Bu bir yönüyle geç kalmış, bir yönüyle de zamanı yeni gelmiş bir yazı.
Geç kalmış, çünkü; tr724 sitesinden Alper Ender Fırat’ın, “hasbihaline” gecikmiş bir mukabele.
California ve Amerika’nın başka eyaletlerindeki dolandırıcılık dosyalarına eğilmem nedeniyle bir parça geç kaldım.
Öte yandan zamanı yeni gelmiş bir yazı. Çünkü Alper Bey’in kapağını araladığı dosyaların artık konuşulma vakti geldi diye düşünüyorum.
Bunun nedenlerini, 2 bölüm sürecek bu yazının hemen ardından kaleme alacağım bir başka yazı ile kendi penceremden izaha çalışacağım.
Arkasından da çok geniş kapsamlı, ama her şeyi yerli yerine oturtan bir yazı dizisine başlayacağım.
Bugün yaşananları daha iyi anlayabilmek ve yarın bizleri nelerin beklediğini daha iyi kestirebilmek için kitap evsafında bir yazılar serisine soyunacağım.
Neden böyle oldu, bu noktaya nasıl gelindi ve buradan nasıl çıkılacak sorularının cevaplarını, Türkiye’nin ve cemaatin kendi gerçekleri ışığında, perde arkası bilgiler eşliğinde masaya sermeye çalışacağım.
****
Tekrar konuya dönecek olursak…
Alper Ender Fırat, “Bir hasbihal…” başlıklı yazısında benden ve “Bu sürecin Riphagen’leri” başlıklı yazımdan da söz ediyor.
Alper Bey, “Burada lüzumsuz bir polemik açma niyetinde değilim.” diyor. Zaten başlığından da anlaşılacağı gibi, ‘hasbihal’ niyeti ile satırlara döktüğü bir serzenişi söz konusu.
Ben de kimilerine lüzumsuz gelecek bir parantezle konuya gireyim: Uzun yıllardır tanıdığım, dostluğunu, ağabeyliğini, güvenini defalarca hissettiğim bir insan olarak Alper Bey’in bu ‘hasbihal’ine iştirak etmek ve sitemine cevap vermek her şeyden önce aramızdaki hukukun bir gereğidir diye düşünüyorum.
Dolayısıyla yazının bundan sonraki satırlarını benim de bir polemik niyeti ile kaleme almadığımı peşinen not etmek isterim. Haddizatında bu görüşlerin, Alper Bey’den önce de cemaat içerisinden çok geniş bir kitle tarafından ve uzunca bir süredir dile getirildiğini hatırlatmakta yarar var. Üzerine bir şeyler söylemek iktiza ediyor.
****
Yazıda muhatap alındığım için konuya ilişkin şahsi yaklaşımımı özetleyen genel bir değerlendirme yapmalıyım.
Benim cemaate yönelik eleştirel yazılarımın başlıca hedefi, çoğu görüşün aksine, bizatihi problemlerin kaynağı olarak gördüğüm sistemin kendisi. Burada şahısların (kişiliklerini ve zâti değerlerini kastetmiyorum) çok bir önemi yok.
Kişilerin zaaflarını, noksanlıklarını, hırslarını dengeleyecek olan sistemdir. Yapıyı şahısların keyfiyetine veya karakter özelliklerine teslim etmemesi gereken de odur.
Dünyada böyle bir yapılanma var mı bilmiyorum: “Çok geniş yetkiler olsun ama denetimi olmasın; yeri geldiğinde iktidar aygıtlarına ortak olsun ama sorumluluğu hiç olmasın; dünya kadar para toplasın ama kaydını tutmasın, nereye harcadığını kimse bilmesin ve sormasın; binlerce insanın hayatına mal olabilecek hatalar yapılabilsin ama herhangi bir yaptırımı olmasın, hatta sorumluların kim olduğu dahi bilinemesin…”
****
Bu sistem -arızaların temerküz ettiği sahalarda- işini doğru yapan insanları da er ya da geç ya dönüştürecek ya da öğütecektir. Şu ana kadar da ekseriyetle olan budur.
Haliyle de isimleri konuşmak, hastalığın kaynağını ıskalayıp semptomları ile meşgul olmaktır gibi geliyor bana. İsimler üzerinden gitmek, şahsi husumetlere veya gruplar arası güç mücadelelerine alet olmak ya da kavganın içerisine sıkışıp kalmaktır.
Çünkü bu tür disipliner ve hiyerarşik yapılarda kişilerin değil, mekanizmanın dominasyonu söz konusudur. Bu mekanizma içerisindeki fertler, genellikle dişlinin birer parçası olmanın ötesinde anlamlı bir hacme sahip değildir.
Mesajlar/gündemler/talimatlar yukarıdan aşağıya doğru gelmekte; en alttaki uygulayıcı birey, kendisine ulaşan iletinin tartışmasız bir şekilde en yukarıdaki liderden geldiğini kabul etmektedir. Bu kabulle hareket etmektedir. Burada ne lider sıradan bir insandır ne de gelen gündem herhangi bir mesajdır. Liderin kutsiyeti söz konusu olduğundan nerdeyse gelen her mesaj aşkın bir muhteva ile uygulama sahasına konulmaktadır. Bir dava şuuru ile yani…
Gelen talimatın fıkhî veya vicdanî boyutu diye bir tartışma da yoktur. Çünkü bundan yana bir şüphe dahi bulunmamaktadır.
****
Nitekim şu ana kadar doğrudan veya dolaylı olarak bir şekilde yazı konusu yaptığım kişilerle ilgili, çevreden “Aslında o abimiz şöyle mübarektir, böyle düzgündür” diye çok sayıda şahitliklerin gelmesi, bir yönüyle meselenin çok da şahıslarla alakasının olmadığını gösteriyor. Normal hayatında gerçekten de iyi ve hasbî olarak tanınan biri, o sahaya girdikten sonra başka birine dönüşebilmektedir.
Orası Hüküm Dağı’dır.
Sınırsız ama denetimsiz bir güce sahip olacağınız; bir çok şeye muktedir iken gerçek bir adınızın bile olmayacağı kontrolsüz bir saha burası.
Bugün cemaatin, o bölgenin yanından bile geçmemiş, her şeyden habersiz kitlelerinin başına bela açan yanlışlıkların neredeyse tamamı, bu virüslü bölgeden üremiş ve bütün bünyeye sirayet etmiş görünüyor. Bunun kaynağı da bana göre sistemin kendisi. Bu sistem değişmeden 50 kere yıkılıp 50 kere başlansa yine gideceği yer aynıdır.
Sonuçta bu cemaat Türkiye’nin de dünyanın da bir gerçeği. Üzerinde kafa yormak, tartışmak herkes gibi gazeteciler için de kaçınılmaz bir görev.
****
Soğuk Savaş mahsulü, geçerliliğini yitirmiş, gizliliğe dayalı, hesap verme mekanizması bütünüyle ihmal edilmiş, böylesine akıllara zarar bir sistemde sadece insanlara yoğunlaşmak, kişileri konuşmak hadiseye şaşı bakmaktır kanaatindeyim.
Eski bir asker diyor ki bana, “Karşında bir abi var: O senin her şeyini, ananı, babanı, memleketini, yedi sülaleni, çocuklarının gittiği okulları, hastalıklarını, zevklerini, zaaflarını, tuttuğun takıma varıncaya kadar her şeyini biliyor ama sen onun adını bile bilmiyorsun. Bir müstear isim var, o kadar. Ve her şeyinle ona güveniyorsun.”
Böylesine asimetrik ve dengesiz bir ilişki sistematiği içerisinden dengeli, sağlıklı, modern bir çözüm elde etmek mümkün mü?
Tamamiyle “başarıya” mahkum, herhangi bir büyük yol kazası olmaksızın nihai noktaya ulaşmaya mecbur, aksi durumda zembereğinden boşalmış gibi dağılması mukadder bir sistemdi bu. Şu anda şahit olmakta olduğumuz da biraz o…
Burada tek tek o müstear adları tartışmanın faydası var mı?
Çünkü şu geride kalan 3 yıl içerisinde bu sözünü ettiğim sahalardan bir çok ‘hususi’ isimle konuştum ve aldığım cevap hep aynı oldu: “Biz, yukarıdan gelen gündem dışında bir şey yapmadık.”
****
Bünye içerisinde kendilerine güç adacıkları kuran, kendi güç iptilaları ile kümelenen insanların şahsî hırsları da sonuçta sistemin kapı aralaması ile alakalı bir durum bence.
Bu yüzden demokratik yapılar gücün belli bir merkezde toplanmasını önleyecek bazı tedbirler almakta ve bu tedbirlerin devamını da garanti altına alacak düzenlemeler peşinde koşmaktadır.
Yapının tek düze ve her konuda aynı şeyi düşünüp aynı şeyi söyleyen üyelerden oluşmaması için çaba göstermek de bu tedbirlerden bir tanesi.
****
Buraya kadarki bölüm, işin genel çerçevesi.
Meselenin bir de lokal ve arızî boyutları var.
Elbette bazı spesifik olaylarda bazı isimleri konuşmak, sorgulamak gerekiyor.
Zaman zaman verili düzenin bile ötesine geçen, sınırlarında kalmayan, kendine ekstra misyonlar yükleyen, kraldan fazla kralcılığa soyunan, kahramancılık oynayan veya ülkeyi kendisinin yönettiği zehabına kapılan baskın karakterlerle karşılaşıyoruz. (Aslına bakılırsa bunlar da bir yönüyle sistemin kendi üretimleridir, fabrikasyon hatası değildir.)
Dolayısıyla sorunun kaynağına ulaşabilmek için bu kişilere soru sormak zarureti var. Mesela 15 Temmuz’u tartışırken Adil Öksüz’ü konuşmayacak mıyız? Onunla birlikte hareket eden diğer sivilleri, cemaat bağlantılı şahısları gündeme getirmeyecek miyiz? Elbette mevzî hadiselerde isimleri tartışmadan meseleyi tam olarak anlamak, açıklığa kavuşturmak, derûnuna vakıf olmak şansı pek mümkün olmuyor.
O tür durumlarda da tabi ki bazı isimler üzerinden iz sürmek durumundayız.
****
Alper Bey, şunu da söylüyor: “Ben asla ‘bunları yazmanın şimdi sırası değil’ demiyorum tam tersi belki de bu tür yazıları yazmanın tam zamanı. Ama kim olduğu belli olmadan genelleştirici dil ile yazılan her şey herkesi ama herkesi zan altında bırakıyor.”
Haklı.
Ama ben bunu sadece Alper Bey ile aramızda bir ‘hasbihal’ olmaktan çıkarıp daha genele yaymak ve şunu sormak istiyorum: Gerçekten isimler verilmesini istiyor musunuz? Gerçekten her iddianın yer, zaman ve şahıs bilgileri ile paylaşılmasını istiyor musunuz? Bunu gerçekten istiyor musunuz?
Yine genele sorayım: Bu yapıldığı takdirde gerçekten hep birlikte peşine düşüp hesap soracak mısınız?
Öyleyse şunu sormak da benim hakkım olsun: Bugüne kadar bir kaç ismi gündeme getirdim. Bazıları müstear, bazıları gerçek ad…
Başkaları başka isimler de zikrettiler.
Bana ‘İsim ver’ diyenlerin bu konularda nasıl bir aksiyon aldıklarını merak ediyorum doğrusu.
Mesela ısrarla ‘Eşref’ diye birinden bahsettim. Bugüne kadar bu ismin peşine düşmüşler mi? ‘Sezai’ konusunda kimin yakasına yapışmışlar? Veya Sezai’lerin suçladığı karşı cenahtan kimlerin izini sürmüşler? Aslında hadisenin ne olduğunu ortaya çıkarmak üzere bir girişimde bulunmuşlar mı, bilmek isterim.
Son yazdığım dolandırıcılık olayları ile ilgili yukarılardan kimlere ulaşıp aslını astarını soruşturmuşlar?
Kimse bunlar münferit hadiseler demesin.
Zira konu hem Hareket’in lideri Fethullah Gülen’e kadar aksettirilmiş hem de problemi çözmek maksadı ile onun bilgisi dahilinde bir heyet kurulmuş.
Alper Bey, bu kişilere rahatlıkla ulaşabilecek birisi.
Kendisi, “İsimleri verin, gelin hep beraber onlardan hesap soralım” diyor. Bazı pis işlerin üzerine gidilmesini ve insanlarının yüzde 90’ı temiz olan bu Hareket’in kirlerinden arınmasını savunanları cesaretlendirici bir çağrı bu.
****
‘Bir hasbihal…’ başlıklı yazıda, çok önemli bir yaraya daha parmak basıyor Alper Bey.
O da ‘soru çalma’ iddiaları ile ilgili.
Altına imza atmamak mümkün değil.
Diyor ki: “(…) Çünkü Allah da şahitti ki onlarca sınava giren çocuklarıma hiçbir zaman çalınmış bir soru gelmedi, ne benim çocuklarıma ne gazeteden tanıdığım insanların çocuklarına, ne yeğenlerime, ne akrabalarıma ne de benim herhangi bir şekilde tanıdığım birisine girdiği sınavın soruları önceden verilmemişti.
Peki ben, çocuklarım ve kendisine herhangi bir soru verilmemiş hizmete sempati duyan yüzbinlerce genç bu günahı niye yüklensin, niye soru çalma ile anılsın ki?
Burada lüzumsuz bir polemik açma derdinde değilim, konuyla ilgili yazı yazanların bazılarını çok yakından tanıyorum ve samimiyetlerine dünyada ve ahirette şahitlik ederim.
Ama gerçekten bir soru çalma hadisesi yaşanmışsa kimlerin, hangi sınavlarda yaptığını yazmak, yen kırılmışsa dışarı çıkarmak boynumuzun borcudur. Bir suçu somutlaştırmadığımız müddetçe niyet olarak ne kadar samimi olursak olalım söylediğimiz her söz, yazdığımız her yazı masumlara taşınmaz bir yük olarak dönecektir.
Bunu yapmadığımız sürece hem varsa cemaatin ismini kullanarak soru çalanlar bünye içinde kendini saklayacak hem de hayat boyu böyle bir şeyin yanına yaklaşmamış yüzbinlerce insan işlemediği günahın vebalini çekecek.(…)”
****
Hem yazıyı daha fazla uzatmamak hem de başlı başına hacimli bir dosyayı burada un ufak etmemek adına burdan sonrasına bir sonraki yazıda devam edeceğim.
Alper Bey’in bu satırlarının bir yüzleşmeyi ve arınmayı tetikleyeceği ümidiyle bir sonraki yazıda size bazı şahitlikleri aktaracağım.
Cemaat gerçekten bu lekeyi üzerinden atmak ve sorumluları ile hesaplaşmak istiyorsa, “Gelin hep beraber bunlardan hesap soralım” diyorsa, belki ben de bir katkı sunabilirim.
Gelecek yazıda görüşmek üzere…
Ahmet bey; asıl soruyu es mi geçiyoruz?
Madem daha derine sisteme odaklanıyoruz biraz daha ileri gidelim
Bu sistem niye var, amacı ne?
Niye hep demokrasiye atıflar yapıyoruz?
Bu sistemin amacı ” İslamı yer yüzünde hüküm ferma kılmak” diye biliyoruz.
Asıl soruyu soralım; Hangi İslamı? ve Nasıl?
Konu aslında Cemaat içindeki insanların ”din algısı ve din sorgulamasıdır”.
Hem Gülenin şahsı (ki cemaat bir kişi kültüdür) hem Gülenin inşa ettiği din algısı hem de kurduğu gizli sistem artık sorgulanmaktadır.
Demokrasiye gerçekten inanılıyor mu? Din anlayışı demokrasi ve modern insan hakları algısıyla ne derece uyumlu? Uyumlu değilse niye demokrasi havariliği yapılıyor? Niye insanlar kandırılıyor?
Demokratik değerler yanlış ise niye Selefiler gibi mertçe ilan edilip insanlar uyarılmıyor?
Dünya insanlarına NİYE ”avutulacak çocuk” muamelesi çekiliyor.
Asıl problemin sizin yazdıklarınızdan çok daha derinde olduğunu düşünüyorum.