“Evinize hoşgeldiniz” dedim tek tek yüzlerine gülümseyerek…
Son görüşmemizden bu yana ne çok şey değişti, öyle değil mi?
Gözlerimden okuyabiliyor musunuz olanı biteni?
Tanıyabildiniz mi beni?
Gençtim o zamanlar.
6 yıl oldu belki ama siz deyin 60 yıl, ben diyeyim bir kül yığını…
İşte, aranızda görüyorum, “Doğu’nun Limanları” orada. Altı çizilmiş satırlarda bulacaksınız, “Yıllar ve yıllar geçti ama zaman, bir yansımadır: Geçmiş saatler ve günler, haftalar ve yıllar sonunda aynı kül yığınına sahip olurlar.”
“Biraz kül, biraz duman” işte.
Her neyse…
Hatırlıyor musunuz vedamı?
Yo yo, 6 yılı da geçmiş. Tabii ya!
Bir Kasım sabahıydı.
Evden çıkacakken, Reyhan, “Evinle vedalaşmayacak mısın?” deyivermişti.
Öyle ya…
Demek hiç öyle bakmamışım.
Veda mı etmeliydim, bilmiyordum. Bir daha dönmeyecek miydim buraya?
O an daha da kapladı işte içimi hüzün.
Yine böyle tek tek bakarak yüzlerinize, “Hoşçakalın” demiştim. “Hoşçakalın kitaplarım, masam, çekmecelerim, kıyafetlerim, aynam, odam, manzaram…”
Allah’a ısmarlamıştım.
İyi ki, iyi ki vedalaşmışım.
Şimdi böyle yüzüm olur muydu size yeniden merhaba demeye.
Hoşgeldiniz!
Evinize hoşgeldiniz!..
****
Kiminiz hatırlar, kızım 3 aylıktı çıktığımda.
Son günlerimde onu omzumda uyuturken, bir ninni gibi, “İşte gidiyorum” şarkısını söylüyordum hep. Duyanınız vardı. Hatırlarsınız. Bilhassa salondaki kitaplar ve sen kilim.
İşte gidiyordum; ama çok şey diyerek, arkamı dönerek, çok şey alıp çok şey vererek…
Ve yol ayrımını görerek…
Gidiyordum.
Doğruydu; yol ayrımıydı.
Bir daha dönemedim.
Sonra karım ve çocuklarım da veda ettiler size. Öylece bıraktık sizi ardımızda.
Biz kıtalar aştık, iklimler, okyanuslar, asırlar, acılar aşıp geldik.
Sizse, tam 6 yıl, bir kuytuda direndiniz.
Cehennemden çıkıp geldiniz.
İşte buradasınız.
Oğlumun bebekliğinden ilk oyuncaklar, uyku arkadaşı sevimli hayvanlar, sulu boyalar, 15 yıl evvel karlı bir Şubat’ta Tünel’den karım için aldığım yan flüt, kitaplarımız, kullanmaya kıyamadığımız rengarenk mumlarımız, albümlerimiz, nihalelerimiz, battaniyemiz…
6 yıl sonra evinize hoşgeldiniz.
Çok yol kat ettiniz; kilometreler, ülkeler, hayatlar, çağlar aşıp geldiniz.
Ama eksik geldiniz.
Çoğunuz yok aranızda.
Büyük büyük olanlarınızı haraç mezat dağıtmıştık, 15 Temmuz tufanı sonrası, kiracısı olduğumuz evi boşaltırken.
Pahalı değillerdi ama hepsi bizimdi. Özel seçtiğimiz, yaptırdığımız, diktirdiğimiz, bize özel eşyalardı. İlk yol arkadaşlarıydı.
Anılar yükü, bit pazarına düşmüştü. Uzaktan uzağa, internet üzerinden yok pahasına çıkarmıştık elden.
Son bir kez görüşemeden.
Sonrasında bazılarınız başka evlere hediye edildi, kardeşlerinden ayrılan yavru kediler gibi…
Bazılarınızın çiftleri yok, bazılarının takımı bozulmuş.
Eksiğiz.
İyi ki veda etmişiz diyorum.
Allah’a ısmarladık işte.
Gittiler.
Bir hayat, bir geçmiş, bir arkadaş, bir sırdaş kelepir oldu uçtu yuvadan.
Onlar artık aramızda değil.
Ama siz varsınız en azından.
****
Hoşgeldiniz.
Geçmişle, memleketle, acı-tatlı günlerle, ilk heyecanlarımızla, anılarımızla aramızda bir bağ, bir tutamak, bir istinat duvarı gibi…
İşte yine bir aradayız.
Temelden bir evi yeniden kurar gibi…
İyi günde-kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, gurbette ve sürgünde…
Şanslıyız.
Evini bir daha görmeden, bir veda etmeden, bir şey demeden, hiçbir şey almadan, bir şey vermeden, öylece çıkıp giden öyle çok aile var ki…
Dönüp eşyalarını toplatacak bir yakınları bile olmaksızın, ardına bile dönüp bakmaksızın, ağzını bıçak açmaksızın…
“Abi bizim girip toplayıp paketlediğimiz ve sahibine götürdüğümüz o kadar çok ev var ki” dedi, sizi taşıyan TIR şoförü,
“Yazık, bir sürü aile öylece kapıyı çekip gitmiş, daha da dönememişler. Aileleri bile girip toplamayı kabul etmiyor. Mecbur biz eve girip paketliyoruz…”
Öyle işte…
Biraz kül, biraz duman…
Hayır, belki onlar bile şanslı.
Hatırlamak istemeyecekler de hayli oldu.
Çırılçıplak girilen alemlere göçenler de…
Bir de hiç unutmuyorum; hiç tanımadığımız bir hanımefendi Reyhan’a yazmıştı. “Eşim hapse girdi gireli, elbise dolabının kapağını açamıyorum. Korkuyorum,” diye…
Bunun üzerine çok düşündüm.
Belki Meriç’te can verenler, karşı kıyıya ana babasının eliyle gömülenler, bir sandalye üzerinde son nefesini verenler varken buna sıra bile gelmezdi.
Ama yok, öyle değil…
Kimi, neyin öldürdüğünü bilemezsiniz.
Çok zaman düşündüm bunun üzerinde.
Bir kadın, yıllardır açamıyordu elbise dolabını.
Kim bilir kaç kere, önünde bir o yana bir bu yana yürüyüp durmuştur.
Kaç kere eli gitmiş ve son anda durmuştur.
Ne kadar süre dalmıştır o kapağa öylece bakarak; siz deyin bir kaç saat, ben diyeyim bir kül yığını…
Korkuyordu.
Söylenmemiş sözler dökülecekti belki oradan… Ya da fazladan söylenmişler…
Eksik kalmışlar, yaşanmamışlar ya da tadına doyulmamışlar…
Bitirilememiş her ne varsa yığılıverecekti belki…
Korkuyordu.
İçinden hangi anının fırlayacağını bilemezdi.
Hangi anı, hangi acıyı yaşatacak siz bilebilir misiniz?
Ya da kaç türlü acı vardır, henüz tadına bakılmamış, ayırdına varılmamış, varlığından bile haberdar olunmamış, ancak duyumsanınca yaşanacak kaç türlü acı vardır, biliyor musunuz?
İnsan en son nereye kadar dayanabiliyor, test ettiniz mi?
Hiç, bir adım ve bir an sonrasında ölecekmiş gibi hissettiniz mi?
Ne hissediyordu acaba?
Kaç zaman o kapağın önünde durup öylece dinledi içini?
Korkuyordu çünkü.
Eşi orada bekliyordu.
Hangi ceket hangi günde giyilmişti, hangi kazağın içindeki hali en çok depreştirecekti özlemini… ya da o gözünün önünden gitmeyen gülüşü varken giydiği gömlek de o arada bir yerlerde değil miydi?..
Onu neyin öldüreceğini bilemezdi.
Son darbeyi hangi mendil, hangi çorap ya da hangi boyun bağının vuracağı belli miydi?
Korkuyordu.
Issız Adam’ı yere seren bir saç tokası değil miydi?
Korkuyordu.
Onu neyin yerle bir edeceğini bilmiyordu.
Açamıyordu.
Kabuk kabuk derine indikçe ya da sayfa sayfa aleme açıldıkça kavranacak daha ne garip duygular vardı?
“Ya büsbütün yabancısı olduğum ve kaldıramayacağım bir tanesi hücum ederse içinden” diye, açamıyordu dolabın kapağını.
O gün itibariyle 4 yıl olmuştu.
Belki şimdi hala kapalıdır o kapak.
Kim bilir ne zaman açılacak…
****
Biz şanslıyız sevgili kitaplarım, telefon defterim, kimlik kartlarım, siyah-beyaz çocukluk fotoğraflarım…
Ankara’da giydiğim takım elbiselerim, yüzüklerim, askılı kemerlerim, kalemlerim…
Çay bardağım, fularım, kahve fincanlarım…
Eski dostlarım.
Geçmişimiz…
Evimiz…
Bizim Masumiyet Müzemiz.
Hoşgeldiniz.
Orhan Pamuk, “Yaşadığımız hayatın eşyalarını koruma fikri vardır bende, kendi hayatının müzesini yapma fikri…” demişti.
Biz müzemizi, tenkil müzelerinin arasına mahcup ve kaçamak sığıştırıveriyoruz.
Biz şanslıyız.
Teselli edici özelliği varmış çünkü eşyaların, kaybedilenlerin ardından.
Bir tutunacak dal, bir gerçeklik kanıtı, elle tutulur, gözle görülür bir mazi, bir tanık, bir yol arkadaşı…
“Gittiğimiz her yeri, yaşadığımız her evi biz güzelleştirdik,” demişti bir keresinde Reyhan.
Maziyi andığım bir andı, öyle dedi işte; güzel olan bizdik, evler değil.
“Merak etme, burayı da güzelleştiririz” diye ekledi.
Bir aradaydık ya, güzeldi işte, olabileceği kadar.
Ama eksikti…
Belki bundan sonra hiç tamam olmayacağı gibi…
Hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağı gibi…
Ama olsun…
Yine de…
Bunca yıl sonra sizinle doldu en azından bazı köşeler.
Doğunun Limanları’nda, o en son anda Clara geldi mi, gelmedi mi hiçbirimiz bilmiyoruz mesela.
Hiç bilmeyeceğiz.
Fatma Girik bile gitti işte.
Ardına bakmadan.
Anılar bir bir uzaklaşırken sessizce bu limandan.
“Murat ile Nazlı”nın müziği çalıyor bir yerlerde, Leroy Holmes’tan.
Hüzünlü ama ne yaparsın.
İşte oradan bir yerden kurumuş menekşelerim gülümsüyor aranızdan.
Bir kere daha hoşgeldiniz.
Üzülmeyin; daha iyi bir yere geldiniz.
Çünkü burada biz varız.
Burayı yine biz güzel yaparız.
Tıpkı eski günlerdeki gibi…
NOT: Kavuşmayı bekleyen herkesin, bir gün, o çok beklediğine “Hoşgeldin” diyebilmesi dileğiyle…
Ahhh… o veda… Bende veda etmiştim ama, o anlarda şokta olan taraflarim hâlâ dolanıyor o evin içinde.. üstelik o “ev” artık yok.. taşınali 2 yıl olacak. Ama dediğiniz gibi, ordan gelen bir iki parça kıyafet ve kitap teselli ediyor insanı.