Bu bölümde, yakın tarihin henüz üzeri aralanmamış kritik bir evresinden bahsetmek istiyorum.
Türk siyasetinin kırılma yıllarından biri olan 2009’un kapağını aralayacak ve Soylu’yu adım adım AKP’ye götüren süreçte neler yaşandığını anlatacağım.
27 Nisan e-muhtırası ve Dolmabahçe görüşmesi sonrası taşlar yerinden oynamış, sonu aydınlığa değil karanlığa çıkacak yeni bir tünele girilmişti.
Ergenekon operasyonları ile de faylar bütünü ile harekete geçmişti.
Artık yeni kararlar ve yeni ittifaklar zamanıydı.
Türk siyaseti, bilhassa muhalefeti yeniden dizayn edilecekti.
Aslında o periyotta yaşananlar sadece Süleyman Soylu’nun değil, genel olarak Türkiye’nin ve Türk demokrasisinin savruluş hikayesine de kilometre taşı olabilecek mahiyette.
Bugün içinde bulunduğumuz karanlık devri daha iyi anlayabilmek için makarayı geriye doğru saracak olursak, üzerinde titizlikle durulması gereken dönemeçlerden birisi orası olacaktır.
****
Daha önceki bölümlerde de değindiğim gibi Süleyman Soylu, 2002 seçimlerinde DYP İstanbul İl Başkanlığı’ndan ayrılmış ve milletvekili adayı olmuştu. Ancak partisi baraj altı kalınca o da Meclis’e girememişti.
2008 yılında Demokrat Parti Genel Başkanı oluncaya kadarki yaklaşık 6 yıllık boşlukta, aktif siyasetin dışında kaldı.
İşte o sırada kendisine diğer partilerden teklifler geldi. Bunların başında AKP vardı. Ancak Süleyman Soylu teklifleri kabul etmedi. Oysa DYP’de siyaset yapıp da AKP’ye geçmiş olan arkadaşlarının tersi yönde ısrarları da olmuştu. Fakat Süleyman Soylu, “Ben DYP’de İstanbul il başkanlığı gibi önemli bir görevde bulundum. Hayatta hiçbir şey olmasam da bu görev onurlu bir görevdir. Benim ahdim var. Ailem bu gelenekten geliyor.” gerekçesi ile teklifleri geri çevirmişti.
10 yıl sonra bu ‘ahdine’ ne olacaktı?
‘Gelecek’ için ‘geleneği’ mi feda edecekti?
****
O zamanki teklifler sadece AKP’den ibaret değildi.
İktidar partisinden ayrılıp ANAP’ın başına geçen Erkan Mumcu da Soylu’ya davette bulundu. Ancak cevabı yine “Hayır” oldu.
Bugün başına geçeceği spekülasyonları yapılan MHP’den de teklif aldı ama onu da geri çevirdi.
Bu kez de bir dostuna gerekçesini şöyle izah edecekti: “Bizim kökenimiz belli ağabey. Kırat geleneğimize yakışmazdı, kabul etmedik.”
Diyorum ya, 10 yıl sonra ne ‘kırat’ kalacaktı ne boz at…
Yakışık alıp almayacağını da kim umursayacaktı ki?!
****
İyi de neden?
Ne oldu da Süleyman Soylu bütün bunları çiğneyip Erdoğan’ın davetini bu kez kabul etti?
Bana göre bunun cevabının gizli olduğu iki başlık var.
Birincisi: Soylu’nun hırsları.
Siyasette ilkeler, ahitler, sözler ve gelenek bir yere kadar geçerli. Politikada ‘doğru’dan kasıt, ‘doğru zaman’ ve ‘doğru yer’den ibaret.
Süleyman Soylu da iyi bir politikacı. En üst kimliği bu. Kendisi için ‘en doğru zamanı’ ve ‘en doğru yeri’ de ustalıkla tayin edebilecek kabiliyette.
Sonuç olarak AKP’ye katıldı ve hızla yükselmeye başladı.
Öncesinde siyasi ikbal planlarını Tayyip Erdoğan’ın Köşk’e çıkması sonrasına göre yapmıştı. Bu tarihten sonra AKP’nin zayıflayacağı ve kendisine fırsat doğacağı hesabını yapıyordu. Fakat 2010 Anayasa değişikliği referandumu ve 2011 genel seçimlerinden sonra umudunu kaybetti.
Anadolu’yu dolaşıyordu. Nabzı tutuyordu. Anketleri de yakından izliyor, analizler yapıyordu.
Özellikle 2010 referandumundaki yüzde 58 ve 2011 seçimlerindeki yüzde 50’lik oy oranı, Süleyman Soylu’yu, “Tayyip Erdoğan daha uzun yıllar Türk siyasetini domine edecek. Erdoğan sonrasını bekleyecek olursam daha çok beklerim.” düşüncesine itti.
Soylu’ya göre Türk siyaseti uzunca bir süre yüzde 58-42 bandında seyredecekti. Bunu, fikir alışverişinde bulunduğu yakın kurmaylarına da ifade ediyordu.
Bu kutuplaşmanın, alternatif partilere hayat hakkı bırakmadığı noktasına gelmişti.
O kadar beklemeye tahammülü yoktu. Arzuladığı siyasi kariyer basamaklarını bir an önce tırmanmak hevesine kapıldı.
O ara Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini iki kez partiye davet etmesi karşısında direnemedi.
****
İkincisi: Soylu’nun korkuları.
İşte şimdi yazının girişinde sözünü ettiğim o kırılma sürecine de adım atmış olacağız.
Bu sadece şahsî vehimlere ya da elle tutulur somut tehditlere dayalı bir duygusal virajı değil, aynı zamanda yakın tarih Türk siyasetinin önemli kırılma süreçlerinden birisini de ima ediyor çünkü.
Süleyman Soylu, AKP’ye geçmeden önce ciddî korkmuştu.
Canından bile…
Bu onun ürettiği bir evham mıydı yoksa gerçekten böyle bir tehdit var mıydı, tartışmaya açık.
****
2009 ve 2010 yıllarında muhalefet cenahında çok önemli değişimler oldu.
Dönemin muhalefet aktörleri kimlerdi, hatırlayalım:
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve Türkiye Değişim Hareketi (TDH) lideri Mustafa Sarıgül.
****
Sonra bu aktörlere ne olduğuna dikkatle bakmak gerekiyor.
30 Mart 2009 yerel seçimleri öncesi BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu şüpheli bir helikopter kazasıyla hayatını kaybetti.
Hafızalarda hala tazeliğini koruduğu üzere, helikoptere ve içindekilere günlerce ulaşılamadı. Enkaz yanlış yerlerde aratıldı. Sonrasında ihmali olan bürokratların çoğu AKP marifetiyle mahkemelerden kaçırıldı. Yargıda ‘şeyi yapıldı’ ve dosyanın üzeri örtüldü.
Yazıcıoğlu’nun yerine partinin başına geçen Yalçın Topçu, “Bana teklif edilenler size teklif edilse dininizi bile değiştirirsiniz” dedikten bir yıl sonra AKP’ye katılacaktı. Şimdi de Saray’da zaten. Erdoğan’ın başdanışmanı.
Ondan sonra BBP Genel Başkanı olan Mustafa Destici de çok uzakta değil. Şu anda Cumhur İttifakı’nın minik ortağı. Bir süre AKP’ye kararlı bir şekilde muhalefet etmiş olsa bile Gölbaşı Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkında açılan “FETÖ” soruşturması sonrası o da korkup direksiyonu Beştepe’ye kırdı.
****
Gelelim Numan Kurtulmuş’a…
Dönemin Saadet Partisi Genel Başkanı Kurtulmuş, parti içindeki ‘aksaçlı’ statükonun hedefi haline geldi. Partiyi finanse eden vakıf, para musluklarını kesti. Baskı altında uzun süre dayanamayacak olan Kurtulmuş, 2010 yılında istifa etmek zorunda kalacak ve sonrasında Halkın Sesi Partisi’ni (HAS Parti) kuracaktı.
Süleyman Soylu, DP’de koltuğu Hüsamettin Cindoruk’a kaptırdıktan sonra bir müddet ‘don polemiği’ ile uğraşmak zorunda kalacaktı. Bilmeyenler için özetleyeyim: Cindoruk yönetimi, Soylu’nun özel harcamalarını parti kasasından karşıladığı iddialarını ortaya atmış ve iç çamaşırı harcamasını bile partiye fatura ettiği örneğini vermişti. Bu iddialar, gazetelerde ‘DP’de ikinci don davası’ başlıkları ile haber olmuştu. Medya bu konu ile meşgul olunca Soylu, asıl adresin siyasi iktidar olduğunu düşünmeye başladı. Kurmaylarına, “Benimle ilgisi olmayan, haberimin bile olmadığı harcamalarla ilgili niye ısrarla benim adımı yazıyorlar, ben biliyorum.” diyordu. AKP’nin kendisini köşeye sıkıştırmaya çalıştığı düşüncesindeydi.
Çünkü o sıralarda, ileride Erdoğan’a alternatif olabilecek en önemli iki isim olarak Soylu ve Kurtulmuş gösteriliyordu.
****
Dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül de solda yeni bir oluşum için düğmeye basmıştı. ‘Türkiye Değişim Hareketi’ adı altında il il geziyor, gövde gösterisi yapıyordu.
Halk tipi bir siyasetçi olarak Sarıgül’ün, Erdoğan’ın sol versiyonu olduğunu düşünenler vardı. İlk kez Ecevit ile kıyaslanan sol siyasetçi oydu.
Duvarlar ‘Çare Sarıgül’ yazıları ile doluyordu.
****
Şimdi gelelim bugüne kadar pek fazla bilinmeyen önemli bir detaya.
Tam bu dönemde Soylu, Kurtulmuş ve Sarıgül arasında kapalı görüşmeler oluyor, birlikte hareket etme planları yapılıyordu.
Arka kapı kanalları devredeydi.
Yeni tek bir parti çatısı altında birleşme de dahil olmak üzere farklı alternatifler üzerinde duruyorlardı.
AKP’ye karşı merkezde yer alacak yeni bir ittifak arayışı içindeydiler.
Hedefleri 2011 seçimlerine yetişecek yeni bir parti kurmaktı.
‘Başkanlar Konseyi’ gibi gizli gizli buluşuyor ve toplantı yapıyorlardı. Epeyce bir toplantı yaptılar.
Ancak dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan bu gelişmenin istihbaratını alacak ve kendine has yöntemlerle bu oluşumu başlamadan bitirecekti.
****
O dönem Soylu’nun kararlarını ve kaderini etkileyen önemli bir şey oldu.
Ankara-İstanbul arasında giderken Adapazarı civarında iki kez trafik kazası geçirdi.
Burası, Türkiye yakın tarihinde şüpheli derin devlet infazları ile anılan bir bölge olduğu için Soylu bunlardan derin anlamlar çıkarıyordu..
İlkinde, aracının önüne aniden koyunların çıkması sonucu kaza yapmış ve hafif yaralı olarak kurtulmuştu.
Bunun kesinlikle kendisine yönelik bir gözdağı olduğuna inanıyordu.
Kazadan kısa bir süre sonra Zaman Gazetesi Politika Servisi olarak kendisiyle Beşiktaş Maçka Parkı içerisindeki bir kafede yaptığımız kahvaltıda uzun uzun anlatmıştı bu olayı. Normal bir kaza olmadığına emindi. Üzerinde önemle duruyordu.
Daha sonra yine Adapazarı civarında benzer bir kaza atlatınca bunların ‘tesadüf’ olmadığına kesinlikle emin oldu. En azından o böyle inanıyordu.
Bir de Muhsin Yazıcıoğlu’nun şüpheli ölümünün etkisi vardı tabii. Bu onu daha da kuşkucu ve tedirgin yapıyordu.
Yakın çevresi ile durum değerlendirmesi yaparken “Tam gizli gizli bu yeni oluşum görüşmelerini yaparken ‘Veli Küçük üçgeninde’ iki kaza geçirmem normal değil” diyordu.
****
O ara bir şey daha oldu. İçişleri Bakanlığı, Süleyman Soylu’nun korumasını kaldırdı. Soylu buna çok bozuldu. Aynı zamanda tedirgin de oldu. “Beni etki altına almak için, korkutmak için böyle bir şey yapıldığını düşünüyorum.” diyordu. Ona göre bu karar, ‘Bize gelmezsen, muhalefete devam edersen tehlikedesin’ mesajıydı.
Aradan yıllar geçecek, Süleyman Soylu tek adam Türkiyesi’nin kudretli içişleri bakanı olacak ve iktidarın canını çok yakan CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun korumalarını geri çekecekti. Bununla da yetinmeyip İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu’nun da koruma tedbirlerini kaldıracaktı.
Çünkü bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Yıllar önce kendisinin duyduğu korkuyu şimdi bu muhaliflerin yaşamasını ve böylece ‘yola gelmelerini’ hedefliyordu.
Fakat Kaftancıoğlu 10 yıl önce kendisinin verdiği tepkiyi vermeyecek, geri adım atmak yerine muhalefeti daha da kararlılıkla sürdürücekti.
****
Sarıgül cephesinde de ilginç gelişmeler oldu.
Şişli’deki lüks bir otelde kadınlarla ilişkiye girdiği ve bunun kasetlerinin olduğu haberleri dolaşıma girdi.
Ayrıca yolsuzluk ve rüşvet dosyaları açılmaya başlandı. Hilton Oteli dosyasının hedeflerinden biri Aydın Doğan‘sa biri de oydu.
2010 Mayıs ayına gelindiğinde asıl büyük bomba patladı. Yakın dönem siyasi tarihin en önemli, en şaibeli, en iğrenç hadiselerinden biri Türk siyasetini allak bullak etti. CHP lideri Deniz Baykal, bir seks kasetinin çıkması neticesinde istifa etmek zorunda kaldı.
Ardından peş peşe MHP kasetleri internete düşmeye başladı. MHP’de üst düzey 10 isim istifa etti. Sıranın Bahçeli’ye geleceği konuşulmaya başlanmıştı ki furya bir yerde durdu.
Daha önce “26 Haziran’da partimizi kuracağız” diye ilan etmiş olan Mustafa Sarıgül, kimsenin anlam veremediği bir şekilde 22 Haziran’da kameraların karşısına geçip “Parti kurmaktan vazgeçtim” dedi. CHP’de iş başına gelmiş olan Kemal Kılıçdaroğlu’na bir fırsat tanımak için bu kararı aldığını açıkladı. Fakat ne TDH üyeleri ne medya ne de kamuoyu buna bir anlam veremedi. Uzunca süre Sarıgül’ün gerçekte neden vazgeçtiği sorusuna cevap arandı.
Sonrasında da zaten ortada ne Sarıgül kaldı ne de ‘değişim hareketi’.
Bir daha açılmamak üzere bu defter de böylece kapandı.
****
Numan Kurtulmuş, Saadet Partisi’nden istifa ettikten sonra HAS Parti’yi kurdu. Fakat yine kuşatma altındaydı. Siyasi baskı yüzünden bir türlü mali olarak belini doğrultamıyordu.
Parti genel merkez ve il teşkilat binalarının kiralarını dahi ödeyemez hale geldi. Borçlar birikti ve personel maaşlarını ödeyebilmek için makam aracını satmak durumunda kaldılar.
Başbakan Erdoğan, HAS Parti’ye finansal destek verebilecek işadamlarını sıkıştırıyordu. Onları bir bir Kurtulmuş’tan uzaklaştırdı.
Borçların 5 milyon TL’ye çıktığı ve açığın her geçen gün büyüdüğü belirtiliyordu. Ödeme ihtimali kalmamıştı.
İşte tam o sırada Erdoğan, danışmanlarına “Borcunu kapatın, gelsin buraya” diye talimat verdi. Çok geçmeden de Numan Kurtulmuş’a AKP’ye katılma teklifinde bulunacaktı.
****
Oysa o zamana kadar Numan Kurtulmuş da çeşitli kereler Erdoğan’ın tekliflerini geri çevirmişti.
Ta en baştan bir kere yolları ayrılmıştı. Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra Erdoğan kendine yeni bir rota çizip AKP’yi kurarken Kurtulmuş Saadet’te kalmıştı. “Bir Liderin Doğuşu” isimli biyografi kitabında da anlattığı üzere, Erdoğan AKP’yi kurarken kendisine, ‘birlikte siyaset yapalım’ teklifinde bulunmuş “İşte omuzum; bas ve yürü.” ifadesini kullanmıştı. Ama buna rağmen Kurtulmuş, Erdoğan’la beraber yol yürümek istememişti.
Tam borç batağına düştüğünde, Erdoğan tıpkı eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi yeniden karşısına çıktı.
Numan Kurtulmuş, yol arkadaşlarının “Bizi sattın” eleştirileri altında partisinin kapısına kilit vurup AKP’ye iltihak etti.
O günlerde “HAS Parti’nin borçlarını AKP üstlendi” haberleri yayınlanıyordu.
****
Aslında HAS Parti varken de Soylu ile Kurtulmuş’un ittifak görüşmeleri gizlice devam etmişti. Fakat 2011 seçimlerinde AKP’nin yüzde 50 oy alması, her ikisinin de süngüsünü düşürdü.
O seçim öncesinde Kurtulmuş cemaatin önde gelen isimleri ile bir araya geldiğinde, “Tamam AKP’yi destekleyeceksiniz biliyorum ama en azından biz de bir yüzde 5 alabilelim. Muhalefeti tamamen öldürmeyin. AKP karşısında küçük de olsa bir muhalefetin kalmasında yarar var. Tabanınızı yönlendirin ve hiç olmazsa bir kısmı bize oy versin.” talebinde bulunmuştu.
Ancak “Kusura bakmayın, bu seçim yeni anayasa seçimi olacağı için AK Parti ne kadar yüksek oy alırsa o kadar iyi olacağına inanıyoruz.” cevabını almıştı.
2011 seçimleri, Türkiye için geri dönüşü olmayan bir yolun başlangıcı olacaktı. Mutlak güç obsesyonu ile hareket etmeye başlayacak Erdoğan’ın dizginlenemez hırsları, ne demokrasi bırakacaktı ne siyaset ne de muhalefet…
Artık eski ittifaklarına gerek kalmamıştı.
Cemaati tasfiye etme projesini resmen raftan indirirken kritik bir hamle yaptı. Kenarda alternatif olma potansiyeli taşıyan iki ismi de saflarına kattı.
Hem Soylu hem de Kurtulmuş, artık AKP’de siyaset yapacaktı.
****
Yazının girişinde sıraladığımız, 2009 yılı itibariyle var olan muhalefet liderlerinden kim kalmıştı geriye?
Biri şüpheli bir şekilde ölmüş, biri kaset operasyonu ile genel başkanlığı bırakmış ve medeni ölü haline getirilmiş, bir diğeri yine seri kaset cinayetleri ile taammüden etkisiz hale getirilmiş, geriye kalan ikisi de korkutularak, sindirilerek ve siyaseten satın alınarak bertaraf edilmişti.
Bir ara Erdoğan’a en sert muhalefeti yapan Soylu da Kurtulmuş da artık Erdoğan’ın emir erleri haline gelmişti.
****
Bu noktada bir kaç özel bilgi paylaşayım.
Her şeye rağmen Süleyman Soylu en başta AKP’ye katılmakta gönüllü değildi.
Biri Dolmabahçe ofisi biri de Haliç Kongre Merkezi’nde olmak üzere Erdoğan kendisi ile iki kez görüşme yapmış ve ısrarlı davette bulunmuştu.
“Gel, doğrudan MYK üyesi olarak başla. Genel başkan yardımcım ol.” demişti.
Siyasi teamüllere göre normalde bu onore edici bir teklifti. Hele de 3 dönem üst üste oylarını artırarak kazanmış kudretli bir başbakan olarak Recep Tayyip Erdoğan’dan geliyorsa…
Soylu, etrafı ile paylaştığı kadarıyla kendini ‘köşeye sıkışmış’ hissediyordu.
Çünkü Erdoğan tam anlamıyla ona reddedemeyeceği bir teklif yapmıştı. Böylesi bir teklifi reddetmesi için güçlü bir bahane ortaya koyması gerektiğini söylüyordu.
Gerçekten böyle mi düşünüyordu yoksa ekibini ikna edebilmek için mi bu bahaneye sığınıyordu, bilmiyorum.
Fakat çevresinden bazı isimlere, “Eğer ben bu partiye geçmezsem canımdan endişe ediyorum” dediğini biliyorum.
“Beni kenarda kendi başıma bırakmaz. Eğer AKP’ye geçmeyeceksem bir daha asla ve asla siyaset yapmayacağım konusunda Başbakan’ı ikna etmek zorundayım. Eğer benim yeniden aktif siyaset yapacağım ve kenarda alternatif bir lider olarak yaşamaya devam edeceğim izlenimi alırsa başıma neler gelir bilmiyorum. Siz bu adamı tanımıyorsunuz. Her şeyi yapar.” diyordu.
Bu cümleler de net bilgiye dayanıyor.
Farklı yerlerde sarfedilmiş, birbirinin tekrarı şeklinde olan ama birebir ağzından çıkan cümleler bunlar: “Bana ‘Ne talep ediyorsun Süleyman Bey?’ diye sordu. ‘Hiç bir talebim yok’ dedim. ‘Ben seni MYK’ya alacağım. Başka ne istiyorsan söyle’ dedi. Bir siyasetçi olarak böyle diyen bir başbakanı sen hangi şartta reddedebilirsin? O kazaları biliyorsunuz. ‘Veli Küçük’ün üçgeninde’ iki tane kaza geçirdim. İkisi de normal değildi. Bu işleri, derin devleti, Ergenekon’u ve neleri yapabileceklerini az çok bilen biri olarak bir şeyler görüyorum. Bir dizayn çalışması var. Muhsin Yazıcıoğlu’nun düştüğünü de görünce… Şimdi adam bana bu teklifle geliyor. Adam bana bu teklifi yapıyorsa ve en üst seviyede yapıyorsa, yakında bir seçim tehlikesi de yoksa bu adamın teklifinin bir anlamı vardır. ‘Hayır’ demenin ne manaya geleceğini iyi düşünmemiz lazım. Ya gerçekten adamı bir daha siyaset yapmayacağıma inandırmam lazım, ama inandıramazsam yine risk altındayız, neler yaşayacağımı bilmiyorum, siz bu adamı tanımıyorsunuz. Neler yapabileceğini bilmiyorsunuz. Hangi potansiyele sahip olduğunu bilmiyorsunuz. Ben buna hayır dediğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyorum.”
****
Yakınları ile bu şekilde konuştuğu ve mazeretini mazur göstermeye çalıştığı net de flu olan kısmı, yukarıda da dediğim gibi, Soylu’nun bunları bir bahane olarak öne sürüp sürmediği…
Çünkü kendi ikbal arayışları için bu teklifin arayıp da bulamayacağı bir teklif olduğunu, AKP’ye geçmesinin o zaman için siyaseten en doğru karar olduğunu düşündüğünü ve hevesle bu teklifi kabul ettiğini de rahatlıkla öne sürebiliriz.
Çünkü bu formata uygun popülist bir politikacı kendisi.
Numan Kurtulmuş gibi o da 2011 seçimlerinin ardından umudunu tamamen kaybetmişti.
“Tayyip Erdoğan Türkiye’yi kutuplaştırdı. Burada artık ara tonlara hayat yok. Türkiye bundan sonra uzun süre yüzde 58-42 bandında gidecek.” öngörüsünde bulunuyordu.
Ve bir tercih yaptı.
Geleneği değil, geleceği seçti.
Ahdini, sözlerini ve kimi yol arkadaşlarını bir kenara bıraktı.
O da artık geri dönüşü olmayan bir yola giriyordu.
5 Eylül 2012 tarihinde Erdoğan ona AKP rozetini takarken, “Evime geldim” diyordu.
Yaptigin nankorlukten başka birşe değil sadece insanların zihnimi karistiririyorsun Türkiye 20 sene önce herşeye her bakımdan Muhtaçtı ve insanlar ne hastane nede işleri vardı Türkiye bugün kuvvetli ve bunu hazmedemiyor patronların senin asla senin patronların istediği Türkiye her gelmeyecek
Yandaşlık bir maraz hastalık salgın,
Basiret kör olmuş yol körü dalgın…
**
Almanya’da mutlu keyfi hoş sefa,
Yurdundan bi haber saraya yandaş,
Türkiye kan ağlar halk çeker cefa,
Partizan heriften dost olmaz yoldaş.
**
At gözlüğü takmış görmez sağ, solu,
Yandaşa hep cadde halka dağ yolu,
Kırk harami gibi bulmuş bağ bolu,
Belliki tuz kuru yiyor yağlı aş.
**
Kör körüne gider aklı kiralık,
Zeka seviyesi hafıza balık,
Bu yandaş sürüsü ekseri alık,
Saraya gül atar muhalife taş.
**
Anket mi yapmışsın mutlu kaç kişi,
Halk ekmeğe muhtaç kaybetmiş işi,
Bu şişman kedinin et keser dişi,
Saray kuklaları akılsız bir baş.
**
Uslu bu siyaset pişman eyliyor,
Dost ve akrabayı düşman eyliyor,
Hak yoldan saptırıp yalan eyliyor,
Nice can matemde döker kanlı yaş.
**
Z.Güngör Uslu
06:15 9.06.2020 Samsun
bu güruh dinini değiştireli çok oldu…Makam, kadın, güç, para, dünyalık ama hak değil, hakikat hiç değil adaletin a’sı bile yok kitaplarında… Yalanın bini bir para, menfaate karşı satma on numara… Hukuku da kanunu da mumla ara…