Hocaefendi, Fethullah Gülen’e yenildi!
Ne demek bu?
İkisi farklı mı?
İki ayrı Fethullah Gülen mi var?
Evet.
Belki daha fazla…
17 Aralık’a onay veren de, Fehmi Koru üzerinden dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup yazarak ‘sulh’e hazır olduğunu beyan eden de, hemen arkasından gelen 25 Aralık’a sahip çıkan da, 15 Temmuz’un ardından “17 Aralık’ta da 25 Aralık’ta da bu işi yapanlar size sempati duyanlarsa şayet, farkına varmadan Türkiye’nin birliğine ve beraberliğine kastediyorlardır,” diyen de oydu mesela.
Yalanın kötülüğü ve günahın büyüklüğü üzerine sayfalarca eser verip de yıllarca talebeliğini yapan Adil Öksüz için “Ben bilmiyorum Adil diye birisi” diyen de…
Kendi talimatı ile yazılan ‘Bylock’u, “‘Bal yok‘ mu diyorsunuz, ne diyorsunuz ona?” diye bilmezden gelen de…
İşte bütün bunlara yol açan dürtü her ne ise, ortaya çıkan Fethullah Gülen dualitesinin kaynağı da o.
Bir cami kürsüsünden tüm dünya müslümanlarına vaaz eden ‘Hocaefendi’ var, bir dış dünya ile diyalog kuran ‘Hocaefendi’, bir videolar aracılığı ile kendi cemaatine seslenen ‘Hocaefendi’, bir de has dairede en hususi mahrem imamlara konuşan bir ‘Fethullah Gülen’ var.
Şartların dayattığı, Türkiye konjonktürünün mecbur bıraktığı, bir çeşit zaruri tevil durumu diyebilirsiniz; ama netice itibariyle, şu ya da bu sebeple ortada böyle bir vakıa duruyor.
Bir ‘su tarafının Hocaefendisi‘, bir de ‘zeytinyağı tarafının Fethullah Gülen’i’ var.
Bunu anlamayınca, olan biten her şey ve bu olan biten üzerine söylenen her şey havada kalıyor.
‘Hocaefendi’yi 50 yıldır vaazlarından, sohbetlerinden, kasetlerinden, kitaplarından, dergi yazılarından tanıyan cemaati, ‘öteki Fethullah Gülen’den söz edildiğinde asla kabullenmiyor. Bağdaştıramıyor. Tepki gösteriyor. Alınıyor. Küsüyor. Öfkeleniyor. Reddediyor.
O yüzden de olan biteni bir türlü kavrayamıyor.
****
Diziye başlarken neden bu ‘zeytinyağı-su’ ayrımını yaptığımı, artık serinin nihayetine yaklaşırken iyi anlatabildiğimi umut ediyorum.
O yazıda şöyle demiştim:
“Bunu bir üçgene benzetirsek, alt kenarın bir köşesinde Hizmet Hareketi, bir köşesinde de ‘mahrem yapı’ yer alıyor.
Normalde asla yan yana olamayacak ya da olmaması gereken bu iki kenarı anlamlı bir bütün, yani bir üçgen haline getiren ise, onları birleştiren noktanın varlığı. İşte o birleşim noktasında, yani üçgenin tepesinde, Hareket’in lideri Fethullah Gülen yer alıyor. Her ikisinin de lideri Gülen.”
Sonra üçgenin köşelerini ayrı ayrı remzederek şöyle devam etmiştim:
“Normal, bilinen Hizmet Hareketi’nin bulunduğu köşe için A köşesi, mahrem taraf için de B köşesi diyelim. İşte Gülen’in A köşesi için va’z ettiği düsturlar, B köşesi için geçerli değil.
Gülen, A köşesi için münzevi bir din alimi olarak ve dinin özünde var olan güzel hasletlere dayalı olarak konuşuyor.
B köşesine ise daha çok bir siyasi hareketin lideri olarak…
Ama A’ya bundan bahsedemez. B ile konuştuklarını A ile konuşamaz. Çünkü izah edemez. Etse de buna A razı olmaz. Yapılanların çoğuna rıza göstermez.
O da bunu biliyor.
Buna mukabil B’den de vazgeçemez.
Çünkü o aslî unsur.
Çünkü bir gâye-i hayâli vardır ve ona B’siz ulaşılamayacağını düşünüyor.”
****
Bir başka alegori daha yaparak ‘A köşesi’ için ‘su’, ‘B köşesi’ için de ‘zeytinyağı’ benzetmesinde bulunmuştum.
İkisi de aynı kaptaydı ve birbirlerine kesinlikle karışmıyorlardı.
İşte buradan hareketle de, “Bugün Cemaat içerisinde yaşanan kafa karışıklıklarının en büyük nedeninin bu olduğunu düşünüyorum,” demiş ve şunları ilave etmiştim:
“Çünkü aslında eleştiri konusu yapılan, üzerinde konuşulan, hatta yıllardır suçlamalara neden olan meselelerin tamamı, işte bu loş bölgede yaşananlardan kaynaklı. Daima ‘gün ışığında‘ kalan ve tek işi Allah rızası için insanlık hayrına koşturmak olanlar, Cemaat’in tamamını kendileri gibi bildiklerinden ötürü, söylenenlere asla ve asla inanmamakta, hepsini birer algı operasyonu gibi kabul etmektedir.”
****
Eğer nezaketsizlik kabul etmezseniz, aradan 34 bölüm geçmişken o yazıyı bir kere daha okumanızı rica edeceğim.
Çünkü uzun uzun alıntılarla bu yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum.
Fakat bu bölümde anlatmaya çalışacağım şeylerin esası da orada olduğu için bir kere daha göz atmanız yerinde olabilir.
Bir önceki bölümü bitirirken Gülen’in, “Hepsid benim suçum,” diye kendini suçladığı ve çok büyük bir vicdan azabı yaşadığını ifade etmiştim.
Peki neden kendini suçluyor?
Neden “Hepsi benim yüzümden” diyor?
Bunu kendisine sorup öğrenmiş değiliz. Ancak hadiseleri okuyarak cevabını bulmamız zor değil.
Nasıl ki eski Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı, dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar için, “Bir emirle darbeyi başlamadan bitirebilirdi,” diyorsa; nasıl ki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceden haber aldığı darbeyi istese önleyebileceği belirtiliyorsa; Gülen de 15 Temmuz öncesi yapacağı bir açıklama veya bir müdahale ile olayları başlamadan bitirebilirdi.
Neden Gülen de bitirebilirdi?
Çünkü her iki ihtimalde de bunu yapabilme imkânına sahipti.
Bir: Eğer bu bir tuzaksa, Cemaat’i hedef alan ve ancak onların katılımı ile hedefe ulaşacak bir plandı, öyle değil mi?
En azından Gülen kendi cemaatini dışarıda tutabilir ve oynanan oyunu boşa çıkarabilirdi.
Hiç değilse askeri hareketliliğin ilk başladığı anlarda bile bir canlı bağlantı ile operasyonu deşifre edebilirdi.
Tayyip Erdoğan’ın daha sonra ‘FaceTime’ ile yaptığını, kendisi en başta ve tam tersi yönden uygulayabilir, belki yüzbinlerce insanı kurtarabilirdi.
Nasıl ki Hulusi Akar için, “Askerlikte prensiptir; komutan, birliğinin yaptığı ve yapmadığı her şeyden sorumludur,” deniyorsa; “Bundan dolayı, darbeci değilse bile altındaki askerlerin yaptıklarından sorumlu tutulması gerekirdi,” diye eleştiriliyorsa Gülen’in de bu açıdan sorgulanması kaçınılmaz.
İki: Yok eğer bu Cemaat’e yakın kişilerin bir kalkışmasıysa, zaten doğrudan durdurabilme kudretine sahipti.
Ama her iki ihtimalde de harekete geçmedi.
****
Peki ama neden?
Çünkü o da darbenin başarıya ulaşmasını istiyordu.
Burada gerçekçi olalım ve Fethullah Gülen’i, Ersin Ergün‘ün harikulade şiirinde olduğu gibi ‘tarihle yargılayalım’. ‘Bilimle, felsefeyle yargılayalım.’
Şöyle bir karşı soru ortaya atayım: Sizce Gülen’in o şartlar altında darbeye karşı durmasını beklemek rasyonel midir?
Şöyle düşünün; 50 yıl iğneyle kuyu kazar gibi sabırla inşa ettiğiniz ve dünya çapında dev bir muhataba dönüştürdüğünüz organizasyon, küresel bir hırsızlığa bulaşmış, hukuk tanımaz bir cumhurbaşkanı tarafından acımasızca yok edilmeye çalışılıyor.
Onu alt edebileceğinize inanmışsınız.
Fakat elinizdeki bütün kozları oynamanıza rağmen hepsi bir bir ters tepmiş.
Düşmanınız, sandıkta elde ettiği her zaferi, size yapacağı daha büyük kötülüklerin ruhsatı olarak kabul ediyor ve her geçen gün daha da acımasızlaşıyor.
Ne Anayasa tanıyor ne hukuk biliyor ne yasa, ne töre, ne ahlak, ne vicdan…
Kini, dini olmuş; ana rahmindeki bebeğe kadar yok etmeye ant içmiş…
Siz de kuluçkaya yatmış anaç tavuk gibisiniz…
Aynı zamanda milliyetçi ve devletçisiniz.
Bir yandan ülkenin yuvarlandığı gayya çukurunu da görmektesiniz. Belki büyük bir çöküşe ve parçalanmaya doğru hızla sürükleniyor…
Tam da bu nedenle TSK’nın yönetime el koyacağı fısıldanıyor size.
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın emir-komuta içinde iktidara müdahale edeceği; ordudaki bütün unsurların buna destek vereceği; artık hiç kimsenin Erdoğan’a tahammülünün kalmadığı; Atatürkçü, milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı, Ergenekoncu, Balyozcu kim varsa hepsinin bu müdahaleye destek vereceği söyleniyor.
Sizin buna, “Hayır, ne olursa olsun ben demokrasiden yanayım, darbelere karşıyım,” deme ihtimaliniz ne kadar?
Ya da Gülen’den bunu beklemek ne kadar mantıklı?
****
Bu bir soru.
Herkes kendi cevabını verecektir elbette.
Ama bu cevabın da eninde sonunda “Hangi Gülen?” sorusuna dayanacağı aşikâr.
O anlarda acaba Gülen de kendi içinde gel-gitler yaşamış mıdır?
Acaba o anlarda daha çok “Hocaefendi” midir kendisi, yoksa “Fethullah Gülen” mi?
Acaba nihai kararlarını verirken ‘su tarafının Hocaaefendisi’ midir yoksa ‘zeytinyağı tarafının Fethullah Gülen’i mi?
90’larda “Demokrasiden geriye dönüş yok!” diyen Hocaefendi’nin yerine cevap verecek olursanız, “Ne münasebet, tabii ki darbelere karşıyım demeliydi” cevabını verirsiniz.
Veya “Bir arının odamda ölmesi karşısında yarım saat ağladığımı biliyorum,” diyen Hocaefendi’den, “Askerî darbelerde veya sonrasında isteseniz de istemeseniz de insanlar ölür, masumlar zarar görür,” tavrını sergilemesini beklersiniz.
Tam da bu nedenle, “Her vesileyi gayelerine ulaşmak için meşru sayan vandallar bizi bilmezler,” demiş olan Hocaefendi’nin hangi kayıt ve şart altında olursa olsun, ne kadar preslenmiş hissederse hissetsin, ne kadar haksızlığa maruz kalmış olursa olsun, cemaatinin yarınlarını ne kadar tehlikede görürse görsün, gayr-ı meşru bir yola göz yummayacağını bilmek istersiniz.
****
Peki ya Fethullah Gülen?
Mahrem bir ortamda, Ergenekon operasyonları sırasında kuruların yanında yaşların da yandığı eleştirilerine değinirken, “Türkiye’nin bugünkü meseleleri mutlak adalet ile çözülemez. Cerrahlar bazen kanserli hücreleri temizlerken neşteri şöyle biraz genişten, biraz derinden vururlar. Arada sağlıklı hücreler de gider ama en azından urları temizlerler ve kısa vadede bir daha nüksetmesinin önüne geçerler,” diyen Gülen adına cevap verecek olursanız, böyle bir askerî darbeye “Hayır” demezsiniz.
“Hayır” demenizi beklemek hayalcilik olur.
Ta 30 yıl önce, “Ben bunca kalabalık içinde duygu ve düşüncemi sözde mahremce anlattım ama sizin mahremiyete sadık, mahremiyet mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım. Biliyorum ki, elinizdeki meyve sularının boş kutularını dışarı çıkarken bir çöp kutusuna attığınız gibi, bu düşünceleri de çöp kutusuna atıp geçeceksiniz,” sözleri ile hitap ettiği bir gruba, “Böyle bir dönemde tam özünüzü bulacağınız, kıvama ereceğiniz ana kadar, dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağınız ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır,” diyen Gülen, artık pekâla zamanının gelmiş olduğuna kanaat getirmiş olabilir.
****
İşte bu Fethullah Gülen’in, ‘Hocaefendi’den farklı olması gerekir.
Mahremce söylediği sözlerin, bir boş kutunun çöpe atıldığı gibi unutulup gitmesini talep eden bir liderin, mahrem tarafları vardır.
Ve o mahrem liderin de kendine göre hedefleri, beklentileri, hayalleri veyahut bir mefkuresi vardır.
Onun hitap ettiği mollalarla, ‘Hocaefendi’nin hitap ettiği mollalar aynı değildir.
İşte o yüzden “Hangi Fethullah Gülen?” ve “Hangi Cemaat?” soruları, karşımızda buz gibi bir gerçek olarak duruyor.
‘Hocaefendi‘, M. Ali Şengül’e yakındır; ‘Fethullah Gülen‘ ise Mustafa Özcan’a.
‘Hocaefendi’, kültürler ve dinler arasında bir köprü; ‘Fethullah Gülen‘ ise mahrem hizmetlerin tavizsiz lideri.
‘Hocaefendi’ adalet-i mahza; ‘Fethullah Gülen’ ise adalet-i izafi…
‘Hocaefendi’ meşveret; Fethullah Gülen ise ‘tek adam’.
Bu süreç aynı zamanda ‘Hocaefendi’ ile ‘Fethullah Gülen’in kendi iç mücadelesinin de çatışma zemini.
Hocaefendi, “Bir gemide bir masum, 9 cani bulunursa o gemi batırılmaz” der; Fethullah Gülen için o geminin nereye varacağı önemlidir. “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil irtikap edilir” der. Yani umum halkın elde edeceği bir güzellik için küçük bir kötülük yapılabilir.
‘Hocaefendi‘ bunu kitaplarında reddeder, ‘Gülen‘ ise mahrem sohbetlerinde aynen bu kâideye yaslanır.
Veya “zarar-ı umûmu def için zarar-ı has ihtiyar olunur,” der. Yani genele gelecek büyük bir zararı ortadan kaldırmak için sınırlı ve daha küçük bir zarar seçilir.
Nitekim mahrem hizmetlerin en önemli teorik ve fıkhî dayanakları da bunlar.
Mecelle’nin de esaslarından.
Çünkü “alemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.” Her şey her zaman mutlak hayır olmak zorunda değildir. Bazen şer gibi görünenlerden büyük hayırlar doğar.
Yanlış bile yapsa, Allah onu hayra tebdil eder, çünkü “mukarribinin seyyiatı bile ebrarın hasenatı gibidir.” Yani büyük zatların gafleti bile avamdan salih insanların yaptığı bazı iyilik ve ibadetlere eşdeğerdir.
****
Bugün AKP ilahiyatçılarının da sık sık müracaat ettiği prensipler bunlar.
‘Savaş hali’ kavramı hiç bitmek bilmeyen bir fetva menbaı.
Çünkü ‘iyi’ ile ‘kötü’nün, ‘iman’ ile ‘küfrün’ savaşı kıyamete kadar sürecektir.
Öyleyse bu kaidelerle fetvası verilmeyecek hiçbir suç yoktur.
‘Savaş hali’ olduğu için ve siz ‘hayr-ı kesir’ peşinde olduğunuz için geçici ve dönemsel olarak soru da çalabilirsiniz, sahte evrak da üretebilirsiniz, özel hayatı da deşifre edebilirsiniz yahut son TÜGVA örneğinde olduğu gibi bütün devlet kadrolarını sizin üyelerinizle de doldurabilirsiniz.
Ehliyetsiz veya liyakatsiz olması önemli değil; çünkü siz ‘zarar-ı umûmun def’i içün’ mücadele ediyorsunuzdur.
Darbelerde insanların ölme ihtimali vardır ama ‘hayr-ı kesir’ için görmezden gelinebilir.
Veyahut haber aldığınız darbeyi engellemezseniz insanlar ölecektir ama onlar ‘zarar-ı has’tır. Yani küçük zayiat… Oysa ‘halife-i ruyi zemin Efendimiz’ buradan çok büyük güç devşirecek ve ümmete gelecek daha büyük belaları önleyebilmek için iktidarını güçlendirecektir. Yani ‘hayr-i kesir’ için bir kaç yüz kişinin ölmesi gerekiyorsa, ölecektir.
****
Bu açıdan baktığınızda son 10 yıllık savaşta hem Cemaat tarafının hem de AKP cenahının bir takım dini argümanlarla kendilerini savunduklarını görürsünüz.
İkisi de birbirini aynı şeyle suçlamakta ve kendilerini aynı ayetler, hadisler, kıssalar, fıkıh kuralları ve Mecelle düsturları ile savunmaktalar.
15 Temmuz, bunun zirvesi oldu.
Ben, Gülen’in kendi içinde yaşadığı çatışmaların da 15 Temmuz’da doruğa ulaştığını tahmin ediyorum.
Kurduğu yapıda var olan ‘dualite’nin kendisinde de bir çeşit ambivalansa yol açtığını, yani birbiriyle çatışan iki farklı psikolojik durumunun aynı anda ruhuna ve kararlarına tesir ettiğini düşünüyorum.
Bu ambivalans durumu, müthiş bir kararsızlık durumudur aynı zamanda. Çünkü genellikle çöküş dönemlerinde görünür ve o şartlar içerisinde hangi tutumun hangi sonuçlar doğuracağını tam ölçemez insan.
Bu zıtlıklar içerisinde gel-gitler yaşar.
Ve bir tercih yapar.
O ‘dual ego’lardan biri galip gelir.
Biri, diğerine galebe çalar.
Biri, ötekine yenik düşer.
****
Fethullah Gülen, ‘Hocaefendi’yi yendi.
Daha doğrusu Gülen, son 10 yılda birtakım tercihler yaparak geldi 15 Temmuz’a. ‘Hocaefendi’yi yene yene…
Daha ılımlı politikalar yerine daha keskin olanları; daha uzlaşmacı yaklaşımlar yerine çatışmacı olanları; daha temkinli kadrolar yerine daha şahin olanları seçti.
Tercihlerini genellikle bu yönde kullandı.
İşte bu anlarda hep ‘Fethullah Gülen’di.
Adım adım hem ‘Hocaefendi’yi hem de cemaatini bir yere sürükledi.
Finans dünyasında “Zararın sermayeye sirayet etmesi” diye bir kavram vardır. Her türlü zarar bir şekilde tolere edilebilir ama zarar sermayeye sirayet ederse artık kurtaramazsınız. Dönüşü yoktur.
Fethullah Gülen, Hocaefendi’yi yendikten sonra artık hepiniz yenik sayılırsınız.
15 Temmuz ve öncesinde yaşananlara baktığımızda, artık sorunun kaynağının bu olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz.
Hem Gülen’in kendisi hem de içinde yaşadığı habitat…
Kamp’a bakın mesela… Gerçeklikten kopuk, ekipçiliğin had safhaya çıktığı, kimsenin kimseyi sevmediği, maddi ilişkilerin manevi keyfiyeti gölgelemeye başladığı, aykırı düşünenlerin uğrayamadığı, gerçekleri söyleyenlerin sözü dinlenmezken Mehmet Değerli gibi bir insanın baş tacı edildiği sürreal bir platoya dönüşmüş.
‘Mistik’ ile ‘mantık’ın binlerce yıllık çatışması, burada ‘mistik’ olana tartışmasız bir galibiyet sunmuş.
Buradan bir şey çıkmazmış zaten, başka bir şey de çıkmamış.
****
Bu süreç aynı zamanda Fethullah Gülen’le Hocaefendi’nin kendi iç çatışmasının minderiydi dedik…
Bir yandan “Bu benim vasiyetim, Hizmet mutlaka ortak akla dayalı olmalı,” deyip yeniden yapılanma talimatı verirken diğer yandan Hulusi Akar’dan geldiği söylenen bir mektupla hepsini yerle bir eden de o.
Bir yandan Mehmet Değerli’nin yalan söylediğini bilirken diğer taraftan çaresiz bir aşık gibi onun sunduğu cazibenin arkasından sürüklenen de…
7 Haziran’dan sonra “Bizi aldattılar, beklentiye soktular, kandırıldık” derken diğer yandan hala Akar’dan geldiğini sandığı mesajların gereğini yerine getirmeye devam eden de o…
Diyoruz ya, tercihler yaptı.
Mecburdu.
Ömrünü tek bir gayeye adamıştı.
Evi, barkı yoktu. Evlenmemişti.
Çoluğu, çocuğu, serveti yoktu.
Hiç olmadı.
Bir hayat yaşamadı.
Bir tatili, sefası, eğlencesi olmadı.
Tek bir gâye-i hayâlin peşinde 80 yılını feda etti.
Bir tahta kulübede başladı. Türkiye’de son 10 yılını Altunizade FEM’in beşinci katında geçirdi. Amerika’da da 22 yıldır bir binanın içinde münzevi yaşıyor.
Etrafında sadece talebeleri ve yol arkadaşları var.
Aldığı her nefes bu…
Kendine göre aşkın, yüce, ulvi, uhrevî, kutsal bir davanın dışında başka hiç bir yaşantısı olmadı.
Belki de problem tam da buydu.
Ömrünün son demlerine geldiğinde, işte o uğruna bir yaşamı feda ettiği hayal, bir tül gibi kayıp gitmekteydi elinden.
Bir yandan “Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin” demişti ama insandı işte o da, en nihayet insandı. O ‘Hocaefendi’ idi…
Fethullah Gülen ise görmek istedi. Başak verdiğini görmek, dokunmak ve kucaklamak…
En azından ve hiç değilse, diktiği ağaçların yanıp kül oluşuna, yıkılıp gidişine şahit olmamak…
****
İşte o anlarda ‘Hocaefendi’ ile ‘Fethullah Gülen’ hep çatışma halindeydi.
Düşünsenize, bütün bir ömrü uğruna harcamışsınız…
Hani psikolojide derler ya ruhumuz da zihnimiz de tek bir mevcudiyet içinde işlemez.
Bilincimizin de bölümleri vardır ve bir bölümü diğerlerinden bağımsız hareket edebilir.
Amerikalı Psikanalist Yazar Irvin David Yalom, “Belki ‘ben’ ve bedenim, zihnimin arkasından bir dolap çeviriyordur,” diyordu.
Zihnin dualitesi yani…
Görünmez zihin ve görünür bilinç…
Bazen zihninizin bir bölümü, kararlarınıza asıl etki eden bilincinizin arkasından dolaplar çevirebilir.
Gizli zihin, ya da bilinç dışı, yıllarca baskılamış olduğu inaktif duyguları bir gün bir ihtiyaç anında aktive edebilir.
Freudyen bir yaklaşım.
Öyle bir dönem gelir ki sizi bilinçdışınız yönetebilir.
Tam tersini düşünüyor ve söylüyor olsanız bile, aksi yönde davranabilirsiniz.
En tehlikeli düşüncelerin gece sizi uykunuzdan uyandırıp suç işlemeye sevketmesi gibi…
Siz hiç de farkında olmasanız ya da kendinize itiraf etmiyor olsanız bile, ikincil egonuzun yönergelerini yerine getirirken bulabilirsiniz kendinizi.
****
Belki de Gülen, görmek istedi.
Ömrünün son demlerinde, ektiği tohumların yeşerdiğini görmek…
Vadedilmiş olanı…
Rüyalarda görülenleri…
50 yılın emeklerini görmek…
Yahut tam tersi…
Görmek istemedi.
Bağın, bahçenin talan olduğunu; evin, yurdun viran olduğunu; her tuğlanın bir bir yıkılıp duman olduğunu görmek istemedi.
Ve tercihler yaptı.
Alter egosu hem onu hem “Hocaefendi”yi hem de cemaatini ele geçirdi.
“Ben büyüğümüzün söylediklerini değil, söylemediklerini anlar ve yaparım. Aklından geçenleri anlar ve daha o söylemeden yaparım,” diyen Mustafa Özcan’larla bir yol yürüdü.
Çünkü ‘Hocaefendi’ bir din alimiydi ama ‘Fethullah Gülen’ bir hareketin lideriydi.
Hocaefendi, Mehmet Ali Şengül’e yakındı; onları severdi, yarenlik ederdi, yol arkadaşlığı ederdi ama Fethullah Gülen, Mustafa Özcan’la iş bitirirdi.
Tutup koparmak, gerektiğinde masaya yumruk vurmak, gerektiğinde rüşvet vermek, gerektiğinde hukuku çiğnemek, gerektiğinde büyük kavgalara girmek gerekirdi. Çünkü bu bir savaştı.
Bazen acımasız olmak gerekirdi; bunu Şengül’le, Büyükçelebi ile Tosun’la yapamazdı. Özcan ise gözünü kırpmadan, tereddüt etmeden ve sorgulamadan yapardı.
Gülen de tercihler yaptı.
FETHULLAH GÜLEN’İ TARİHLE YARGILAMAK
Peki sonuç?
İşte Ersin Ergün’ün o şiirindeki gibi yine. Ahmet Kaya’nın muhteşem yorumu ile tarihe kazınan…
‘Beni Tarihle Yargıla’ diyor ya…
İşte onun gibi.
Ne diyordu şiirde?
“Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla,
Ve tarihle yargıla… “
Fethullah Gülen’i de hatalarıyla doğrularıyla, günahıyla sevabıyla, artıları ile eksileri ile değerlendirmek lazım.
Onu, ‘şeytan’ olarak tasvir edenlere de insanüstü varlık kabul edenlere de mesafe ile gerçek bir Fethullah Gülen portresi ortaya koymak gerek.
Bir insan olarak Fethullah Gülen…
“Korkunç atlılarıyla parçalanmış ve binlerce yıl sağılmış” Anadolu’dan büyük bir meydan okumaydı onunkisi… Cami minberinden başlayıp okul sıraları, kolejler, yurtlar ve üniversitelerle büyüyen, dev bir eğitim kalkışmasıydı.
Ama sonunda bir başka kalkışmaya yenik düşen de o oldu…
Ve hepsini bir ejderhanın ağzında düşürüp yitiren…
Yüzbinlerce çocuk yetiştirdi dünyanın dört bir tarafına… Ama sonunda getirip bir çorak ovada, bir kahpe pusuda, bir kör kurşunda kaybeden de o oldu…
“Sokaklarda cesedimi sürüklediklerini görseniz bile asla mukabelede bulunmayacaksınız,” diyen de oydu ama sonunda dayanamayıp bir mukabelede bulunan da o oldu.
Peki nasıl oldu da bir ölü arıya yarım saat ağlayan Fethullah Gülen, onlarca ana kuzusunun ölümüne yol açabilecek bir kalkışmaya evet diyecek hale geldi?
Ne oldu da 90’larda “Demokrasiden geriye dönüş yok!” diyen bir din adamı, ahir ömründe bir askeri darbeye omuz verecek duruma geldi?
Tarihle anlayalım.
… Ve tarihle yargılayalım.
Devletle yargılayalım.
Toplumla yargılayalım.
Bilimle, felsefeyle, sosyolojiyle yargılayalım.
Geçmiş darbelerle yargılayalım.
Geçmiş darbelere destek verenlerle, darbe tarihini bayram ilan edenlerle, kutlayan ahali ile ve taşlanan kurbanları ile…
AKP ile yargılayalım, AKP’yi doğuran ceberut devlet aklı ile, yığınların cehaleti ile, insan psikolojisi ile yargılayalım.
Objektif bir şekilde…
Türkiye ile, Türkiye’nin tarihi ile, Türkiye’nin şartları ile yargılayalım.
Sonra kendisi ile…
Yaptıkları ve yapmadıkları ile, kendi sözleri ve yetiştirdiği nesillerle, ettiği güzel hizmetler ve onay verdiği kötülüklerle birlikte yargılayalım.
Her şeyden önce ‘Hocaefendi’ ile yargılayalım.
Hocaefendi’nin kürsülerden söyledikleri ile, imza attığı kitaplarla, el sıkıştığı insanlarla ve hayalleri ile yargılayalım.
Önce Hocaefendi yenildi çünkü.
“Sonra hepimiz yenik sayıldık”…
-DEVAM EDECEK-
“Bir ihtimal daha var…”
Emeğinize sağlık. Bu seri sayesinde iyi bir okuyucunuz oldum. Yazılarınızdan bir sürü şey öğrendim. Elbette çıkarsamalarınızdan katıldıklarım ve katılmadıklarım var. Zaten sanırım bu düşünsel benzerlikler VE farklılıklar nedeniyle yazdıklarınızı bugüne kadar okumaya devam ettim.
Yazının ana fikrine uymayan gerçeklikler olduğunu düşünüyorum:
1- Madem Fethullah Gülen kazandı, neden 15 Temmuz’da bütün etki alanındaki kişileri harekete geçirmedi? Beş taş oynamaya benzemez darbe yapmak değil mi?
2- Adil Öksüz konusundaki, hatta genel 15 Temmuz muğlaklıklarını giderme konusunda neden Ak Parti iktidarıyla aynı tavrı alıyor? Yani muğlaklıktan bir anlamda fayda sağladığını düşünüyor?
*****
Yıllar boyunca mülkiye, adliye, polis ve ordu içerisinde örgütlenen bir yapının (yazdıkları, söyledikleri, hatta yaptıklarından bağımsız olarak) niyetinin devlete el koymak olduğu açık değil miydi? Uyuduk çoğumuz. “Yok canım” dedik.
Aynı uyumayı gene yapıyoruz gibi geliyor?
Bu yapıya “Yürü ya kulum” diyen Türkiye’nin müesses nizamı (sermaye, devlet kurumları, uluslararası ilişkileri) değil miydi? Amaç bayrağına, vatanına, dinine saygılı, akılcı düşünen gençler yetiştirilerek, ülke kurumlarını solcu, ülkenin rotasını değiştirebilecek kadar bağımsızlık hassasiyeti yüksek olan kişilerden uzak tutmak değil miydi?
Yani kabul etsek de etmesek de aslında açık ve kapalı bir istihbarat operasyonu değilmiydi Cemaat? Ulusal ve Uluslararası bileşenleri olan?
Soru şu, Fethullah Gülen’in kulaklarını çekebilecek konumda birileri var mıydı? Halen var mı?
İşte bu ihtimal, başlıkta bahsettiğim ihtimali aklıma getiriyor.
15 Temmuz A’nın B’ye yaptığı bir operasyon olmayabilir. A ve B birlikte yapmıştır, sınırları belirlenmiştir. Kontrollü yapılmıştır. Genelin çıkarı için birileri feda edilmiştir.
Burada “Genel” cemaati değil, Türkiye’yi kastediyordur.
Yani Frankenstein’ın canavarı, Frankestein’ı kendisini yok etmeden, onu tasfiye etmeye rıza gösterilmiş olabilir. O kadroları yöneten tek güç Fethullah Gülen değildi? Etkiye açık bir yapıydı. Ülkeye operasyonlar çekiyordu. Bu opeasyonlarla insanlara zulüm yapılıyordu. “Hocaefendi” muhtemelen bu zulümden rahatsızdı. Yani belki de kazanan iddianızın aksine “Hocaefendi” oldu. Fethullah Gülen’in bu yapısını tasfiye etti. Paylaştığınız videoda dediği gibi “…atılan her adım erkendir…” ve o adım attırıldı. “Fethullah Gülen’e” rağmen…
Bu sadece “Hoceefendi” hassasiyeti nedeniyle olmadı diye düşünüyorum. Kulağını elinde tutanlar zorla ikna etmiş olabilirler. Sonuçta 1963’ten beri istihbarat ile ilişkili bir kişinin temiz kalam olasılığı hiç yoktur.
Böyle bir ihtimal var mı?
Sanki en başta yazdığım sorulara makul yanıtlar verilmediği müddetçe bu ihtimalin de yaşam şansı var gibi geliyor.
*****
Genelin çıkarı için birilerinin feda edilmesine dair bir kaç cümleyle bitireyim.
Iris Murdoch’un bir kitabından aktaracağım.
Soru şu, bütün bir insanlık mutlu olacak, iyi yaşayacak. Tek bir şart var. Birisi seçilecek ve o kişi hapse atılacak, işkence görecek. Kabul eder misiniz? Karar size bırakılmış.
Buna evet diyen kişi, doğal olarak bir kişiyi insanlık için feda edebildiğine göre aynı soru bir kişi daha eklenerek sorulsa, yani “İki kişi hapse atılacak” diye sorulsa gene evet diyecektir.
Peki, 3, 4, 5, 6,…? Sonu yok Sınır nedir? 1,375,567ê evet diyen 1,375,568’e nasıl hayır der?
İlk kişiyi feda eden, Hitler’in önünü açmış olur.
*****
Demem o ki, su ve zeytinyağı, “Balyoz” davasındaki hukuksuzluklara gözünü kapadığında, bugün Cemaatin masumlarına yapılanlara gözünü kapayanlarla aynılaşmış oluyor…
İlk taşı kim attı, ilk kim “bir kişiyi feda etti” sorusunun bence anlamı yok. Bence anlamı olan “bugünden itibaren feda edecek miyim, etmeyecek miyim?” sorusuna verilecek cevaptır. Her iki yanıtı veren kişi de, bu yanıtlarının sonuçlarıyla yaşayacaktır. İnsan cenneti de cehennemi de kendisi yaratır diye düşünüyorum. Hem de uzağa gitmeye gerek yok. Bu dünyada yaratır ve yaşar.
Sevgiler
İçimizde sakladıklarımız Tolstoyun hikayesinde söylediği gibi ateşi kıvılcımken söndürmeliyiz kaidesine uymazsak o ateş her şeyi yakar. Herşey yandı inancım şu ki İslam dünyası dini yahudilerden ve hırıstiyanlardan çok daha fazla dejenere etmiş ve adı konmayan ruhbanların oyuncağı haline getirmiştir. Yangın ın zemini filizlenecek ormanlara gebe. Ahmet bey küllerin temizlenmesinde emeğiniz büyük.
Güzel yazı, elinize sağlık. Özellikle tarihle, siyasetle, sosyoloji ile yargılama vurgunuz önemli. Tam da böyle yapan, Gülen hareketi üzerine gördüğüm en objektif ve iyi analiz şu kitap:
http://www.isam.org.tr/index.cfm?fuseaction=objects2.detail_content&cid=1241&cat_id=5&chid=2
ahmet bey yazı serisini okudum anlaşılan cemaatin içindesin. atladığın yada bakmak istemediğin konular var. MOSSAD VE CİA nerede …nato nun 2. büyük ordusunda , dünyanın en önemli devletlerinin birinde devletin her kademesinde yapılalanmış adeta devleti ele geçirmiş bir yapının lideri amerikada oturacak bu anlattıkların yaşanacak bundan cia mossad ın haberi olmayacak öylemi. kod adları mahrem yapılar nedir ya . bu konuda aydınlatıcı bilgiler vermezseniz kusura bakmayın , hulusi akar ve hükümet e yaptığınız suçlamalar havada kalır. belkide hoca efendi konu mankeniydi esas fetullah gülen vardı. cemaatin alt kademesini masum göstermeyin esnafından memuruna iş adamından bürokratına çevirmedikleri dolaplar kalmadı . ben kayseride esnafım himmet adında toplanan paraların kimleri zengin ettiğini cemaate para vermeyenlerin maliye ssk belediye gibi kurumlarla başını nasıl derde girdiğini bırak büyükşehirde herhangi ufacık bir kasabada araştırırsan anlarsın . gülenin bedduasına kalbimle amin demiştim . haksız olanın hayin olanın . evlerine ateşler yağsın. AMİN
Yazıda gerçekten cevap bulunması gereken sorular var bu açıdan çok başarılı bir çalışma…
Ancak “yaşanan haksızlıklara kızan, çare olmaya çalışan Ahmet, aceleci Ahmet’e yenilmiş”.
Birde çok önemli bir hataya düşülmüş sanki film bitti herkes sinemayı boşaltıyor havası verilmiş oysa kimse bul filmin bittiğini iddia edemez, belki bir kaç bölüm bitti ama dizi devam ediyor şekil ve tarz değiştirerek. Bu yazıdaki bazı hükümler çok ama çok erken verilmiş hükümler…
“Türkiye ile, Türkiye’nin tarihi ile, Türkiye’nin şartları ile yargılayalım.
Sonra kendisi ile…
Yaptıkları ve yapmadıkları ile, kendi sözleri ve yetiştirdiği nesillerle, ettiği güzel hizmetler ve onay verdiği kötülüklerle birlikte yargılayalım.
Her şeyden önce ‘Hocaefendi’ ile yargılayalım.
Hocaefendi’nin kürsülerden söyledikleri ile, imza attığı kitaplarla, el sıkıştığı insanlarla ve hayalleri ile yargılayalım.”
Yazı dizisinin böyle bir menzile de uğrayacağını hiç tahmin edemezdim. Çok objektif bir yargı koymuşsunuz bence. Ayrıca sadece kahvenin değil, bir battaniyenin de 40 yıl hatırı oluyormuş sanırım. “Vefa bizim yamaçların gülüdür” ifadesinde ‘vefa’ ifadesinin yerine de sizin yorumlarınıza bakarak ‘hakkaniyet’ kullanabiliriz.
Haklısınız, yiğidi öldürseler de hakkını yemesinler.
Ahmet bey tebrik ediyorum elinize, yüreğinize, sağlık.Hz.İbrahim misali kaleminizle gülen putunu kırdınız.Artık onun tapıcıları /yamacıları ne derse desin aldırmayın.Bir itikat meselesi olan gülen putunu gözler önüne sermeniz pek çok insanın itikadi bir problemini yeniden gözden geçirmesine sebebiyet verdi.Biz yazdıklarınızdan razıyız ve altına imzamızı atarız.Rabbim kaleminizde ve yüreğinizde “Emredildiğin gibi dosdoğru ol” emrini her daim kaim kılsın.
Cennet Mekan Abdülhamid Han’da istese, Selanik’den İstanbul’a hareket eden çapulcu ordusunu, daha ordan çıkmadan imha edebilirdi. Ama yapmadı veya ruhsat verilmedi. Peki niye? Allah’u Alem Cenabı Allah’ın muradı “Üstadın ve HE nin tedrisatında yetişecek, asrın iman ve Kur’an hadimleriyle yedi kıtada yeşerecek, Muhammed’i tohumların atılması. O mübarek tohumlarla Efendimizin benim namı celilim güneşin doğup, battığı her yere ulaşacak mesajının gerçekleşmesi ile tebliğ ve irşad vazifesinin finali” olabilir mi?
Mahremce söylediği sözlerin, bir boş kutunun çöpe atıldığı gibi unutulup gitmesini talep eden bir liderin, mahrem tarafları vardır.
Ve o mahrem liderin de kendine göre hedefleri, beklentileri, hayalleri veyahut bir mefkuresi vardır.
Yaktın bizi gülen…
Merhaba yazılarınızı dikkatle okudum . Şu kısma takıldım demişsiniz ki özetle Tayyip onlarca yolsuzluk haksızlıkla milletin bağrına çöreklenmiş bir canavar.Yolsuzluk var ahlaksızlık var gaddarlık var makam sevdası var.Pekala haklısınız , ya cemaatin topladığı bağışlarla alınan hisselerle onca insanın maneviyatı ve inancı üstünde tepinerek lüks bir hayat süren abileriniz? Ya peki hediye giden İran halıları bilmem kimlerin gönlünü almak için verilenler ? Bağlılığı sürsün diye imansızlara -garibana zorla yaptırdığınız aboneliklerin parasıyla- bağladığınız maaşlar ? Çaldığınız sorularla önüne geçtiğiniz milyonlar ? Sahte delillerle elemanlarınızın namus iftirası attığı masumlar ? Söylesenize ahmet bey Tayyip millerin bağrına çökmüş bir canavar da cemaatiniz değil mi? Hak yendi mi yendi hukuksuzluk yapıldı mı yapıldı adam kayrıldı mı kayrıldı tuzaklar kuruldu mu kuruldu savaşta her türlü hile caizdir hükmünce her batağa girildi mi girildi öyleyse tek canavar Yok.Şu an hapislerde çürüyenlerinde ,dışarda açlıktan nefesi kokanında , itibarını yitirip insan içine çıkamayanında darbede ölenin kanında da sizin cemaatinizin parmağı en az Tayyip bey kadar var. Tayyip beyi eleştirdiğiniz listesinin tamamı cemaat yapılanması içinde de mevcut ..ahh benim canım ülkem ah benim gariban insanım ahhh..
Dualite filan yok… yok şu şuna yenilmişte… zırva zirve… ikisi de aynı kişi, aynı tav… ne dualitesi; besbelli münafık bir karakter işte… güç ihtirasıyla nefsini küffara peşkeş çekmiş, yüzbinleri de helaka sürüklemiş bir katil işte… dualiteymiş, peh