Mapusta 1488 gününü doldurmuş birinin ağzından dinleyin ‘zaman’ ne demek.
Günde kaç kez kullanıyoruz bilmiyorum, ‘özlemek’ kelimesini… ‘Özledim’ diyoruz. Evet, çok özlüyoruz. Bir de 49 aydır hapiste olan birinin gözünden bakalım, ‘özlem’ neymiş, nasıl bir şeymiş…
Unuttuk hepimiz; ‘mektup’ nedir mesela? 4 yıldan fazla bir zamandır dört duvar arasında olan genç bir insandan hatırlayalım, mektup ne manaya gelirmiş!
‘Görüş’ nasıl bir şeymiş, babalar oğullarına sarılırken neden sol elleriyle oğullarının sırtlarını sıkarlarmış, biliyor muyuz?
‘Koğuş’ sadece beş adımdan mı ibarettir? Ve o derin boşlukta insan kendi sesine nasıl yabancılaşır, anlıyor muyuz?
İşte sevgili Emre Soncan’ın son mektubunda bunlara cevaplar var.
Yine bir sonbahar geliyor; yine yapraklar dökülecek ve yeni mektuplar gelecek. Ama önce manasını bilelim. Emre’nin “Hapislikte Kelimeler ve Manaları” başlıklı son mektubu ile başbaşa bırakıyorum sizleri…
“ZAMAN: Bir hapisahane gecesi bin gün eder.. Bu alemde vakit nazlıdır, ağırkanlıdır, akrep ve yelkovan kurşundandır.. Pişkin bir misafirdir zaman, yatıya kalmaya niyetli; lisan-ı münasiple yolculamak istersin, kapıya kadar eşlik eder hatta karşıdan karşıya geçirmeye çalışırsın lakin ışık yayalara hep kırmızıdır..
Zamanın sancılı boşluğunda dilini dişlerinin, başını ellerinin arasına alır, yüreğini taşırıp taşırıp özgürlüğünü düşünürsün.. Düşündükçe düşlerin çırpınır, ruhun uğunur durur.. Avuç avuç biriktirdiğin her hayal kıymık parçası olur, ellerinin içinden kayar, kaydıkça hızlanır yolda, gelir yüreğine batar, battığı yeri çizer, kanatır..
Üzerinde sigara dumanı ve izmarit kokusu gezinen pürtüklü bir sesle konuşur zaman seninle koğuşta.. Alaya alır adamı, ‘Ağır ağır ilerlediğim vehmine kapılıyorsun ama ömründen şimdiden dört yılı çalıverdim’ der.. Mahirdir hırsızlıkta yani ve daha ne kadar ileri gidebileceği de meçhuldür..
ÖZLEM: Sevdiğin kadının tenine, teninin kokusuna, teninin kokusunun üzerinde salınan buğuya duyulan yürek çatlatan, şakak zonklata, iç çekişli ve pek heybetli bir vuslat arzusudur..
RÜYA: Umudunu hakimlerin zalim kalemleri karalar ve jandarma postalları çiğnerken, ansızın açılan hikmet perdeleridir.. Göğüsleri genişleten huşu tebessümleri, rüzgarların taşıdığı tılsımlı uğultulardır.. Dolaylı anlatımlarla hakikate aralanan kapılar, kainatın bağrından kopup gelen işaretlerdir..
MEKTUP: Sevdiğinden gelen tek bir satır, sevdiğinle geçen bir ömür demektir.. Yıllardır görmediğin denizler, ağaçlar demektir.. İçine çekmeye çekmeye serinliğini unuttuğun hürriyet demektir.. Sevdiğinden gelen tek bir satır sonsuz bir bakış, çapkın mı çapkın bir gülüş demektir.. El ele tutuşmak, tutuşmakla da kalmayıp ten tene dolanmak demektir.. Buğulu buğulu da değil, düpedüz sisli puslu karanlıkları nazikçe okşayıp aydınlatır gibi yapan süzgün bir ay ışığı demektir.. Sevdiğinden gelen tek bir satır hapishane dolusu umut demektir.. Takvimden umuttan yapraklar koparmak, umut yüklü hayaller kurmak, baştan aşağı umuda boyanmak demektir.. Tek bir satır tutsaklıktan kaçış bileti, özgürlüğe kazılmış düşsel bir tünel; sırtının her iki yanında omuzlarının hemen altında aniden beliriveren akça pakça ilahi kanatlar demektir. Tek bir satır, tek bir satır demek değildir yani mahpuslukta, muhatabı için hayata yeniden tutunma şansı demektir..
GÖRÜŞ: Zindanda ‘görüşler’ ikiye ayrılır, kapalı ve açık olmak üzere.. Kapalısında, üzerinde sayısız parmak izi olan kirli bir camın arkasından, bir o kadar kirli telefon ahizesini eline alıp gerekli şifreyi tuşlayarak konuşursun.. Açığı daha insancıldır; dokunabilirsin örneğin sevdiğine ama yan yana oturmak yine de yasaktır.. Açık görüşler anne gözyaşlarıyla ıslanır doğal olarak ve tüm duygular o tuzlu ıslaklığın saydamlığında parıldar.. Babalar evlatlarına sarıldığında, sağ elleriyle çocuklarının sağ omzunun hemen arkasını kavrar, sol elleriyle sırtlarını sıkar, sıkmakla da kalmayıp adeta mıncıklarlar; çünkü karşılarındakilerin etiyle kemiğiyle gerçekten var olduğuna kendilerini ancak böyle inandırabilirler..
KOĞUŞ: Rutubetin demir pencereye, pencerenin kenarındaki çalar saate, sonbahardan kalmış yaprağa, diyanet takvimine; demir karyolaya ve onun inceden çıkardığı gıcırtalara; metal elbise dolabına, dolabın üzerindeki kitaplara, mahkeme evrakına; tavandaki lambaya; üzerindeki kıyafetlere ve en sonunda ruhundaki dikenli boşluğa sirayet ettiği dört duvar – beş adım bir kafestir..
SES: Bazen kendini, kendi sesine benzemeyen gücenik ve bıkkın bir tonla konuşurken bulursun.. Sanki ses tellerine bezginlik tohumları serpilir de teller titreştikçe, ağzından çıkan sözcüklerin arasında sesten, mecalsiz ve buruşmuş çiçekler yürür.. Sesin, sana senden bir yüktür..
Emre Soncan
Silivri Zindanları, Yaz Sonu, 2020