Hulusi Akar, 2005 yılında Kara Harp Okulu Komutanlığı görevini Reha Taşkesen‘e devrederken öğrenciler, “Hulusinasyon devri bitti, Rehabilitasyon devri başladı” diye yazarlar.
Türkiye hiç bir zaman ‘rehabilitasyon’ devrine giremediği gibi ‘Hulusinasyon’dan da hiç çıkamadı tabii.
Türkiye 11 yıl sonra öyle bir pusun içine düşecekti ki, ne vuran niye vurduğunu ne de vurulan niye vurulduğunu bilecekti.
Öyle ki Hulusi Akar’ı derdest etmekle suçlunan İhraç Albay Fırat Alakuş, 15 Temmuz çatı davasında savunmasına bu başlığı atacaktı: “Hulusinasyon”
****
“‘Semih Terzi vuruldu. Vuran da vuruldu. Burada her şey çok karışık, anlamadım.’
Nefes nefese telefonda söylenen bu sözler, ‘vuranı vuran’a, yani Üsteğmen Mihrali Atmaca’ya aitti.
Astsubay Ömer Halisdemir’i şehit ettikten hemen sonrasıydı.
O gecenin en puslu anlarından biriydi.”
27 Mart 2017 tarihli “‘Mission Impossible’: 7/15” başlıklı yazıma bu satırlarla giriş yapmıştım.
Adından da anlaşılacağı gibi bir Görevimiz Tehlike filmine atıf yapıyordum.
Serinin ilk filmine…
Zannediyorum bu yazıyı okuyanlar arasında o filmi izlemeyen çok azdır.
ABD’nin Prag Büyükelçiliği’ndeki bir resepsiyonda yaşanan casuslar savaşı ile başlıyordu olaylar.
Hatırlayacaksınız, Tom Cruise’un canlandırdığı ajan Ethan karakteri, bir anda karmakarışık olaylar zincirinin içinde buluyordu kendini. Dakikalar içinde ekip arkadaşları bir bir gizemli şekilde ölüyor, arabaları havaya uçuyor, kimin ne olduğu birbirine karışıyordu.
O yazı şöyle devam ediyordu: “Ekibin en operasyonel adamı Ethan ise sisli ve soğuk Prag gecesinin gizemi içinde afallayıp kalır. Bildiği bütün ezberler yıkılırken kimin ne olduğunu, kimin dost kimin düşman safta yer aldığını, aslında neye hizmet ettiklerini, neyin parçası olduklarını, gördüklerinin ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu şaşırır. Aslında tuzağa düşürülmüşlerdir. Gerçek köstebek çok içerilerde ve derinlerdedir. (…) Sonradan ortaya çıkar ki gerçek hain, onları sahaya süren liderleri Jim’dir. Ölmemiştir. Sadece kendine öldü süsü verip kayıplara karışmıştır. Diğer ajanlar ise Jim’in çıkarları için ölmüştür.
15 Temmuz darbesiyle ilgili ne zaman bir şeyler okusam, aklıma hep o gizemli Prag gecesi geliyor. Verilen ifadeler, bir bir ortaya çıkan sırlar, cevapsız sorular ve büyüdükçe büyüyen muamma… Kimin ne olduğu, o gece kimin ne yaptığı, neye hizmet ettiği, kimin hangi safta yer aldığı, yaşananların ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu birbirine karışmış durumda.”
****
Bu satırların üzerinden de 3 yıldan fazla bir zaman geçmiş.
Bu sonuç yazısına da aynı cümlelerle giriş yaptım.
Çünkü halen 15 Temmuz akşamı bana o puslu Prag sahnelerini hatırlatıyor.
Bu öyle bir pustu ki, halen dağılmış değil.
Cumhurbaşkanı’na suikast davasına bakan Muğla 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Emirşah Baştoğ bile bir duruşmada dayanamamış ve “Su o kadar bulanık ki…” demişti.
Hakim Baştoğ, darbeci denilen askerlerle çatışan polislerin Cemaat üyeliğinden tutuklanması üzerine söylemişti bu sözleri.
Belki de manzarayı en iyi özetleyen ifadeye bir başka hakim, Oğuz Dik imza atacaktı. 15 Temmuz Genelkurmay çatı davasına bakan Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Dik, bir duruşma sırasında, “Bizim gördüklerimiz halisünasyon muydu?” diye soran sanıklardan Gökhan Şahin Sönmezateş’e Fırat Alakuş’un savunmasını hatırlatarak, “Halüsinasyon mu, Hulusinasyon mu?” diye manalı bir soru yöneltmişti.
****
Sahi neydi o?
Biz ne yaşadık?
Kötü bir kabus gibi her şey.
Bir türlü sabahı olmayan…
Bir karabasan…
Bir halüsinasyon…
Bilen var mı, neydi o 15 Temmuz olayı?
Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2020 Araştırması’na göre Türk halkının en fazla kafa karışıklığı yaşadığı konu, zannedilenin aksine, hâlâ 15 Temmuz.
Neden mi?
Çünkü su hala o kadar bulanık ki!..
Ve her yer hala o kadar karanlık ki!..
Azıcık aklı olan hiç kimsenin ikna olmayacağı bir resmî yalandan ibaret yaşadıklarımız.
****
Biz hala 15 Temmuz’dayız.
O bulanık sudayız.
Av olanlar için gün daha bitmedi.
Gün hala 16 Temmuz’a dönmüş değil.
Takıldı kaldı orada zaman.
Bir karanlık ki, bir türlü sabahı olmayan…
Bir gece ki güneşi hala doğmayan.
Bir asır 15 Temmuz.
Bin yıl sürecek…
Her gün bir daha doğup bir daha öldürecek.
Takıldı kaldı orada tarih.
Yarını olmadı.
Sonrası olmadı.
Kıyameti orada koptu birilerinin.
Binlerin.
Yüzbinlerin.
Saatleri durdu.
Bir enkaz duvarında asılı kalan…
Ve birileri de yolunu buldu.
Su uyudu, Hulusi Aktı.
Onun için yeni bir hayat başladı.
Başkalarının hayatları ve canları üzerine kurulan…
****
“Üzülürsen büzülürsün, büzülürsen düzülürsün!” diyor.
Bu Hulusi Akar’ın en sık kullandığı argo döngüsüydü.
Döngü diyorum, çünkü sonrasında şöyle devam ediyordu: “Düzülürsen yine üzülürsün. Onun için hiç üzülmemeye bakacaksın.”
Bu onun mottosu.
Hulusi Akar, kendisi üzülmemek için bütün memleketi büzmeyi tercih etti.
Ben öyle söyleyeyim de siz döngünün neresini anlarsanız anlayın.
Hayır, komik de değil.
O gün bugündür ülke üzülmekten ve büzülmekten kurtulamıyor.
İnsanlar ölüyor.
Louis Ferdinand Celine, “Gelecekten söz eden her kimse namussuzdur. Tek geçerli olan güncel olandır,” der. Bugünkü manzaraya baktığımda o pusun içinde bir biri ardına devrilen sütunlarla paramparça bir ülkeden başka bir şey görmüyorum.
Bunun en büyük müsebbiplerinden biri Hulusi Akar.
Kendi ordusuna pusu kuran komutan.
Kendi askerlerini sırtından vuran başkumandan.
Satan adam.
Usta oyuncu.
Deneyimli politikacı.
Yıkamacı, yağlamacı.
****
Akıncı davası duruşmalarının birinde Avukat Ayten İzmirli, Hulusi Akar’ın eski sırdaşı olan sanık Mehmet Dişli’ye şu soruyu yöneltmişti: “Askeriyede çok çok önemli bir teamül vardır. Her üst, astın yaptığı, yapmadığı her şeyden sorumludur. TSK’nın en büyük sorumlu komutanı olarak, sizce Hulusi Akar bu sorumluluğu niye almadı yada alamadı?”
Dişli ise sadece “Bu benim haddimi aşan bir soru. Yani ben böyle bir soruya cevap vermek istemiyorum,” demekle yetindi.
Ama Ayten İzmirli bu soruyu soramadı.
Çünkü Hulusi Akar o mahkemeye hiç gelmedi.
Gelemedi.
Askerlerinin yüzüne bakamadı.
Mahkeme kendisini müşteki sıfatı ile dinlemek istedi.
Fakat o ne yaptı?
Bir dilekçe vererek, “Çağırmayın, gelmeyeceğim,” dedi. Savcılık ifadesinde her şeyi zaten detaylıca anlattığını öne sürerek kendisinin mahkemede dinlenmekten vazgeçilmesini talep etti.
Resmen kaçtı yani.
Sorulacak sorulardan kaçtı.
Yüzüne vurulacaklardan kaçtı.
Mahkeme de hukuka aykırı bir şekilde bunu kabul etti.
Oysa ifadesinde hiç bir şey anlatmamıştı Hulusi Akar.
Hiç bir şeyi izah etmemişti.
Söyledikleri tamamen yalanlarla doluydu.
Çünkü yaşadıklarımız ne hayaldi aslında ne halüsinasyon.
Hepsi gerçekti, hepsi birer “Hulusinasyon”.
****
Akıncı davasına katılan sanık avukatlarından Fatma Çiftlik de bu yüzden, “Tabi ki biz Sayın Hulusi Akar geldiği zaman bu soruların aynısını ona da soracağız. Hulusi Akar istihbaratı bir kaç kişiyle baş başa değerlendirmese ve tüm komutanların da katıldığı toplantıda değerlendirmelerini yapsaydı bugün bu kadar şehit, gazi verilir miydi? Ve bu salon en azından 77 tane kursiyer teğmen, 23-24-25 yaşındaki gençlerle dolu olur muydu?” sorularını yöneltiyordu.
Buna da cevap veremedi tabii Hulusi Akar.
Çünkü gelmedi.
14 Temmuz’dan itibaren bütün yapıp ettikleri soru işaretleri ile doluydu çünkü.
Yaptığı tek bir tane doğru yoktu nerdeyse.
Bütün kararları, bütün adımları skandal.
Hangi birine cevap verecek?
****
Eski Emir Subayı Levent Türkkan, mahkemede bu yüzden, “Hulusi Akar’ın buraya gelmesini ve yüzleşmeyi o kadar çok isterdim ki…” demişti.
Ve şöyle devam etmişti: “Hulusi Akar o korkunç geceden, güya mağdur, müşteki, derdest edilen ve aslında demokrasi için amansızca bir mücadele veren birisi olarak çıktı. Aksinin gerçek olduğu, yani aslında darbeci olduğu, en azından duruma göre vaziyet aldığı veya her iki tarafı da idare ettiği gibi bir kanaate varılması durumunda da ne hale düşeceği belli. Hulusi Akar ile ilgili, öncesi, 15 temmuz ve hemen sonrasıyla ilgili gerçek bilgiye sahip herkes ve özellikle en çok şey bilenlerden birisi olarak ben, doğrudan hedef tahtasına konuldum. Öyle olunca acımasız bir baskı, iftira, karalama ve yargısız infaza maruz kaldım. En başından itibaren, ben ve benimle ilişkilendirilebilecek bir takım kişiler işkenceye maruz kaldık. Hulusi Akar’ın yazdığı senaryoya uygun vaziyete getirildik.”
****
Bütün ülke, Hulusi Akar, Hakan Fidan ve Tayyip Erdoğan’ın yazdığı senaryoya uygun hale getirildi.
Biri üzdü, biri büzdü, biri düzdü.
Gökten üç bomba düştü.
Ülke, tecavüzcüsüyle evlendirildi.
Vura-kıra, tekme-tokat, karga-tulumba, öldüresiye…
Olan bu memleketin evlatlarına oldu.
İktidarıyla Cemaatiyle, hususisi ile Hulusi’si ile, Erdoğan’ıyla Ergenekon’uyla, istihbaratıyla ihbarcılarıyla, hainleri ile satılmışlarıyla katlettiler masumları.
Salâlarla defnettiler.
Bir nesil kıtır kıtır doğrandı.
Hayır bir nesil değil, sonrasında gelecek bir kaç nesil yok edildi.
Bir ülkeye hiç bir üst aklın, hiç bir dış mihrakın, hiç bir lobinin yapamayacağı kötülüğü yaptılar.
****
Bir yazıda 15 Temmuz kumpası için ‘çok uluslu müşterek harp oyunu simülasyonu’na gönderme yapmış ve şöyle demiştim:
“Ve bu tuzak cephesi, bir koalisyondan oluşuyor.
Benim görüşüme göre bu koalisyonun lideri Tayyip Erdoğan, beyni Hakan Fidan-Hulusi Akar ikilisi, aparatı da Avrasyacılar.
Müşterek kuvvetler yani…
Bir de organizasyonun dış desteklerini de eklersek,‘çok uluslu müşterek harp oyunu’ diyebiliriz.”
Bu oyunda olan, zavallı günahsız insanlara oldu.
“Çanakkale’den sonra başımıza gelen en büyük felaket” denmişti ya, hala o felaketi yaşıyoruz.
Kaç on yıl geriye gitti ülke bilmiyorum.
Akıldan, medeniyetten, ilimden, bilimden, sanattan, kültürden yoksun; mafyanın, çetenin, cehaletin, hamasetin, vicdansızlığın, arsızlığın, ahlaksızlığın, acımasızlığın, hukuksuzluğun, yolsuzluğun hakim olduğu bir toprak parçasına döndü.
Bir röportajda ülkeyi Mad Max filmindeki distopik coğrafyaya benzeterek, “Kendi kıyametini yaşamış ve her anlamda çölleşmiş bir toprak… Çürümüş bir toplum… Ebedi çıldırma noktasını yakalamış, kendi kendini kirleten, kendi kendine yalanlar söyleyen, bu sayede mutlu, kendinden olmayanı hızla tasfiye edip sınırların dışına atan ve normal insanların artık yaşama şansının tükendiği bir manyaklar çiftliği…” demiştim.
Hulusi Akar da o çiftliğin kâhyası.
****
Tam da suç ortaklarının günah çıkarma yöntemlerine uygun olarak adına camiler yaptırıyor.
Savm-u salat ile, salâlarla gömdüler çünkü memleketi.
Parça parça orduyu dağıtıyor şimdi.
Çünkü orada kafasına uymayan bir sürü grup var. Ergenekoncularla da Kemalistlerle de cemaatçilerle de geçinemeyecek bir adam. Onun için hepsini sırayla tasfiye ediyor.
Kendi ordusunu oluşturuyor.
Kartları hep akıllıca oynadı.
Postallı politikacı o.
Sabırla ilerliyor.
Bu yol onu nereye götürür, bilemeyiz.
En yukarıları hedeflediğine kuşku yok.
Artık büyük korkuları da var tabii.
Ölene kadar düşmemek zorunda.
Ama ne kadar kaçarsa kaçsın, gerçekler onu kovalayacaktır.
Magna est veritas et praevalebit (Gerçek güçlüdür ve sonunda egemen olacaktır).
- BİTTİ –
Nasreddin Hoca’ nın evine gece hırsız girer, evde ne var ne yok götürür. Sabahleyin komşuları toplanır, Hocaya sorular ile yüklenirler.
– Hocam kapıyı açık mı bıraktın yoksa?
– Hocam şu eski pencereleri değiştir diye sana kaç defa söyledik.
– Bir köpek alsaydın, böyle olur muydu?
– Hocam o kadar sesi duymayacak kadar nasıl derin uyudun?
Nihayet Hoca dayanamaz ve “Yahu tamam, iyi güzel de kabahatin tümü benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?” der.
———————
Hocam eğer hırsıza buradakilerin 2,3,4,10 mislini diyebilecekseniz, Hulusi’ye de istediğinizi diyin. Ama diyemeyecekseniz o zaman hırsız hulusi gibi algılanacaktır.
Ahmet Bey, çok güzel bir seriydi. Emeğinize sağlık. Bu çalışmanızı biraz daha genişletip kitaplaştırmalısınız.