Birinci bölümde, AKP lideri Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla ziyaret ettiği Amasra maden faciası bölgesinde, “Biz kader planına iman etmiş insanlarız,” ifadesini kullanması üzerinde durmuştuk.
Yazının girişinde, Erdoğan’ın bu açıklaması ile aynı gün, Gülen Hareketi’nin en öndeki isimlerinden Abdullah Aymaz’ın, “Asr-ı Saadet’ten örnekler ve günümüz” başlıklı yazısını okuduğumu kaydetmiştim.
Bu yazının, Cemaat’in özellikle 15 Temmuz sonrası süreçte sıklıkla başvurduğu “yolun kaderi” söyleminin bir türevi olduğu görüşünü de ekleyerek…
Bu bölümde buradan devam edeceğiz.
****
“Yolun kaderi” ile neyin murat edildiğini bilmiyor değilim elbette.
Girilen uzun, meşakkatli, dağdağalı; ama bir o kadar da uğruna çekilesi, feda edilesi, ölünesi yolu anlatmak için kullanılır.
Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur ve derin sular vardır.
Lokman Peygamber’in oğluna “Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir,” öğüdünü verirken kastettiği azim ve sebat budur.
Tek bir dine, cemaate, gruba ya da görüşe bağlı da değildir.
“Mücadele” adına ne varsa; ister devrimci mücadele, ister milli mücedele, isterse dinî mücadele olsun, hepsinde benzer söylemler ve yöntemler görülebilir.
Dili farklıdır sadece.
****
Burada asıl mesele, -bence kaçınılmaz olarak- ’yolun kaderi’nin kurnazca esnetilmesi, bir araca ve bir istismara dönüştürülmesidir.
Hesap vermeye, şeffaflığa, sorgulamaya, adalete, insanca muamele görmeye, itiraza, farklı fikirlere, aklın gereklerine karşı bir tür ‘susturuculu silah’ gibi kullanılmasıdır.
Tam da bu nedenlerle, bayrağı taşıyanların, ‘yolun kaderi’ diye diye, karşısına çıkılan hakim gücün ta kendisi olup çıkmasıdır.
Erdoğan’ın kullandığı “kader” dili ile aynı amaç için kullanılmasıdır.
Arada hiçbir farkın kalmamasıdır.
****
Şimdi bu açıklamadan sonra mevzuya girebiliriz kanaatindeyim.
Abdullah Aymaz, yazısında Hicret’in 4. Yılında yaşanan iki ayrı hadiseyi referans alıyor. Her ikisi de kendilerine İslam’ı öğretmeleri için Peygamberimizden bilgili sahabeler talep eden kabilelerin kurduğu tuzaklar.
Her iki hadisede de bu gözde sahabeler yolda saldırıya uğruyor ve öldürülüyorlar.
Aymaz, açıkça zikretmese de net anlaşılacak şekilde sözü 15 Temmuz’a getiriyor ve “Bu da bir tuzaktı. Peygamber Efendimiz bile tuzağa düşebilmişse Hocaefendi de düşebilir. Nasıl ki ondan hesap sorulmamışsa Hocamız’dan da sorulmamalı,” anlamına gelen sözler sarfediyor.
“Peygamberimiz’in kararlarını sorgulayanlar sadece münafıklardı,” diyor.
“İçimizden Hocamız`ı sorgulayanlar da münafıklardır,” diye anlaşılacak şekilde…
****
Bu yazıda anlatılanlardan bağımsız olarak genel ve teorik bir itirazla başlamak istiyorum.
Bir kere nakledilen bu hadiselerin aslını kesin olarak bilmiyoruz.
İşte hemen yanı başımızda ve dün gerçekleşmiş olan 15 Temmuz keşmekeşinde bile bu kadar medya, dijital medya ve sosyal medya kaynaklarına rağmen hadisenin farklı farklı bir sürü versiyonlarını duyuyorsak tarihteki olayların tam olarak nasıl cereyan ettiğini de mutlak olarak bilmemize imkan yok.
İlk siyer, siret ve megazi kitaplarının en eskisinin bile Hz. Peygamber’in vefatından bir buçuk asır sonra yazılmış olması, bazısının orijinal halininin bulunamaması ve ilk olarak bir milenyum sonra basılabilmesi gibi faktörler ortada iken…
Üstelik bunların bir kısmı günümüzde güvenilir, bilimsel kaynak olarak kabul edilmezken… Ve hatta bazıları İslam dünyasında bile makbul isimler olarak görülmezken…
Örneğin ilk siyer kitabının sahibi İbn-i İshak, bazı günümüz ilahiyatçıları ve dinî aktörleri tarafından muteber sayılmıyor.
Buna ilaveten sahih sayılan bazı hadislerin bile günümüzde uydurma çıkması karşısında ciddi kafa karışıklığı yaşandığı da bir gerçek.
İlk hadis tedvininin Peygamber’in vefatından bir asırdan uzun bir süre sonra başlaması, ilk tefsir olan Taberi tefsirinin 3 asır sonra gelmesi, İlk tarih kitapları Ya‘kûbî ve Taberi tarihlerinin yine 3 asır sonrası yazılması, nakledilen her bir tarihî olayın mutlak ve tartışmasız bir şekilde aktarıldığı gibi kabul edilmesini zorlaştırıyor.
****
Şimdi bu parantezi kapatıp yazıya geri dönelim.
Bahsedilen iki tuzak hadisesinin tam olarak aktarıldığı gibi cereyan ettiğini kabul ediyorum.
Peki kendi kararlarını istişareye ve sorguya açmaktan çekinmeyen Peygamber’e bu iki olayda tam olarak neler söylendiğini, ne gibi itirazlar geldiğini veya daha öncesinde hangi noktalardan uyarılar geldiğini bilebilme şansımız var mı? Yok.
Kararı sorgulayanların sadece ve mutlaka ‘münafıklar’ olduğunun kaydını tutan kim? Bunu paylaşan kaynağın güvenirliğini garanti altına alan ne?
Diyelim ki bu noktalarda da bir kafa karışıklığı yok. Her şey Aymaz’ın yazdığı gibi. Öyle varsayalım.
Peki bu, aradan kaç asır geçerse geçsin ve ne türden çetrefilli bir hadise yaşanırsa yaşansın hepsine bir dikiş kalıbı gibi uyarlanabilir mi?
Emil Cioran’ın kullandığı anlamdan farklı bir şekilde söyleyeceğim; “İçinde peygamber uyuyan insanlar” bunlar. İhtiyaç duyduklarında uyandırır ve konuştururlar. Konuşan kendileridir ama size peygamber gibi sunarlar.
İtiraz edebilme şansınız var mı?
“Müslümansanız kabul etmek zorundasınız.”
Mızrakların ucuna Kur`an sayfaları takar gibi, “Peygamber susturuculu” silahları ile sustururlar sizi.
“Silahları” diyorum; çünkü yeri gelir ayetleri, yeri gelir hadisleri, yeri gelir Peygamber kıssalarını kendi argümanları için silah gibi kullanırlar.
Bağlamı nedir, siyakı sibakı nedir, muhtevası nedir, kompozisyonu nedir, ruhu nedir, kimyası nedir, tefsiri nedir farketmez.
Susturmak mı istiyorsunuz? Takarsınız oradan bir Uhud Savaşı anekdotu, Okçular Tepesi susturucusu, verirsiniz oradan bir Necid kabilesi hilebazlığı; münafık değilse susar.
****
Aradan geçen 1500 yılda üretilen bilim, felsefe önemli değildir.
Düşünmenin, fikir üretmenin, stratejinin, tarihi tecrübelerin, siyasetin, aklın, mantığın, analitik zekânın, müzakerenin, mukayesenin hiç bir anlamı yok.
Ne kadar karmaşık, ne kadar çok katmanlı, ne kadar girift olursa olsun; ne kadar disiplinler arası bakış gerektirirse gerektirsin; bir meselede zihniniz berrak değilse ve soru soruyorsanız bunca yılın ilmî birikimini bir kenara bırakıp Hz. Peygamber döneminden bir mesel ile susturulabilirsiniz.
****
Bu, meselenin bir boyutu.
Bir diğer vechesine gelince…
Kararlarını ‘münafıklardan’ başkasının sorgulayamadığı peygamberler dışında bu ayrıcalık kimlere verilmiştir?
“Hikmetinden sual olunmazlık” hakkı kimlerde var?
Bu da bir çeşit, lidere ‘tanrısallık’ atfetmek değil midir?
Değilse bile, yapıp ettiklerini tıpkı peygamberler gibi algılayacağımız ve kararlarını sorgulamayacağımız önderler kimlerdir?
Bunun yetkisi, ruhsatı, ehliyeti, onayı nereden ve nasıl alınmaktadır?
Peygamber’in yaşadıkları başka herhangi bir olaya şablon olarak uyarlanabilir mi?
Kıyamete kadar yaşanan ve yaşanacak her şeye cevap olabilir mi?
Yöneticinin kararlarını sorgulamak Peygamber’in yaşadıkları ile kıyaslayabilir mi?
Kutsal nedir, kimdir?
Siyaset nedir, siyasi karar nedir, nasıl alınır?
Bunların hepsi ile ilgili yorum yetkisi kimdedir? Yetkiyi nereden alır?
Şu durumda kim yaptıklarından sorumlu tutulabilir ki?
Kimi suçlayabiliriz ki?
Ne maden facialarından ötürü Tayyip Erdoğan’a hesap sorabiliriz ne de zincirleme hatalarla bugünkü kitlesel kırıma doğrudan ya da dolaylı katkıda bulunmuş olan Cemaat yöneticilerine…
****
Hem siyaset yapabilme veya siyasi kararlar alabilme hem de sorumluluk taşımama ayrıcalığı ne muazzam!
Bu imtiyazı kimler elinde tutabilir, kimler tutamaz?
“Kader”, “yolun kaderi”, “Peygamber hayatı” diyemeyen seküler liderlerin kabahati ne o zaman?
Eleştirel aklı, tartışmayı ve itiraz kültürünü yok eden; insan iradesini yok sayan, aklı baskılayan ve netice itibariyle gelişip ilerlemeyi, terakkiyi durduran bir işlev görmüyor mu bu dil?
Acaba İslam dünyası denilen o dünyanın yüzyıllardır içinde bulunduğu zavallılığın cevabı burada yatıyor olabilir mi?
Bu bir soru gibi duruyor ama aslında değil. Cevabı içinde.
****
Oysa mesele “olacakları önceden sezip sezememek” de değil.
Her kararını manevi alemde Peygamber’le istişare ederek aldığına inananlar dışında hiç kimsenin Gülen’i, “Neden sezemedin?” diye sorguladığı yok.
O şekilde inananlar da zaten sorgulamazlar.
Aslında sorgulanan “Nasıl tuzağa düşersiniz?” de değil.
İnsan bu. Tuzağa da düşer.
Önemli olan nasıl düşüldüğü ve sonrasında ne yapıldığıdır.
Burada asıl sorgulanan, alınan kararlar ve bu kararların alınma biçimi.
Yıllarca süren zincirleme hatalara nasıl imza atıldığı…
Yani bu kadar insan ölmüş, hapse girmiş, işini kaybetmiş, şeytanlaştırılmış, hakarete uğramış, evinden yurdundan olmuş, malına mülküne el konulmuş yine de kimse “Bütün bunların sebebi ne?” diye sormayacak mı?
“Yolun kaderi” deyip geçecek mi herkes?
Acaba yol nedir, kader nedir, ne değildir?
Neleri kapsadığına kim karar verir?
Yol size söylendiği gibi midir?
Yoldan hiç sapılmış mıdır? Hiç çıkılmış mıdır?
Yolcuların kaderi tam olarak kime ve kimlere bağlıdır?
Bu kadar şey yaşandıktan sonra bu soruları da kimse soramayacak mı?
Çünkü burada inanılan ve inandırılan şudur: “Biz nizami olarak yol kenarına park etmiş bir arabaydık; zıvanadan çıkmış, gözü dönmüş bir deli dana gelip bize saldırdı; boynuzları ile bizi haşat etti.“
Acaba tam olarak durum bu mu?
“Acaba bizim de hatamız var mı?” diye sorgulamayacak mı kimse?
“Başka türlüsü de olabilir miydi?”, “Başka yöntemler de bulunabilir miydi?” diye merak etmeyecek mi?
Bu tuzağa düşülmeyebilir miydi? Nasıl düşüldü? Ne kadar sürede düşüldü? Kaç kişi ile düşüldü?
Tuzakta kimler rol aldı? Neler yaptılar? Cemaat içinde bağlantıları var mıydı? Varsa bu bağlantılar kimlerdi? Konumları, vazifeleri, lidere yakınlıkları ne şekildeydi? Tuzağı nasıl kurdular?
Cemaat içindeki belli bazı isimler olmasaydı yine de tuzağa düşülebilir miydi?
Bu tuzağa düşülebilmesini sağlayan sistemik arızalar var mıydı?
Hiç lideri uyaran ya da uyaranlar oldu mu? Oldu ise bu uyarılar nelerdi? Hangi gerekçelerle, ne kadar sayıda, ne kadar uzun bir zaman dilimi içinde bu uyarılar yapıldı? Ve bu ikazlara ne cevaplar verildi?
Sonradan bu uyarılar içinde haklı çıkanlar oldu mu?
Lider şu anda bu hataları kabul ediyor mu?
Ediyorsa bundan tabanın haberi var mı?
Yoksa niye yok?
Önemli olan insan mıdır yoksa yapı mıdır?
Cemaatin selameti ve kamu menfaati için insanların bir kısmı feda edilebilir mi?
Bu tuzakta rol alanlara ne yapıldı?
Tuzağa düşülmesine yol açan arızalar ortadan kalktı mı?
Yoksa bir daha bir daha tuzağa mı düşülecek?
Bütün bunlar yazgı mı?
Sormasın mı kimse?
Ben bu 15 Temmuz tuzağı ile ilgili 37 bölümlük bir yazı dizisi yaptım; orada yöneticilere sorulması gereken yüzlerce soru var. Bunlara kimse cevap vermeyecek mi?
Soranlar münafık mı olacak?
****
Daha da fenası; Abdullah Aymaz, bu sorduğum soruların cevabını bilmiyor mu?
Kat kat fazlasını biliyor.
Fakat bütün kurbanlar adına bunun hesabını sormak yerine kendisi soru soranların karşısına dikilmeyi tercih ediyor.
Hem de Peygamber’i maske yaparak…
Dinî kaynaklarda bilip de susmanın, görüp de görmezden gelmenin, nizam bozulmasın diye adaleti feda etmenin nasıl lanetlendiğine dair de bir sürü misal var. Onları niye konuşmuyoruz?
Demek ki bunların hepsi bir tercih meselesi.
Nerede durduğunuzla alakalı.
****
Tabii yorum ve yontma hakkı onlardadır.
İyi olanlar onların yolunun doğruluğunun teyidi, kötü olanlar yolun kaderidir.
Yanlış da yapılsa bir sevap vardır.
Soru sormak kaderi tenkit etmektir. “Kaderi tenkit eden de başını örse vurur, kırar.”
İster Tayyip Erdoğan olsun ister Abdullah Aymaz…
Bugün biri zalim, biri mağdur olabilir. İkisi de bir daha asla sulh bulamayacak bir savaşın düşmanları olabilir.
Fakat ikisinin de düşünce havzası aynı.
Niyetleri farklı olsa da ikisinin de yöntemleri benzer.
İkisi de bir şeyleri örtmek için dini maske olarak kullanıyor.
“Önemli olan inananlarla inanmayanlar arasındaki farklılık değil; umursayanlarla umursamayanlar arasındaki farklılıktır.”
-DEVAM EDECEK-
Bu konuyu müthiş yazıyorsunuz Allah yar ve yardımcınız olsun
Kısa ve net olmayacaksa devam etmesin mümkünse. Yazıyı çok dolandırıp tekrara düşüyorsunuz. Okurken yoruldum.
Ahmet bey geçmiş olsun. Haber Dosyalarınızı bekliyoruz.
Ben kandırılmış bir müslüman olarak söylüyorum;
artık
17/25 Aralık operasyonlarının,
15 temmuzun
birer “cemaat” = fetullah gülen operasyonu olduğunu kabul edelim
ve
“Cemaate tuzak kuruldu” söylemini artık kullanmayalım.
17/25 Aralık operasyonları bir cemaatin masum siyasilere yaptığı bir kumpastı. Basta siyasiler,
tüm toplum yaptığı anlaşmaya sadık ve asla ihanet etmeyen bir karaktere sahiptiler. Tek suçlu cemaat idi ki, bu nedenle herkes rahatça şeytan taşlar gibi taşladı cemaati. Sonrasında ülke giderek kendini toparladı, bütün kirli bürokratları temizledi ve tepeden tırnağa çok temiz bir devlet yapısı haline geldi. 15 Temmuz ile de benim gibi on binlerce insanı işten çıkarıp, hapse atarak toplumu da temizledi. Artık çok huzurlu bir toplum olmaya ramak kaldı. Bir de “bırakın biribirlerini yesinler” diyenler “çaliyor ama çalışıyor diyenleri” de benim az yakınıma gömünce ülke dikensiz gül bahçesi olacak. Hadi bakalım az kaldı…
Büyük ulema Ahmet Dönmez, hadis ilmine de el atmış,hem de “KURAN BİZE YETERCİ”ekolün sapık argümanlarıyla,hep böyle ol Ahmet,meşhur yazı dizisinin özeti neydi sahi”PİSLİĞN BAŞI FETHULLAH GÜLENDİR”diye nokta koymuştun ve AHVAL deki röportajında da”cemaatle hiçbir ilginin olmadığını “kendi dillerinle söyledin ,bütün bunlara rağmen hala sana cemaatın bir mensubu gibi değer veren-sözlerini kale alan saf köylü bir cemaat kitlesi var. Cemaatın başındaki insana açıkca “PİSLİĞİN BAŞI FETHULLAH GÜLENDİR”imasında bulunan kişiyle cemaat mensubu bizim bir alakamız olamaz ve o AHMET DÖNMEZ apaçık bir düşmanımızdır,onunla sonuna kadar cihad etmek boynumuzun borcudur.Cemaatin içinde bir kısım arızalar varsa bunu cemaat mensupları olarak bizler hesabını soruyor ve gidermeye çalışıyoruz,cemaat mensubu olmadığını kendi dilleriyle ifade eden AHMET DÖNMEZin ,mensubu olamadığı bir cemaate akıl vermeye kalkması bir küstahlıktır ve meşhur atalar sözüyle “it ürür kervan yürür “diyoruz,saftirik Ahmet Dönmez muhiblerinin de gözlerini açmasını dileriz,cemaatin iç işlerine karışmak ,biz dururken AHMET E düşmez,yürü Ahmet başka kapıya.
İşin ilginç yanı Hakan Fidan da ,cemaatın başındaki insan ile ilgili aynı söylemde bulunuyor,bunu deyince Ahmet Üstad bir de alınıyor,alınma ÜSTAD niye bu amaç-fikir benzerliği ,vatandaşa bunu açıklamaya çalış.Şimdi vatandaş haklı olarak düşünüyor ,ilk günlerdeki 15 Temmuz videolarında bahsettiğin ,kimsenin ulaşamadığı belgelere ve bilgilere ulaşmana şüpheyle bakıyor,bagajını o günden bugüne kim dolduruyor diye.
Küçük yazım hatasını düzeltip mesajı tekrar atmak zorunda kaldım
Ahmet bey yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyordum. Çevremdekilere de tavsiye ediyorum yazılarınızı. Tekrardan çok geçmiş olsun. Bu yaşadıklarınız bir daha gösterdi ki zalime merhamet olmaz, yasalar çerçevesinde gömmek gerekli onları, dönüp tekrar tekrar zulmedemesinler diye.
Yazılarınızdan insanlar alınganlık gösterseler de, siz de gereğinden fazla alınıyorsunuz gibi, insanlar ders çıkarmak yerine gereksiz bir savunma mekanizması ortaya koyuyor. 15 Temmuz’un hizmet hareketine bakan yönünü ele aldığınız yazılarda anladığım kadarıyla nasıl olurda insanlar manipüle edildi de kimse bunu engelleyemedi. Hareket içinde görmezden gelinemeyecek çapta bir ihanet veya ahmaklık yaşanmış.
Cezaevinde beraber kaldığım kişiden dinledigim; kişi abi dediği kişiden bylock uygulamasını kurması ve kullanıcı adı/şifre bilgilerini ona vermesi yönünde çok ısrar alınca, gerçekte olmayan bir kullanıcı adı ve şifre bilgisini abiye veriyor. Bu hesap kullanılmayağı ve kimse de bunu kontrol etmeyeceği için bilgilerin fake olduğuna kimsenin dikkat etmeyeceğini düşünmüş. Ancak mahkeme dosyasında bu kullanıcı adı ve şifre bilgilerini görünce şok oldu. Hakime bunlar sahte, böyle bir hesap yok, ben uydurdum da diyemiyor. Sonrasında başka kişiler ile yaptığım konuşmalardan şunu anladım; kullanıcı adı ve şifre bilgilerini abilerle paylaşan kişilerin dosyalarına “Tespit ve Değerlendirme Tutanağı” adı altında bu bilgiler geliyor ve kimilerinde mesaj içerikleri de oluyor. Şimdi bu bir ihanet veya ahmaklık değilse nedir !?
5 yıl silivri mecburi hizmetini bitirip çıktıktan sonra, en azından A.Aymaz, gerçeği görüp, büyük tevbeye medar olacak bir manifesto yayınlar diye ümid etmiştim.
İlk dinlediğin videosunda, sünuhat dersleri adı altında, yüzbinlerce kişinin vebaliyle ilgili en ufak pişmanlık göstermeden, baştaki şahıs ve emrindeki cemaat yönetiminin biriktirdiği dağlar cesametindeki pisliği kilimin altına saklama gayretini gördüm. Anladım ki, güç ve para zehirlenmesiyle malul olan iflah olmaz ve olmayacak. Bu kapsamlı manifestoyu, tam bir vicdan ölçüsüyle yayınlama cesaretini, -şimdilik- sadece Ahmet bey başarabildi.
Peki geriye ne mi kaldı. Kur’an ahlakından taviz verip, YALAN başta olmak üzere haramı helal sayma cinayetine bulaşmanın nelere yol açtığını, yeni nesillere somut örneklerle anlatmış oldu bu süreç…. Va esefa ! Yine de, çok ağır bedeller ödense de, eğer şu ahir zamana yeni bir çıkış yolu gösterecekse yaşananlar, mağdur ve mazlum binlerce fedakar, hakkını helal eder sanırım.
Ahmet bey, sizden ve yazdıklarınızdan yeni haberdar oldum. 2 gündür sizi okuyorum. Cemaat, hizmet her ne ise asla güven, yakınlık duymadım. HE’nin bazı kasetleri veya Osman Şimşek gibi bazı safların sohbetlerine sempati duyduğum oldu elbette.
Bazı yazdıklarınıza katılmasam da, sizin gibi gençlerin var olmasından ümitvar oldum. Hem Türkiye hem İslam alemi için. Keşke tüm grup/ cemaatlerde sizin gibi eleştirel akıl sahipleri çoğalsa. Bu cesaret meselesi değil iman meselesidir. (Kendisinden korkulmaya layık olan sadece O’dur. İnsanlardan bazıları bazılarını Allah’ı sever gibi sevmesin. Birbirimizi, alimlerimizi, rahiplerimizi ve nefislerimizi Rabb edinmeyelim).
Herşeyden önce hiç kimsenin, hiç bir beşerin ilahlaştırılmaması gibi temel İslamî akideye sahip olduğunuz için, bu akideyi hayata doğru bir şekilde tatbik etme gayretiniz için sizi tebrik ediyorum. Sıkıntılı günler geçirdiğinizi tahmin ediyorum. Allah hayra tebdil etsin.