilen bir diğer isim; 1. Ordu Komutanlığı Askeri Savcısı Bülent Münger’di. Münger bu konuda bir açıklama yapmış ve özetle şunları söylemişti: ‘Biz bu bilirkişi talebini, ‘belgelerin gerçek olması halinde’ varsayımı üzerinden yaptık. (…) DVD’ler içerisinde kayıtlı binlerce belgenin büyük çoğunluğu normal askeri faaliyetlere ilişkin olan ve doğru olduğu tanıklar tarafından beyan edilen belgelerdir. Bunların asılları mevcut olmadığı ve her an itibarı ile bu belgelerin asıllarının ortaya çıkma ihtimali bulunduğu için bu belgeler gerçek olduğu varsayımından hareketle incelenmesi için bilirkişiye tevdi edilmiştir. (…) Bilirkişi olarak Ahmet Erdoğan’ı ben seçmedim, Komutanlıkça seçildi. (…) ‘Bu belgeler gerçekse, bu bir darbe planıdır şeklinde rapor verince Balyoz tutuklamaları başladı’ ifadesi gerçek dışıdır. Kamuoyunu yanlış yönlendirmeye çalışan bir ifadedir. Zamanın Özel Yetkili Mahkemeleri tarafından başlatılan tutuklamalar, Gölcük Karargahı’nda döşeme altında ele geçirilen dokümandan sonra olmuştur. Özel Yetkili Savcılık tarafından gönderilen yazıya istinaden gönderilen ve ilk incelemeleri içeren bilirkişi raporlarına dayanılarak herhangi bir tutuklama olmamıştır. Müteakiben diğer bilirkişilere ait diğer raporlar ve bu raporlar çerçevesinde vermiş olduğumuz takipsizlik kararı da derhal ve vakit geçirmeksizin Özel Yetkili Savcılıklara gönderilmiştir. Özel Yetkili Savcıların göndermiş olduğumuz raporların işine gelen kısımlarını alıp bir kısım TÜBİTAK raporlarıyla veya başkaca unsurlarla birleştirdikten sonra ortaya karışık tabir edilen bir sonuca varmaları ve iddianame tanzim ederek, Özel Yetkili Mahkemede dava açmaları kendi etik, ideolojik ve yargı anlayışlarına ilişkindir.”)
****
Fakat orada yer vermediğim ve asıl bilinmesi gereken detay şu: Hulusi Akar onu Akademi Komutanı olduğu dönemden tanıyordu. Öğrencisiydi.
Ahmet Erdoğan, Akademi’den mezun olduktan bir yıl sonra Hulusi Akar’ın komutanı olduğu 3. Kolordu’da göreve başlamıştı. Her ne kadar taraflar bunu yalanlasa da bir çok iddiaya göre Akar onu icra subayı olarak yanına almıştı.
Harp Okulu’ndan farklı olarak Akademi’ye has bir özellik vardır ki, komutan öğrenciler için çok önemlidir. Orası Harp Okulu’na göre çok daha az öğrencinin olduğu, küçük, dar ve yoğun ilişkinin olduğu bir eğitim alanıdır. Akademi Komutanı, öğrencilerin her şeyini bilir.
1. Ordu askeri savcılığının talebi karşısında bilirkişi olarak Ahmet Erdoğan’ın tayin edilmesi, bizzat Hulusi Akar’ın bilgisi ve talimatı ile olmuştu. Hatta ona ayrı bir oda tahsis edilmesi ve bu raporun yazımı için yeni bir bilgisayar alınması talimatı da Akar’ın onayı ile olmuştu. Raporu da anbean takip etmişti. Neticesinden haberdardı.
Bu yüzden olacak, Hulusi Akar’ın yakın çevresine, “Bu çocuğun üzerine de benim yüzümden geliyorlar,” dediğini sağlam bir kaynaktan duymuştum.
Yani daha sonradan yapacağı “Bu raporla benim bir ilgim yok,” açıklaması gerçeği yansıtmıyor.
Bunları raporun doğruluğundan veya haklılığından bağımsız olarak yazıyorum.
Balyoz’un bir darbe planı olduğundan şahsen benim bir kuşkum yok. Çetin Doğan bir darbe yapabilmek için yanıp tutuşuyordu.
Bu bir yana… Sonuç olarak o raporun ardından tutuklamaların başladığı ve TSK’da tarihin akışının değiştiği, yaygın bir kanaat.
Ya da daha önce değiştirilen suyun akış yönü, tekrar yatağına döndürülmüştü.
Bilemiyorum.
Bildiğim şu ki, artık “Hulusi de akmaya başlamıştı.”
Su uyusa bile…
****
2013 YAŞ’ına gelelim…
Hulusi Akar’ın kara kuvvetleri komutanı oluşuna yani.
Hem de kendisine göre daha kıdemli olan Jandarma Genel Komutanı Bekir Kalyoncu, 1. Ordu Komutanı Yalçın Ataman ve EDOK Komutanı Servet Yörük gibi isimlere rağmen…
Kara kuvvetleri komutanı oluşuna kesin gözüyle bakılan Bekir Kalyoncu, emekli edildi. İdeolojik olarak askeri vesayet zihniyetine yakın olsa da aslında donanımlı ve koltuğunu dolduran bir asker olarak tanınıyordu.
Yalçın Ataman’ın ekarte edilişi de zor olmadı.
Adı 28 Şubat iddianamesinde geçiyordu. 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Muhabere ve Bilgi Sistemleri Destek Komutanı idi.
Gerçi hakkında dava açılmamıştı ama 2012 yılında, 1. Ordu Komutanı sıfatıyla şüpheli olarak ifadeye çağrılması bile yetmişti.
****
Peki adı nasıl bu dosyaya girmişti?
Bir bakalım mı?
Daha sonradan tutuklanan 28 Şubat Savcısı Mustafa Bilgili‘nin savcılık ifadesinde ilginç bir detay var. Gazeteci Müyesser Yıldız da bir yazısında dikkat çekti. Diyor ki Bilgili, “Soruşturmayı yürüttüğüm sırada Genelkurmay Başkanlığı’na dosyamızdan yazdığımız resmî talep yazılarımızla gitmiştim. Genelkurmay 2. Başkanı Hulusi Akar’ı ziyaret edip, niçin ziyarete geldiğimizi anlattım. O da bir subay çağırdı. Gelen şahıs Muharrem Köse’ydi (Adli Müşavir). Köse, çok gizli belgeleri de kendisi bizzat getirip bana teslim ediyordu. Genelkurmay belgelerini zaman zaman gizli olması sebebiyle kurye aracılığıyla gönderiyordu. 28 Şubat soruşturma dosyasında biz Genelkurmay’dan soyadı Ataman olan bir korgeneralle ilgili bilgi ve belge istemiştik. Bir hafta sonu Ataman soyadlı bu korgeneralin ifadesini aldık. Bu şahsın adliyeye getirilip götürülmesi konusunda da Muharrem Köse aracı oldu. Şahıs, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Bu şahsın adı hazırladığım 28 Şubat iddianamesinde de geçiyordu.”
Mustafa Bilgili, 1. Ordu Komutanı Ataman’ı Batı Çalışma Grubu (BÇG) nedeniyle ifadeye çağırmıştı ama Ataman’ın BÇG ile bir ilgisi yoktu.
Savcılık, BÇG iddiaları ile ilgili olarak o dönem Genelkurmay’da başkan veya daire başkanı olanların listesini istemişti. Ancak bir el, listeye Yalçın Ataman’ın da adını eklemişti.
Müyesser Yıldız, Yalçın Ataman’ın yakın çevresine ve devrelerine dayandırarak, “Adı 28 Şubat’a bilinçli olarak karıştırıldı” görüşünü dillendirecekti. Bunun için de işaret edilen isim elbette Hulusi Akar’dı.
Bir iddiaya göre dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Akar, bu işlemi Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in yurtdışı ziyaretinde olduğu bir sırada yapmıştı.
Ataman’ın da mahkemeden serbest kaldıktan sonra, aynı zamanda devresi olan Necdet Özel’i aradığı ve “Ben o dönemde Genelkurmay karargâhında çalışmadığım halde ismim neden listeye eklendi?” diye sorduğu ve Özel’in “Benim olaydan haberim yoktu. Evrakın gönderildiği zaman ben bir yurtdışı seyahatindeydim,” cevabını verdiği ileri sürülüyor.
****
Yoksa Yalçın Ataman kara kuvvetleri komutanı olabilir miydi?
Şansı var mıydı?
Müyesser Yıldız’ın o yazısındaki bir diğer iddiaya göre Necdet Özel, 2013 şura toplantısı öncesi dönemin Başbakanı Erdoğan’la görüşmüş ve devresi Yalçın Ataman’ın kara kuvvetleri komutanı olmasını teklif etmişti. Yani aslında gönlünde yatan isim Yalçın Ataman’dı. Recep Tayyip Erdoğan ise isminin 28 Şubat’a karışmış olması nedeniyle öneriye karşı çıkmıştı. Yalçın Ataman o sene Harp Akademileri Komutanı yapılmış ve ertesi yıl da emekli edilmişti.
Eğer aksi olsaydı Hulusi Akar ya Jandarma Genel Komutanı ya 1. Ordu Komutanı ya da Ege Ordu Komutanı olacak ve iki yıl sonra da emekliye ayrılacaktı.
Buradaki ince işçiliğin daha iyi anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verelim: E-muhtıra döneminin Genelkurmay Genel Sekreteri kimdi? Salih Zeki Çolak. Peki Çolak bundan dolayı bir engelle karşılaştı mı? Siyasi iradenin hışmına uğradı mı? Hayır. Tam tersine, çıkabileceği en üst makama kadar yükseltildi. Hulusi Akar’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde o da Kara Kuvvetleri Komutanı oldu.
****
Genelkurmay Başkanlığı’na giden yolda neler yaşandı peki?
Daha önceki bölümlerde ifade ettiğim gibi, Akar dengeleri çok iyi gözetti.
Süreci başarıyla yönetti.
İşine yarayacak her grupla, her insanla iyi ilişkilere girdi.
Her yerden kendisine bilgi akışı olmasını önemsiyordu. İstihbarat yönü kuvvetliydi. Şöyle bir örnek vereyim: 15 Temmuz gecesi çatışmada hayatını kaybeden dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler’in emir subayı Binbaşı Mehmet Akkurt için, “Hulusi Akar’a bağlılığı Yaşar Güler’den daha fazladır,” deniyor.
Sadece Karargâh içinden değil, jandarmadan, havacılardan, denizcilerden ve MİT’ten ona bilgi getiren adamlar vardı.
Hatırlayın, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal’ın MİT’e ait bir araçla gizlice Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na gidip Tayyip Erdoğan’la yaptığı kapalı görüşmelerin istihbaratını almıştı Akar. Sonra onu gizli gizli takip ettirmişti.
Bunun gibi bir çok yerden bilgi akışı vardı.
****
Peki bunu nasıl sağlıyordu?
Bir kere maiyetine pek iyi davranmadığı bilinen bir komutan Hulusi Akar. Buna rağmen nasıl oluyordu da bir çok insan ona hizmet için dört dönüyordu?
Bunun farklı sebepleri var.
Kişisel olarak, birebir ilişkilerini iyi tuttuğu, önem verdiği insanları onore ettiği, birebirde onlara adeta ‘orgeneral gibi’ iltifat ettiği anlatılıyor. “Bu adamın yerli olsun, yabancı olsun, birebirde gönlünü alamayacağı hiç kimse yoktur. Hulusi Akar’ı Hulusi Akar yapan da budur,” deniyor onun için. Tipik bir politikacı özelliği.
Mesela Mehmet Dişli’nin de Akar’ın Karargâh içindeki ‘kuşu’ olduğu belirtiliyor.
Bunun dışında bir de siyasi sebepler var. Cemaat’e yakın olan askerler, sivil bağlantıları üzerinden müthiş derecede inandırılmıştı Akar’a. “Memleketin ve Türk Ordusu’nun geleceğini kurtaracak kişi” olarak lanse ediliyordu. Bu yüzden, ona bilgi getirmeyi adeta ‘vatana millete hizmet’ gibi görenler vardı.
****
Cemaat dışındaki bağlantılar ise tam tersine, ‘bir gün Cemaat’i bitirecek adam’ gözüyle baktıkları için onu el altından desteklediler.
Bir önceki bölümde Hakan Fidan ve MİT’in, onun kuvvet komutanlığı için nasıl devreye girdiğine değinmiştim.
Bir sonraki bölümde biraz daha mercek tutacağım bu konuya.
Ama şimdilik bu kısmın daha iyi anlaşılması için bir örnek daha vereyim. Biliyorsunuz, 15 Temmuz’un en önemli aktörlerinden birisi MİT’çi Sadık Üstün’dü. Kendisi o gece perde gerisinden müthiş bir trafik yürüttü ve kurulacak yeni rejimin taşlarını döşedi. Daha ortada hiç bir şey yokken Akın Öztürk’ün ‘darbenin 1 numarası’ olarak ilan edilmesini sağladı. Akın Öztürk de mahkemedeki savunmasında, Sadık Üstün’ün Abidin Ünal’ın sırdaşı olduğunu ve Hulusi Akar’la da gizli gizli görüştüğünü anlattı.
Sadık Üstün, Harp Okulu Öğrenci Alay Komutanı olmasına rağmen terfi edemeyerek albaylıktan emekli edilmiş bir eski TSK mensubu. O da Yaşar Büyükanıt devrinin kurbanlarından. Harp Okulu tarihinin kurmay albaylıktan emekli edilen ilk komutanı. Tıpkı Hulusi Akar’ın Büyükanıt döneminde terfi edememesi gibi… Belki Abdullah Gül’ün desteği olmasa Akar da erkenden emekli edilecekti.
Sadık Üstün, Hakan Fidan tarafından MİT’e alındı.
Hulusi Akar’la da teamüllerin dışında, kapalı kapılar ardında ve düzenli olarak bir araya geldikleri biliniyor. Akar kuvvet komutanı iken özellikle hafta sonları, gizlice buluştukları yönünde bilgiler var.
ABD-NATO kanadından güçlü bağlantıları olan Akar, bir yandan Cavit Çağlar-Zekeriya Öztürk ikilisi üzerinden Rusya bağını kurmuştu. Hem ulusalcı çevrelerden hem Cemaat’ten hem de AKP içinden bilgi topluyordu. TSK içinde de bütün kuvvetlerden ve komutanlıklardan kendisine istihbarat sağlayan ‘ajanları’ vardı.
Kara Kuvvetleri’nden Genelkurmay’a geçti. Bütün orduların komutanı oldu ama hala kuvvetten bazı askerlere, “Salih Zeki Çolak ne yapar? Benim arkamda durur mu?” diye sorup nabız yokladığı iddia ediliyor.
Burada garip olan nokta şurası: Hulusi Akar bu soruyu sorarken Genelkurmay Başkanı’ydı. Salih Zeki Çolak ise onun altında bir kuvvet komutanı. Emir verirsiniz, yapar. Hangi konuda arkanızda duracak? Ne yapacaksınız ki arkanızda durup durmayacağını merak ediyorsunuz?
İşin aslı şu ki, Hulusi Akar bu tür söylemlerle, sorularla ve tavırlarla bir yerlere bazı mesajlar gönderiyordu.
Bu, geleceğe dönük bir örgünün parçasından başka bir şey değildi.
Çünkü bu soruyu sormaya başladığında, 15 Temmuz’a 6 ay kadar vardı.
****
Gelelim Recep Tayyip Erdoğan’la ilişkisine…
Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ve Cemaat’e yakın biri olarak kabul edildiğinden dolayı, Recep Tayyip Erdoğan kendisine uzunca bir süre kuşku ile bakmıştı.
Bu nedenle Hulusi Akar, özellikle 2014’ten sonra Abdullah Gül’le yan yana anılmamaya çalışıyordu. Hatta sırf bu yüzden Gül’le birlikte okudukları ‘taş mektep’ olarak bilinen Kayseri Lisesi’ni zikretmemeye çalıştığı, özgeçmişine Kayseri Lisesi yazılması karşısında sinirlendiği ve “Ben Sümer Lisesi mezunuyum” dediği anlatılıyor.
Halbuki bu okul, Kayseri Lisesi’nde okurken son sınıfta bir disiplin suçu nedeniyle atılmasının ardından kaydolduğu ve bir kaç ay sonra mezun olduğu okuldu. Buna rağmen onunla anılmayı tercih ediyordu.
Tıpkı bir zamanlar baba tarafının dayandığı Balıkesir Manyas ile anılmaktansa hep Kayseri ile anılmayı tercih etmesi gibi…
Nedendir bilinmez.
****
Ayrıca Necdet Özel’in görev süresini uzatırlar veya 2014 yılında Jandarma Genel Komutanı olan Abdullah Atay’ı genelkurmay başkanı yaparlar diye endişesi vardı. Bunu ortadan kaldırabilmek için çok uğraşıyordu. Bilhassa Hakan Fidan üzerinden, aleyhindeki bu olumsuz yargıyı yıkabilmek için sayısız girişimleri vardı.
Peki kendisine pek güvenmediği bilinen Recep Tayyip Erdoğan’ın gözüne nasıl girdi?
Bunun da irili-ufaklı birden fazla sebebi vardır muhakkak.
Mesela daha önceki bir yazıda değindiğimiz gibi, Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemde yapılan bir fişleme belgesine göre Hulusi Akar, “Ordudaki Cemaat yapılanmasını temizleyeceğim,” diyerek Cumhurbaşkanı ile anlaşmıştı. Bu belge, 15 Temmuz çatı davası klasörlerinde mevcut.
Yani eğer buradaki iddia doğru ise, daha önceden olmamışsa bile tam da 2013 ve sonrasında, Erdoğan ile aralarında bir mutabakat kurulmuş demektir.
Tam da Hulusi Akar’ın Gül’den uzak durmaya çalıştığı dönem…
Tam da Necdet Özel’in Yalçın Ataman’ı önermesine rağmen Erdoğan’ın Hulusi Akar’ın önünü açtığı devre…
****
Bunun dışında ben size bir başka hadiseyi aktaracağım.
Hulusi Akar’ın Erdoğan’ın ‘kalbini nasıl kazandığını’ anlamamız bakımından belki küçük ama çok anlamlı bir örnek…
Akar, TSK’nın askerî arazilerini hükümete devretme sözü vererek Erdoğan’ı ’12’den vurmuştu.’
Bunu ne zaman yaptı?
Dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in gözünde zona çıktığı zaman.
Yıl 2014’tü.
Temmuz ayıydı.
Henüz Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmemişti. Başbakanlıkta son günleriydi. Özellikle Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na devrini öngören düzenleme, Necdet Özel’i çok sıkmıştı. Gözünde zona çıktı. Bir hafta GATA’da tedavi gördü.
İşte tam o sırada Hulusi Akar, TSK’ya ait arsaları gösteren kapsamlı bir arazi çalışması yaptırdı. Özel’den habersiz olarak bu dosyayı alıp dönemin başbakanı Erdoğan’ın yanına gitti. Haritaları, grafikleri masaya serdi. “Sayın Başbakanım elimizde fazladan arsalar var. Bunlar bize yük. Silahlı Kuvvetler’in asli vazifesi içerisinde emlakçılık, gayrimenkul yatırımı, zenginleşme yok. Biz bunları ne yapacağız? Fazladan nöbetçi çıkarıyoruz buralar için. Bize ekstra maliyet. Sivil yönetime verelim, vatana millete daha çok faydalı olsun,” dedi.
Belki teknik olarak bu doğru bir tavırdı. Gerçekten de TSK’nın revizyonu için bu tür küçülmelere gitmek gerekiyordu.
Fakat iddia o ki, Hulusi Akar bunu ordunun yeniden yapılanması çerçevesinde değil, Erdoğan’ın kalbini kazanabilmek için yapmıştı.
Nitekim bu brifingi Necdet Özel hastanede iken ve ondan gizlice yapmış olması, bu görüşü kuvvetlendiriyor.
Akar böylece Erdoğan’ı en zayıf yerinden vurmuştu.
Bütün ‘kupon arazileri’ parsel parsel kendisine sunmuştu.
Bir Başbakanlık bürokratı, “Bu brifingi verdiği zamanki neşesi muhtemelen genelkurmay başkanı olduğundaki neşesinden daha fazlaydı. O çalışmayı yaptırdığında zaten böyle bir sonuç çıkacağından emindi muhtemelen. Sayın Başbakan’a karşı en büyük hamlesi bu araziler oldu,” diyor.
Piyonları yedirip veziri kıstırmıştı.
Hulusi Akar’ın oyun kuruculuğunu küçümsememenizi tavsiye ederim.
Gazeteci Müyesser Yıldız, 18 Mayıs 2015 tarihli “Tayinler neden ertelendi” başlıklı yazısında, “Erdoğan ve ekibinin Akar ismine sıcak bakmadığı herkesin bildiği bir sır. Burada bir parantez açıp, şahsi görüşümü paylaşayım; Erdoğan Davutoğlu’nu istemeye istemeye Başbakan yapmadı mı? Aynı şey pekala Akar için de geçerli olabilir,” demişti ya, haklı çıktı.
Erdoğan da Akar da birbirini hiç sevmiyordu aslında.
Fakat bir anlaşma yaptılar ve suç ortakları oldular.
“İkimiz de birbirimizin suçlarını biliyoruz; öyleyse bundan sonra ölene kadar dostuz” şeklindeki film repliğinde olduğu gibi…
-DEVAM EDECEK-