1930’ların Viyana’sında sıradan bir kadındı. Adını bugün kimsenin bilmediği, sıradan bir kadın. Bir öğle sonrasıydı. Çamaşır asıyordu. Birazdan bir seçim yapacaktı. Bugün hiç kimse adını bilmese de onun nasıl bir insan olduğunu bütün dünyanın kıyamete kadar bilebilmesini sağlayacak bir seçim…
“Avusturya’nın Mona Lisa’sı” olarak tanınan Adele Bloch-Bauer’in yeğeni Maria Altmann (Maria Victoria Bloch) ile yeni evlendiği kocası, opera sanatçısı Fredrick’in (Fritz) Nazilerden kaçış anıydı bu…
O sahneyi izlemiş misindir bilmiyorum Ey Muhbir, iyi dinle. Bu gerçek hikaye, ‘Woman in Gold’ filmi ile beyazperdeye de aktarılmıştı.
30’ların sonunda Maria ile Fritz, Nazilerin Avusturya’yı işgal edip Yahudileri toplama kamplarına götürmesinin hemen ardından peşlerindeki askerleri atlatıp kaçmaya çalışıyorlardı. Onların kaçtığını anlayan eczacı, hemen dışarıda bekleyen askerlere haber veriyor, peşinden ‘asırlarca sürecek’ bir kovalamaca başlıyordu. Eski Viyana’nın dar sokaklarından birinde, karşılarına çamaşır asmakta olan işte bu kadın çıkıyordu. Kadın, eliyle bir sokağı işaret edip “Bu tarafa” diyordu. Bir kaç dakika sonra peşlerindeki askerler koşturarak geldiklerinde ise aynı kadın, başıyla tam tersi yönü işaret edecekti.
***
Bir seçim yaparsın…
Bu asla sadece o anın içinde mücerret bir an değildir. Belki anan-babandan tevarüs etmiş bir hamiyet ya da tam tersi bir soysuzluk mirası, çocukluğundan itibaren ruhuna yerleşen bir cevher ya da hayvanlık doğası, karakterine işlemiş siyah ya da beyaz nişanı ile muhtasar bir andır o. İmbikten süzülen bir damla gibi sızıverir dışarı. Elin havaya kalkar; ya sağı göstereceksindir ya solu. Ya siyahı seçeceksindir ya beyazı. Marvel Evreni gibi ya adını ‘iyiler’ arasına yazdıracaksındır ya da ‘kötüler’ listesine.
Bu bir seçimdir. Kendi seçimindir. Bu bazen bir el hareketidir. Bazen göz kırpma. Bazen bir göz yumma. Bazen de bir sözdür. Karakterinin gereğidir. O eczacı da olabilirsin o çamaşırcı kadın da…
Haddizatında bu bir seçim de değildir belki. Yerini tayindir. Yer tespitidir. Konum bildirmedir. Aynı zamanda karakterin ilamıdır.
***
Ey Muhbir!
Ey kendi kazurâtı içerisinde kâmkârâne yaşayıp giden küçük adam!
Dinle!..
Sensin mevzua bahis.
Hani 40’ların Türkiye’si idi bu kez… O sıralar hedef gayrimüslimlerdi. Varlık Vergisi adı altında bir cadı avı vardı. Sen o gün, bütün aç gözlülüğün ve tamahınla bir konakta misafirdin. Hani Salkım Hanım’ın Taneleri’nde, yanına sığındığı, hep iyilik gördüğü ‘dönme’ Halit Bey’i ihbar edip konağının üzerine konan Durmuş var ya, işte sen oydun. “Baksana olum elalemin gavurları güzelim tükanların üzerine çöreklenmiş, biz de kakıp onların hamallığını mı yapak?” diyordun.
Oysa seninle aynı şartlara sahip bir de Bekir vardı. Hemşehrindi. O iyiliği, vefayı, vicdanı seçerken sen ihbarı, cinayeti, şemateti seçtin. Bu senin kendi seçimindi. Sana göre haklıydın. Bunun için, sana bir zaman hayırhahlık yapan arkadaşını da öldürdün. Yine haklıydın. Sen hep haklıydın. Hep hainler vardı. ‘Muhanatın’ kem gözleri hep ‘torpak’larımızdaydı. Sense daima pirüpak, daima hakkı yenmiş ve mağdurdun. Hakkını arayandın.
***
1941 İstanbul’uydu…
Taksim Sakız Ağacı Caddesi, numara 85…
Sabahın 6’sında evin kapısı çalındı. Askerler, kunduracı Suren Garavaryan’ı almaya gelmişlerdi. Askerliğini yapmış olan gayrimüslim erkekler yeniden askere alınıyordu. ‘İhtiyat Askerliği’ adı verilen bu uygulama ile gayrimüslimlerin ticari faaliyetleri dolaylı olarak donduruluyordu. Sanılmasın ki gerçekten askerlik yaptırılıyordu bu insanlara. Geri hizmetlerde taş kırdırılıyor, demiryollarında amele olarak çalıştırılıyorlardı. Varlık Vergisi uygulamasının da hemen arefesiydi. Ekonominin Türkleştirilmesi için çaba gösteriyordu devletimiz.
Pijamasıyla alıp götürdüler 37 yaşındaki Suren Garavaryan’ı. Çocuklarının gözleri önünde. Civardaki bütün gayrimüslim evlerinden çığlıklar yükseliyordu. 1 yıl sonra geri geldiyse de kısa zaman sonra bu kez Varlık Vergisi nedeniyle Aşkale’ye götüreceklerdi Suren’i. Normal bir kunduracının 10 katı vergi tahakkuk ettirilmişti. Eve haciz memurları geldi. Çeyiz sandığının içinde evin küçük oğlu Ohannes’in kemanı vardı. Onu da alacaklar diye ağlamaya başladı 4 yaşındaki Ohannes. Gözyaşlarından etkilenen iki memur, evden çıktıktan sonra haciz kağıtlarını yırtıp çöpe atacaktı. Küçük Ohannes ve annesi camdan bu manzarayı izleyip minnet duyacaklardı.
Bu da bir seçimdi. O uygulamanın haksız olduğunu bilen iki memur, evde haczedecek bir şey olmadığını beyan edeceklerdi.
***
1955 İstanbul’uydu…
6 Eylül öğleden sonra, saat 2 sularıydı…
Kapalıçarşı Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısında, düğmeci Hagop’un dükkanıydı…
O çeşmenin hemen yanında eski elbiseler satan bir Hasan vardı. Hasan işte, sadece Hasan. O kadar. Soyadı bile yok bugün. Ama iyiler listesinde onun da adı yazılı. “İçi-dışı temiz bir insandı.”
O kemanı için ağlayan küçük Ohannes Garavaryan büyümüş, 18 yaşına gelmişti. Hagop Usta’nın yanında çıraktı.
İşte o öğleden sonra Hasan tedirgin bir şekilde yanaşıp, “Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!” dedi. Devamı şöyle geldi:
– Hasan Abi, bu saatte dükkânı kapatmak olmaz. Ustam her gün saat altıya kadar açık tutmamı söyledi
– Ben ne diyorsam onu yap! Dükkânı derhal kapat ve eve git!
– Neden? Bir şey mi oldu?
– Sonra anlatırım. Sen hiç oyalanma, elini çabuk tut! Ben sonra ustanla konuşurum. Haydi çabuk ol! Ağabeyine de telefon et. O da dükkânını kapasın, eve gitsin!
‘Onnik’ söyleneni yaptı. Nedenini az sonra anlayacaktı. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmasıyla birlikte ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletlerle kamyon kasalarını doldurmuş yabani tipleri gördü. Birazdan onlarca insanın canına, yüzlercesinin yaralanmasına mal olacak ve tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçecek vahşi olaylar başlayacaktı. Yüzlerce kadın tecavüze uğrayacak, 4 binin üzerinde gayr-i müslimin evi, binin üzerinde dükkan, 73 kilise, sinagoglar, manastırlar, okullar, fabrikalar saldırıya uğrayacak, yağmalanacaktı.
Hasan o gün bir seçim yapmıştı. Aylardır tanıdığı ve hiç bir zararını görmediği Hagop Usta’yı, ‘Onnik’ diye hitap ettiği çırağı Ohannes’i ve dükkanlarını korumayı seçmişti. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun eline balta verip İstanbul caddelerine saldığı vahşilerden değildi.
***
Yine aynı gün…
Eminönü Yeni Postane Caddesi’nde bir küçük matbaa…
‘Penik Usta’nın matbaası…
Gerçek adı Penyamin Torunyan’dı. “Hayırsever, insaniyetli, vicdan sahibi bir insandı.”
O gün, oğlu Hrant vardı dükkanda. Dışarıdan gelen gürültü patırtı üzerine dışarıya baktı Hrant. Babıâli yönünden kalabalık geliyor, her tarafı kırıp döküyorlardı. Hemen dükkandaki bayrağı alıp dışarı çıktı, kapının önüne astı. Kepengi kapattı. Korku içinde etrafa bakarken Halk Bankası ile Ziraat Bankası’nın bekçilerini gördü. Tabancalarını, gözü dönmüş kalabalığa çevirip, “Bu caddede gâvur yok! Bu caddede sizin aradıklarınızdan yok! Dokunmayın! Gidin burdan!“ diye bağırıyordu bekçiler. Barbarları oraya sokmadılar. Eli baltalı adamlar geri dönüp gittiler.
O bekçiler bir seçim yapmıştı. Tercihini kötülükten, vicdansızlıktan, ihbarcılıktan, yağmacılıktan yana kullanacak başka adamların olduğu, başka caddelere doğru yol aldı gözü dönmüş kalabalık.
Hrant Torunyan, onlarca yıl sonra vereceği bir röportajda, “Bu bekçiler gibi insanlar İstanbul’da, Türkiye’de her zaman var olmuştur. 1915 felaketi sırasında bile kendi hayatlarını tehlikeye atıp, sürgün edilmiş birçok Ermeniyi korumuş melek ruhlu insanlar olmuştur. 6 Eylül 1955 akşamı, eğer o banka bekçileri olmasaydı benim dükkânım da kırılıp yıkılır, belki Erol’la birlikte dükkânımızın içinde öldürülürdük. Bizi banka bekçileri kurtardı.” diyecekti.
***
Evet, her ikisi de vardı.
Bu bir seçimdi.
Kimi Adalar’da bir papazı bir eşeğin üstündeki sepetin içine saklayıp kaçırıyor kimi de yakaladığı papazları sokak ortasında sünnet ediyordu.
Neden biliyor musun Ey Muhbir?
Çünkü, devletin öyle demişti. Devletinin içinden karanlık bir çete “Yunanlılar Selanik’te Ata’mızın evine saldırdı” diye bir yalan haber üretmişti. Bombayı atan da aslında senin istihbaratın, senin derin devletindi. Hani bugün 15 Temmuz için aklının ucundan bile geçmeyen ‘kendi kendine tertip’ oyunu var ya, aslında senin o kutsal devletinin en usta olduğu alanlardandı o, bilmiyordun. En iyi bildiği işlerdendi hem de. Sadece senin devletinin de değil aslında, tarihin her devrinde her toprakta sahnelenegelen bir kalleş oyundur bu. Her defasında işe yarayan, hedefini bulan. Hep senin yüzünden. Senin aymak bilmez hamakatinden.
Sırf sen “Vay hainler!”, “Vay gavurlar” diye provoke olasın, alasın eline baltayı, düşesin yollara ve ne kadar Rum dükkanı varsa yıkasın, yağmalayasın, eline geçen Rum’u perişan edesin diye… Çünkü Kıbrıs davası ısınıyordu. Mitingler yapılıyor, “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak” diye sloganlar atılıyordu. Çünkü millette bir Rum hassasiyeti peydahlamak gerekiyordu. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşasalar, kapımıza komşu, yolumuza yoldaş da olsalar önemli değildi…
***
Ve sen seçimini yapıyordun…
Senin Durmuş olarak ihbar ettiğin Halit Bey, Aşkale’de karla kaplı bir bozkırda hayatını kaybediyordu.
Yaşadıkları ağır gelip ölenlerin hikayesini uç uca eklesen, bu ülkenin yazılmamış tarihi çıkar ortaya. Her şeyi alınıp bozkıra ya da bir nehrin ortasına gömülenlerin isimlerinin değiştiği bir dram tarihi…
Bu ‘başkaları’nın hayatıdır…
***
Hani 1980’lerin sonuydu. Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin soğukkanlı istihbarat elemanı Yüzbaşı Gerd Wiesler, yazar Georg Dreyman’ın evinin çatı katında dinleme yapıyordu. Dreyman ve hayat arkadaşı tiyatro oyuncusu Christa Maria Sieland’ı izliyordu. Rejim ona bu görevi vermişti. Fakat zamanla yaptığının yanlışlığını farkedecek ve onlar hakkındaki bilgileri Stasi merkezinden saklayarak bu çifti koruyacaktı. Kendini riske atmak pahasına bir seçim yapacaktı…
‘Başkalarının Hayatı’ filmini anlatıyorum, evet. Kısa süre sonra Doğu Alman rejimi çökecek, Berlin Duvarı yıkılacak ve Stasi arşivleri açılacaktı.
Yazar Dreyman da arşivlere girip bakanlardandı. Yıllarca takip edildiğini, 24 saatinin izlendiğini hayretler içerisinde öğreniyordu. Fakat ilginç bir şekilde, kendisi için riskli olan detayların raporlara konmadığını farkedecekti. Tutanakların altında, kendisini izleyen istihbaratçının kod adı vardı: HGW XX/7.
Eski Yüzbaşı Wiesler, Berlin’de sıradan bir hayat sürmekteydi artık. Bir gün bir kitapçının önünden geçerken camda kocaman bir afiş gördü. Aylarca takip ettiği Greg Dreyman’ın yeni kitabı çıkmıştı. ‘İyi Bir İnsan İçin Sonat’ adını taşıyan bu kitabı merak etti Wiesler. İçeri girip kitabın kapağını açtı. İlk sayfada şöyle yazıyordu: “HGW XX/7’ye adanmıştır. Teşekkürlerimle…”
***
Tarihin neresinde yer alacağını, nasıl anılacağını, filmlere ve kitaplara nasıl konu olacağını herkes kendisi seçer.
TR7/24
Ahmet Bey,
Doğan Ertuğrul, 30 dakika programının iptal edilmesiyle sesini duyuramamakta, sizin en azından haftada iki gün Pazartesi ve Cuma Doğan Ertuğrul ile program yapmanız gerekiyor.
Itirafci olan insanlar ne Alman askerlerine saga mi sola mi diyen kadindir, ne de hakkinda bilgi verdikleri adamlar kendi halinde kunduracilardi. Itirafci olan adam kendisi bilgi vermezse terorist olarak yillarca hapis yatiyor, hakkinda bilgi verdiklerinin en azindan bir kismi da hususi hizmet denilen orgutlu sizma, soru calma ve en nihayetinde darbe isine bulasmis kisilerdir.
Su durumda niye darbecileri veya soru calanlari korumak icin kendisi terorist olarak yillarca hapis yatmali bu insanlar? Demogojiden baska bir sey degil yazdiklariniz.
Acaba bu devletin bu milletin kürtlere nasıl zülüm edileçeğinin planları yaparken bunuda yazan çıkarmı