Dünkü yazımda, ABD’deki Hakan Atilla davasında tanık olan Komiser Yardımcısı Hüseyin Korkmaz’ın kim olduğu ve 17 Aralık’ta nasıl bir rol oynadığını anlatmıştım. Tanık olmasıyla ilgili yorumumu ise bugüne bırakmıştım.
Baştan belirteyim; ben bu tanıklığı doğru bulmadım. Hatta epey canımı sıktığını da eklemeliyim. Gerekçelerimi de izah edeceğim.
Hemen her konuda olduğu gibi bu hadisenin de elbette birden çok veçhesi var. Hal böyle iken meseleyi sadece tek bir boyuttan ele alıp sınırlandırmak yanlış olacaktır. Ama artıları ve eksilerini yan yana getirdiğimde götürüsünün daha fazla olduğu kanaatindeyim.
Evvela olayın ilk boyutu, Hüseyin Korkmaz’ın kendisine bakan, insani ve bireysel boyuttur. Cebinde 50-100 TL ile uyandığı 17 Aralık sabahı, milyonlarca dolar rüşvet karşılığı bu ülkenin menfaatlerini satan bir çeteye operasyon yapmıştır. Son derece başarılı, son derece sağlam ve normal şartlarda tartışmaya yer bırakmayacak haklılıkta bir operasyondur.
Fakat o çetenin ‘1 numara’sı, aynı zamanda hükümetin başı olarak, elemanlarına arka çıkmış ve bütün polislerin hayatını karartmıştır. Önce mesleklerini elinden almış işsiz bırakmış, sonra da özgürlüklerini çalıp hapse tıkmıştır. Sadece kendilerine değil, aileleri ve akrabalarına da hayatı zindan etmiştir.
Hüseyin Korkmaz, hiç ilgisi olmadığı halde 25 Aralık dosyasından dolayı da 17 ay hapis yatmıştır. Hala 17 Aralık ile 25 Aralık’ı aynı soruşturma zannedenler bir zahmet araştırma yapsınlar. Korkmaz, tahliye olduktan sonra da kendi ifadesiyle kaçak yollardan Türkiye’yi terketmiş, zorluklar içerisinde birkaç ülke değiştirmiş ve sonra Amerikalı meslektaşları ile irtibat kurarak bu ülkeye geçmiştir. Giderken de beraberindeki belgeleri de götürmüş ve savcılığa sunmuştur.
Bir polis olarak görevini yapmış olmasına rağmen haksız yere bu kadar ağır bedeller ödemiş olmanın canı yanmışlığı ile böyle bir karar vermiş olabilir. İnsanidir. Kimse bir şey diyemez. Artık başka çıkış kalmadığına inanmış olmalı. Amerika’daki davayı, kendi haklılığını ispata ve dünyaya haykırmaya bir fırsat olarak görmüştür.
Sadece bu açıdan bakarsak anlaşılır bir durumdur. Bireysel bir karardır. Siz insanlara bu kadar zulmederseniz, bu kadar çaresiz bırakırsanız, polisleri içeride çürütürken hırsızlara plaket verirseniz, ailelerini bile tutuklarsanız, bununla birlikte bütün hukuk mekanizmalarını ve kendini ispat yollarını tıkarsanız, doğanın kanunudur, su muhakkak kendine akacak bir yer bulur.
Erdoğan, tamamen suç üstü yakalanmış olmasına rağmen, sırf kendisini kurtarabilmek için ülkeyi, devleti paramparça etmiş ve bundan dolayı da cezalandırılmak yerine mükafatlandırılmışsa o kadarcık bir anlayışı Hüseyin Korkmaz’dan da esirgememek lazım.
Bu kararında, cezaevindeki onlarca arkadaşını kurtarma ya da onlara yardımcı olma saikinin de olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar kısa vadede tam tersi sonuçlara yol açacak olsa da…
***
Bu, mevzuun sadece bir yönü.
Madalyonu ters çevirdiğimizde ise çok daha karmaşık ve çok boyutlu bir resim çıkıyor karşımıza.
Onların ilki, Hüseyin Korkmaz’ın tek başına bir birey olmadığı gerçeğidir. Maalesef ki öyle… Keşke aldığı her karar, attığı her adım sadece kendisini bağlayan şahsi, münferit tercihlerden ibaret olsaydı.
Kabul ediyorum, Korkmaz, başka bir insanın, bir meslektaş grubunun ya da herhangi bir topluluğun sorumluluğunu sırtına yüklenmek zorunda değil. Tek başına bir hak ve haklılık kavgası veriyor olabilir. Buna da kimse karışamaz.
Ama tam da bundan söz ediyorum işte. Bu kararla en başta kendisine, kendisinin içinde yer aldığı operasyona ve soruşturmaya haksızlık etmiştir. Yaptıkları yüzde yüz haklı operasyona, kendi kendine soru işareti düşürmüştür. Çünkü polisler ne diyor; 17 Aralık buz gibi bir yolsuzluk operasyonudur. Dünyanın neresine giderseniz gidin bu suçlar karşısında polisler operasyon yapmak zorundadır. Ortada tevili kabil olmayan aleni suçlar ve deliller vardır.
Buna mukabil Erdoğan ve fanatikleri ne diyor: Bu yolsuzluk kılıfı altında bir darbe girişimidir. Arkasında üst akıl vardır. ‘Paralel yapı’ bir taşerondur. Bu polisler de “FETÖ’cü”dür. 17 Aralık’la hükümeti deviremeyince şimdi aynı dosyayı ağababaları Amerika’da açtı. Bunlar da oraya belge kaçırdı, teslim etti. Hedef Erdoğan; hedef Türkiye!”
Hüseyin Korkmaz, tanıklık kararıyla bu algıyı pekiştirecek bir hamle yapmıştır. Ne kadar maksadı farklı olursa olsun…
Bana göre (ki Hüseyin Korkmaz bunu pekâlâ ‘hariçten gazel okumak’ şeklinde yorumlayabilir) doğru olan tavır şuydu: “Biz bir rüşvet operasyonu yaptık. Haklıydık. Görevimizi yerine getirdik. Karşılığında siyasilerin hukuksuz ve barbarca zulümleri ile hayatlarımız karardı. Ama zaten sonuçlarını en başta göze almıştık. Türkiye’de gözaltına alınırken ‘Hırsızdan korksam polis olmazdım’ diye bağırmıştım. Halen de aynı yerdeyim. Dolayısıyla her türlü cilvesini çekmeye razıyım. Amerika’nın soruşturması beni ilgilendirmiyor. O ayrı bir dava, bizimkisi farklı. Ben ülkemde görevimi yaptım. Vicdanım rahat. Bundan sonrasını tarihe emanet ediyorum.”
Bitti!
***
Yakub Saygılı, gözaltına alınmadan önce, “17 ülkede ders verdim. Hepsinde beni severler. Yurtdışında itibarı olan, gidecek adresleri olan bir adamım. Vizelerim de var. İstesem gidebilirdim. Ama gitmeyeceğim. Gözaltına alınacağımı bildiğim halde bekliyorum” mealinde sözler söylemişti.
4 Eylül 2014 tarihinde tutuklanırken de içeriden şu mesajı göndermişti: “Vatana ve millete ihanet ettiysek bizi assınlar!”
Bu büyük bir özgüvenin ifadesiydi. Benzer bir sözü, 12 Aralık 2014 tarihinde kendisini cezaevinde ziyaret eden CHP heyetine de söylemişti: “Ben paralel yapıysam kendimi asarım!”
Keza bu da aynı yüksek hamiyetin tezahürüydü.
Operasyonun birinci yıl dönümünde, GÜSAM’ın Ankara’da düzenlediği ’17-25 Aralık Sempozyumu’na gönderdiği mektupta da şöyle haykırıyordu: “1 yıl önce ne diyorsam hala aynı şeyi söylüyorum. Özgürlük Silivri’den çıkmak değil benim için. 17 Aralık sabahından beri ben zaten özgür bir insanım!..”
Bu müstağni ve müdanaasız tavrın sebebi, bana kalırsa işte o ‘özgürlük’te gizli. Bu özgürlük ise vicdan rahatlığından kaynaklı olarak ’söz’ün sahibi olabilmekte yatıyor. Ve hiçbir şeye değişilmez. Burası, her türlü sonuçtan bağımsız olarak üzerinde durulan biricik ‘meşruiyet’ zeminidir. O zemini de ‘söz’ü de bir başkasına kaptırmamak gerekir.
Fakat bu tanıklık, 17 Aralık’ın lehinde konuşan insanların bile elinden ‘söz’ü alabilecek mikyasta bir ters kroşedir.
Kendini ‘cemaatten olmak-olmamak’ parantezine sıkıştırmadan, bu tuzağa hiç düşmeden, sadece ve sadece temiz toplum ideali ve hırsızlıkla mücadele motivasyonu ile hareket eden insanlarda, ‘acaba’lara yol açma potansiyeli olan bir değişikliktir.
Bir yönüyle de çaresizlik ifadesidir.
Başka çıkış yolu bulamamak, “Artık ne olacaksa olsun” demektir.
***
Gelelim meselenin bir üçüncü boyutuna…
Erdoğan’ın en mahrem 1. halkasında yer alan Aydın Ünal, geçenlerde bir yazı yazmıştı. “Zarrab davasının sonuçları ne olur” başlıklı bu yazıyı şöyle bitiriyordu: “Fetullah Gülen’in hırsı, epey bir zamandır aklının önünde. Kendi duygularını tatmin etmek, AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’dan intikam almak hırsıyla Zarrab davasında ABD’ye ajanlık yoluyla lojistik destek sağladı ve sağlıyor. Oysa Türkiye’de ‘aklı olmayan’, kaçmayan ve kaçamayan 250 binden fazla FETÖ’cü ve onların 1 milyona ulaşan aileleri var. Zarrab davası Türkiye’deki FETÖ’cülerin şartlarını doğal olarak daha da zorlaştırır.”
Burada sanırım artık Hüseyin Korkmaz’ın cemaat sempatizanı olup olmadığını tartışmanın anlamı yok. Bir önemi de yok. Bırakalım o polislerin çoktan “FETÖ’cü” ilan edilmiş olmasını; Zarrab davasının eski savcısı Bharara ve hakim Berman’ı, hatta icap ederse Uber’i bile “FETÖ’cü” ilan etmeye hazır dev bir algı üretim mekiği var Türkiye’de. Dolayısıyla ne olup ne olmadığı önemli değil; algılar önemli.
Hüseyin Korkmaz’ın tanıklığı, kendine en olmadık şeylerden bile meşruiyet devşirebilme kabiliyeti maksimumda olan diktatöre, taze bir “Allah’ın lütfu” olabilir.
***
“Bunlar boş laf. Sen hala Türkiye eksenli mi düşünüyorsun? Erdoğan ve askerleri zaten hükmü vermiş. Bu saatten sonra kimsenin algılarını değiştiremezsin. Ha bir eksik ha bir fazla… Türkiye’nin iç kamuoyu için sen ne dersen de sonuç değişmeyecek. İçeride yapabilecekleri kadar zulmü zaten yapmaya devam edecekler. Hiç değilse gerçekleri dünyaya haykırmak gerekir.” diyenler de var, biliyorum. Haklılık payı da var. Bu bir bakış açısı meselesi. Ben sadece bu fikirde olmadığımı ifade ediyorum.
Çünkü gerçekleri şu anda zaten Reza Zarrab yeterince haykırıyor dünyaya. Hem de asıl fail olarak. Hakan Atilla ve avukatları bile haykırıyor. Bırakın suçlular kendi suçunu anlatmaya devam etsin.
Hedef dünya ise; Türkiye dışındaki ülkeler zaten gerçeğin farkında. Farkında olmayan ya da bilmeyenler de bu vesileyle Reza’dan her şeyi kolayca öğreniyorlar. Öğrenmeye de devam edecekler.
Hangi belge çıkacaksa, hangi delil ortaya konacaksa, hangi tape ifşa edilecekse bunu Amerikan mahkemesi kendisi sunsaydı. Bundan sonra çıkacak her belge üzerinde ‘Hüseyin Korkmaz’ şayiası dolaştırılacak.
***
Söz buraya gelmişken, konunun bir de ABD’ye ve davaya bakan tarafı var. Onu da değerlendirmemiz gerekir.
Şu ana kadar mahkeme belli bir seyirde gidiyordu. Dava, Amerikan ambargosunun delinmesi ve bankacılık sisteminin dolandırılması ekseninde seyrediyordu.
Türk siyasileri ile bürokratlarını rüşvet manyağı yapan şahıs tanık, rüşvet manyağı olanlardan bir kısmı tutuksuz sanık, rüşvet almayıp da kanunsuz işlere aracılık eden kişi de tutuklu sanık olarak yargılanıyordu.
Yani sanık da tanık da Erdoğan’ın adamlarıydı. Biri ‘hayırsever’i, diğeri de avukat parasını bile ödediği bürokratıydı. Çıkacak karar da kendi adamlarının ifadeleri doğrultusunda olacaktı. Ne operasyonu yapan polislerin ne de Erdoğan rejiminin şeytanlaştırdığı kesimlerin doğrudan dahli olmaksızın verilecekti bu karar.
Fakat şimdi, “Delilleri Türkiye’den çıkardım, ABD’ye teslim ettim” diyen bir eski ‘devlet memuru’ var karşımızda. Tam da AKP’nin oturtmaya çalıştığı algıyı teyid eder mahiyette.
Oysa zaten ABD soruşturma makamları, Zarrab’ı 2010’dan beri takip ettiğini söylüyor ve ellerinde yeterince delil olduğunu ima ediyordu.
Hadi diyelim ki yetmedi; 17 Aralık polis fezlekesini de İngilizceye tercüme ettirip resmen dosyaya dahil etmişlerdi. Ve bu polislerin değil, Amerikan soruşturma birimlerinin kendi kararıydı.
Üstüne bir de Reza Zarrab, yani suçun esas oğlanı da tanık olmaya karar vermişti. Tam bir işbirliği halinde her şeyi itiraf ediyor, her soruya cevap veriyordu.
Hatta sanık Hakan Atilla bile rüşvetleri itiraf ediyor, eski patronu Süleyman Aslan’ı ele veriyordu.
Daha nesi eksikti ki bu dosyanın?
Hüseyin Korkmaz tanık olmasa ne eksilirdi?
Ya da bu tanıklık neyi tamamlayacak?
Bence bu meselede asıl kritik sorular bunlar.
“Demek ki bir şeyi tamamlayacak. Demek ki Hakan Atilla davası sadece belli bir çizginin içerisinde kalmayacak. Gidebildiği yere kadar gidecek. Çanlar Erdoğan ve çetesi için çalıyor. Hüseyin Korkmaz da hayatını cehenneme çeviren adamdan bu şekilde hesap soruyor” yorumu da yapılabilir; “Birileri bir taşla iki kuş vuracak, olan yine masumlara olacak” yorumu da…
Bense fikrimi en başta söylemiştim.
TR7/24