15 Temmuz öncesi Gülen Cemaati’nin dizaynı tam gaz sürerken geriye son bir hamle kalmıştı. Bir çeşit altın vuruş…
Mahrem birimlerde istenen değişiklikler sağlandıktan sonra sıra tepe yönetime gelmişti.
Mehmet Değerli’nin getirdiği mektuplarla Abdullah Aymaz’dan, Mustafa Yeşil’e, Naci Tosun’dan Barbaros Kocakurt’a kadar önde gelen hemen bütün isimlerin ’sızma’ olduğuna dair bir operasyona kalkışıldı.
Fethullah Gülen’e bu yönde bilgi notları sunuldu.
Daha doğrusu, devlet arşivlerinden yola çıkarak bu isimlerin hepsinin ‘Pakraduni’ veya ‘Sabetaycı’ olduğu yazıyordu.
Bir takım soy ve kütük taramaları neticesinde bu ‘bilgilere’ ulaşılmıştı.
Bu geniş çaplı araştırmayı yapan ve ‘gerçeği’ ortaya çıkaran da dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’dı.
“Bu ‘kökü dışarıda’ zararlı hücreleri söküp atmadan da harekete geçilemezdi.”
“Topyekün bir temizlik yapılması gerekiyordu.“
****
Psikolojide, “Foot in the Door”, yani “Kapıya Ayak Koyma (KAK) Tekniği ” adı verilen bir ikna yöntemi vardır. İlk olarak 1966 yılında Stanford Üniversitesi’nden sosyal bilimciler Jonathan Freedman ve Scott Froser tarafından geliştirilen, daha sonra Prof. Arthur L. Beaman tarafından resmen tanımlanan bu teknik, aynı zamanda bir manipülasyon yöntemidir.
Temel mantığı şudur; büyük bir iyilik isteyeceğiniz bir insandan, önce kabul edeceği küçük bir şey istersiniz. Böylece, kapanmakta olan kapının ağzına ayağınızı koymuş ve kapanmasını engellemiş olursunuz. Ayrıca daha büyük taleplerin artık o kapıdan içeri girmesini sağlarsınız. İlk isteği kabul eden muhatap, kendi kendiyle çelişmemek için veya tutarlılığını muhafaza edebilmek için bu ikinci ve daha büyük talebi de yerine getirmek zorunda hisseder kendini. Aksi takdirde ilk verdiği kararın da yanlış olduğunu düşünecektir, ki çoğu insan böyle bir iç çatışma yaşamak yerine kendi kendiyle tutarlı olmak gibi bir ‘erdeme’ sarılacaktır.
Bu yüzden de bu teknik, her hangi bir baskı olmaksızın kabul ettirmek veya itaat ettirmek anlamına gelir.
İlk tasfiye taleplerini yerine getiren Fethullah Gülen, son ve büyük dalgada en yumuşak karnından yakalanır.
Çünkü en hassas olduğu iki damarına birden basılmıştır.
Bunlardan bir tanesi Cemaat’e sızma olabileceği ve içeriden parçalanacağı korkusu; diğeri de Pakradunilik-Sabetaycılık meselesidir.
Gülen’in bu iki noktada takıntı derecesinde hassas olduğu ifade ediliyor.
Zaten yıllarca Kemalettin Özdemir sendromunu yaşamış ve cemaatini parçalanmanın eşiğinden döndürmüş bir lider olarak, 17-25 Aralık sürecinden sonra çok daha bir temkinlidir.
12 Nisan 2021 tarihli 11. bölümde, bu ‘KÖZ sendromunu’ şöyle tarif etmiştim: “KÖZ sendromu. Yani Kemalettin Özdemir… Önce ‘Ankara imamlığı’, sonra da ‘Emniyet imamlığı’ndan alınmasına rağmen Özdemir’in bu görevleri bırakmaması, yerine atanan kişileri bir bir sindirmesi, görev sahasına giren bazı önemli kişilerin yeni gelen imamlara değil de kendisine tâbi olmaya devam etmesi, bir önceki yazıda da anlattığım üzere Cemaat içerisinde uzun süreli bir krize yol açıyor. Bu, Fethullah Gülen’in en büyük hassasiyetlerinden biri haline geliyor. ‘Bunu erken fark edebilseydik bu kadar büyümeden problemi halledebilirdik,’ diye hayıflandığı anlatılır. O yüzden ‘yeni Kemalettin Özdemir’ler‘ çıkması korkusu, Gülen’i teyakkuzda tutuyor…”
****
’Havuza düşme’ olgusunu anlattığım 29 Mart 2021 tarihli 9. bölümden de şu bölümleri hatırınıza getireyim:
“Peki bu ‘havuz’ aparatı neden Cemaat içinde bu kadar işe yaramıştır? Bunun cevabı da kritik. Bunun için biraz geçmişe gitmek ve Cemaat’in tarihine göz atmak gerekecek. Çünkü 90’lı yıllar ve 2000’lerin başlarında Cemaat birkaç ‘bölünme tehlikesi’ atlatıyor. Bunlar arasında en bilinenler; Kemalettin Özdemir, Latif Erdoğan ve Doktor İhsan olayları…(…) Gülen ve Cemaat’in tepe kadrosu, bu üç ismin de derin devlet tarafından Cemaat’i parçalamak amacıyla projelendirildiğini, bunların Cemaat içinde ‘paralel Cemaat’ kurduklarını, alternatif evler açtıklarını, kadrolar oluşturduklarını ve alternatif lider iddiası ile temayüz ettiklerini düşünüyor. (…) Fakat bir yandan da MİT’in ve derin devletin böylesine proje isimler üzerinden Cemaat’e sızdığı, yapıyı ele geçirmeye çalıştığı endişesi, her zaman içeriye pompalandı. Bir çeşit korku yönetimi başladı. ‘Görüyorsunuz içimizde bir sürü şüpheli adamlar var,’ denilerek operasyonlara daha kolay ruhsat alınır oldu. İşte o yüzden ‘havuza düşme’ meselesi Cemaat içinde daima iş yapmıştır. Çünkü burası yumuşak karındır.”
****
Bu birincisi, yani sızma ve parçalanma korkusuydu…
Bir diğerinin de ‘kökü dışarıdalık’ olduğunu ifade etmiştik. Yani ‘Pakradunilik’, ’Sabetaycılık’ gibi unsurlar…
Kabul edileceği gibi, Türkiye kamuoyunda pek bilinmeyen ‘Pakradunilik’ meselesini kitlelere mal eden ve kaygıları uyaran asıl isim Fethullah Gülen olmuştu.
2015 yılındaki bir sohbetinde, “Bütün terör örgütlerinin Allah belasını versin!.. Pakradun Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Pers Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Terör örgütü olmayana, ‘terör örgütü’ diyenlerin Allah belasını versin!.. Paralel olmayanlara paralel diyenlerin Allah belasını versin,” ifadelerini kullanmıştı.
****
Bilindiği üzere ‘Pakraduniler’, Türkiye’de ‘dönme’ diye tabir edilen gruplardan bir tanesi. İlk olarak Yahudilikten Ermeni Ortodoksluğa geçtikleri, daha sonra da ikinci kere dönerek ‘Müslüman’ oldukları anlatılan bir hanedanlık.
Daha doğrusu ‘müslümanmış gibi’ göründükleri kabul edilen bir grup.
Tersten ifade edecek olursak; dıştan Müslüman Türk gibi görünen, ama aslında Ermeni olan, hatta onun ardında da asıl köken olarak Yahudiliğini saklayan ‘kripto’ azınlık…
Dolayısıyla ‘Türk ve Müslüman Anadolu halkı arasına karışmış zararlı bir unsur’ olarak Türkiye’yi parçalamak üzere gizli faaliyetler yürüttüklerine inanılıyor.
Bu konuyu en fazla gündemde tutan oluşum da Gülen Cemaati.
Bir ara Fethullah Gülen’in neredeyse her sohbetinde bundan bahsettiği anımsanacaktır.
Siyasete, bürokrasiye, sanat ve akademi dünyasına hakim olan ‘dönmelerin’, Türkiye’yi asıl yöneten gayrı milli unsurlar olduğu inancı var.
Gülen ve bazı Cemaat ileri gelenleri, bu unsunların AKP içerisinde de en üst seviyede var olduklarını düşünüyor.
Cemaat’in başına gelenlerin de AKP eliyle gizli gündemlerini hayata geçirmek isteyen bu kripto varlıkların projesi olduğuna inanılıyor.
Gülen, 2019 yılında Mısır‘dan Ten TV‘ye verdiği röportajda da Hizmet Hareketi mensuplarına zulmeden AKP elitini kastederek, “Bunlar esasen Anadolu insanı değil. Kuzeyden gelen insanlar oldukları söyleniyor. Anadolu insanının hakiki değerlerini kaybettiler. Fakat sanki bu insanların değerlerine, dinî, ahlakî, geleneksel ve kültürel prensiplerine saygı gösteriyormuş gibi yapıyorlar. İktidarda kalabilmek için İslamî sloganlar kullanıyorlar ve güçlü İslamî konuşmalar yapıyorlar.” diyor.
‘Kuzey’den kasıt, Pakradunilerin geldiği yer olan Gürcistan ve bazı Kafkas topraklarıydı.
Dolayısıyla, “Hocam bizim içimize de sızmışlar. İşte bunlar da belgesi…” dendiğinde Gülen’in nasıl bir reaksiyon göstereceğini tahmin edebilirsiniz.
Cemaat içerisine sızdırıldığı ve ileride yapıyı kontrol edeceklerinin öne sürüldüğü tepe kadrolar söz konusu olduğunda, Fethullah Gülen’in buna kayıtsız kalma ihtimali sıfır.
Hele bu iddiaları destekleyen belgeler de varsa…
Üstelik bu belgeler, Kemalettin Özdemir gibi en yakınındaki yol arkadaşlarının ‘uyuyan hücre’ olduğunu iddia ediyorsa…
****
‘Âli heyet’ ve mahrem birim yöneticilerinin aralarında bulunduğu yüzlerce isim, bu şekilde ‘dönme’ olarak Gülen’e sunulmuştu.
Yaygın kanaate göre bu çalışmanın arkasındaki asıl isim, Mithat müstear isimli Özcan Aytuluner idi.
Unutanlar için bir kaç hatırlatma yapayım…
19 Nisan 2021 tarihli 12. bölümde Aytuluner hakkında şu bilgileri vermiştim:
“Peki kim bu Mithat? Bugüne kadar adı hiç bilinmese de bu sayılan isimler arasında en önemlilerden biri. Asıl bir ‘hayalet imam’ varsa o da bu. ‘Mithat’, son 15 yılın tamamında önemli roller oynamış çok kritik bir isim. Gülen’le de yıllarca doğrudan görüştüğü biliniyor.1967 İzmir doğumlu. 2000’lerin başından itibaren Deniz Kuvvetleri’ne bakan mahrem birimde görev yapıyordu. 15 Temmuz’a kadar da orada kaldı. O da yazılımcıydı. İstanbul’da bir yazılım şirketi vardı. Bilişim konularına meraklıydı. Sezai müstear İsmail Kokuroğlu’nun ‘Deniz imamı’ olması ile birlikte yolları kesişti. Çok iyi anlaştılar. ‘Mithat’ onun yardımcılığını yaptı. O da tıpkı Kokuroğlu gibi ‘Deniz Kuvvetleri imamlığı’nın altındaki o ‘bilişim birimi’ ile içli dışlıydı. (…) Yine bu iddialara göre ‘Mithat‘, Cemaat’i bir çok şaibeye bulaştırdığı gibi ilgilendiği memurları ve sivil mühendisleri de suçlarına alet etti. Gülen’i yalan yanlış bilgilendirdi. Sahte belgeler üretti.”
****
Özcan Aytuluner’in adı, dizinin eski bölümlerinde “Mustafa Özcan’ın bütün adamları” arasında geçiyordu. Adil Öksüz ve Sezai müstear isimli İsmail Kokuroğlu’na yakınlığını anlatmıştım. Aynı kümenin elemanları arasındaydılar.
Ayrıca Kokuroğlu ile Aytuluner’i birleştiren ‘bilişim birimi’ hakkında da bilgiler vermiştim.
30 Nisan 2021 tarihli 14. bölümden şu satırları paylaşayım:
“Bu birimin en önemli özelliği şuydu: Devletin bazı kritik kurumlarının dijital arşivi buraya yedeklenmişti. Ellerinde muazzam bir bilgi havuzu vardı. Bunun dışında, Cemaat’in hususi birimlerinin elinin altında sahadan toplanmış istihbarat havuzu da bulunuyordu. Her birim, kendine bağlı sivil ve askerî memurlardan belgeler ve şifahi bilgiler topluyordu. Bunlar da güvenli bilgisayarlarda veya harddisklerde depolanıyordu. Haliyle bu bilgilere sahip olan yukarıdaki kimi sivil abiler, bunların içinden işine yarayan kısımları, bu birim vasıtası ile ‘belgeye’ dönüştürmeye başladı.”
****
Mithat müstear isimli Özcan Aytuluner’in diğer bir özelliği daha vardı.
Ondan da bu bölümde bahsedeceğim.
Aytuluner, aynı zamanda nüfus, tapu ve mezarlık kayıtlarını tutan kişiydi.
Yöneticisi olduğu bilişim biriminin elindeki istihbarat havuzunda, devletin nüfus arşivi olan MERNİS kayıtları da bulunuyordu.
Aytuluner, bu soy kütüklerini takip ederek Gülen’i sürekli bilgilendiriyordu.
Zaten Gülen’in ‘Pakraduni’ hassasiyetini depreştiren de Aytuluner’in taşıdığı bu bilgilerdi.
17-25 Aralık sonrası dijital olarak basılan ve sosyal medyada sıkça paylaşılan ‘Kim Kimdir?’ isimli e-kitap da Aytuluner’in eseriydi. Bu arşivden yola çıkarak yazılmıştı. Kitap, AKP’nin önde gelen birçok isminin aslında ‘Pakraduni’ olduğunu gösteren nüfus kayıtlarından oluşuyordu.
İddialara göre bu kayıtlar, aynı zamanda Chronicle dergisinin çıkarılmasında da kullanıldı.
Bu dergi adeta ‘mahrem hizmetler’in ürünü olan bir yayın organıydı.
Nitekim Cemaat içinde belli birimlere bu dergiye abone olma mecburiyeti de getirilmişti.
****
İşte bu Mithat’ın o süreçte Mehmet Değerli ile birlikte çalıştığı ve Gülen’i manipüle ettiği öne sürülüyor.
Değerli’nin, Hulusi Akar’dan geldiğini söylediği mektuplarla imza atılan diğer bütün tasfiye dalgaları sonrası, “Cemaati yeniden dizayn ediyoruz. Hocaefendi’nin etrafında ne kadar şerefsiz varsa temizledik. Artık önümüz açık,” diye konuştuğu anlatılıyor.
Gülen’e sundukları bu son listelere göre Cemaat’in neredeyse bütün omurgası, ‘dönme’ idi. Kimi Sabetaycı, kimi de Pakraduni…
Peki bu bilgiler doğru muydu?
Bugün neredeyse Cemaat içerisinde kimse yok ki “Hayır, Hocaefendi’ye sunulan o belgeler sahteydi” demesin…
Bir zamanlar Özcan Aytuluner‘e yakın olanlar ve onunla birlikte hareket edenler dahi belgelerin fabrikasyon olduğunu söylüyor.
(‘Velev ki doğru olsun, ne çıkar bundan?’ denebilir. Fakat Cemaat’in bu anlayışın çok çok uzağında olduğunu kabul etmek gerekir. Hareket içerisinde, ‘Eğer bu iddialar doğruysa, yani bu isimler gerçekten de ‘dönme’ ise, kesin olarak belli bir plan ve proje çerçevesinde içeri sızdırılmışlardır’ diye bakılır olaya.)
Aytuluner‘i yakından tanıyan ve tıpkı onun gibi, hedef alınan bütün o üst düzey isimlerin ‘hain’ olduğunu düşünen eski bir mahrem imam dahi onun için, “Asıl dikkat edilmesi gereken adam bu Mithat. Çok karanlık ve çok tehlikeli biri. Onu çözersen 15 Temmuz’u da çözersin,” diyor.
Mehmet Değerli de bir konuşmamızda, benzer ifadeler kullandı.
“Bu işi çözmek istiyor musun? Mithat’ı bul ve konuştur,” diyen Değerli, şunları dile getirdi: “İsim listeleri, şu bu külliyen yalan. Onların hepsi Mithat’ların operasyonuydu. Mithat aslında bu olayın beynidir. 15 Temmuz’un planlayıcı beyni Mithat’tır. Adil Öksüz vesaire değil. Çok güzel manipüle ediyordu. Akıllıca durup ‘Senin de aslında soyunda şöyle bir problem var’ deyip tehditlerle insanların üzerlerine yürüdüler. İnsanları belli şeylere zorladılar. Mithat, o Pakraduni vesaire işlerini MERNİS’le yapmıyordu. Mithat’ın yaptığı, mezar taşlarını okumaktı. Mithat geldi sunum yaptı Hocaefendi’ye. Ben yanındaydım, biliyorum. MERNİS kayıtları falan değil. Aslında mezar taşlarını araştırarak yapıyordu. O işin de yüzde 80’i bana göre sostu, operasyon yapmak için kullandılar. Adil Öksüz’ün fikir babası Mithat’tır. MERNİS işlerini benim başıma da saran o. Konunun benimle ilgisi yok.”
Değerli, Aytuluner’in Gülen’e yaptığı o sunumla ilgili olarak da şu detayları verdi: “Birtakım mektuplarla tasfiyeler yapıldığı iddiası bana elli kere söylendi. Bu doğru değil. Ben bir iş için Washington’a gidecektim. Hocaefendi’den izin almak için yanına girdim. Bu Mithat denen adam ekibiyle gelmişti. Sunum yapacaklardı Hocaefendi’ye. Ben de oradaydım. Bu malum ekip de oradaydı ve panik olmuşlardı. Ben çıktım gittim. Bu Mithat’lar Pakraduni vesaire diye daha önce de sunum yapmış. Hocaefendi de soruyor, falan kimdir, araştırın diye… Bunlar da araştırıyor. Neyse ben çıktım gittim Washington’a. Mithat’ları içeriye almak istememişler. Orası karışmış. Kavgalar çıkmış. Bir perşembe günüydü. Cevdet Bey aradı beni, ‘Hocaefendi acil gelsin diyor’ dedi. İşim vardı ama yine de çık gel dedi. Ben de geldim. Sabah namazından sonraydı. Tek başıma geldim. Hocaefendi bana bir kaç şey söyledi. Ben de sonra dedim ki ‘Hocam müsadenizle ben Washington’a döneceğim’ dedim. Ne olduysa orada oldu. Kuvvetle muhtemel Hocaefendi tayinlerle alakalı müdahale edecekti. Bu adamlar sunumu yaptılar. Ben geldim, orada görüntü verdim ama çıktım gittim. Yeminle söylüyorum hiçbir dahlim yok. Ondan sonra tayinler oldu. Bunlar her şeyi benim üstüme yıktılar. Onların hiçbirini de, vallahi de billahi de, gözüm kör olsun tanımıyorum. Geldim gittim diye görevden almaları bana yıktılar.”
****
Burada kısa bir açıklama yapmam gerekiyor.
Mehmet Değerli ile birkaç kez uzun görüşmeler yaptım. Kendisine birçok soru yönelttim, çeşitli cevaplar aldım.
Kendisi “Öncelikle bir beni dinle. Anlatacaklarım var. Sadece sohbet edelim. Sonra istersen röportaj da yaparız. Bütün sorularını cevaplayacağım,” dedi.
Ben de kabul ettim. Toplamda 4 telefon konuşması yaptık. Sonrasında da aynı açıklamaları kayda geçirmek üzere ben kendisine yazılı sorular yönelttim.
Fakat ilk cevapları ile bunlar arasında muazzam farklılıklar vardı. Önemli kısımlar birbirine yüz seksen derece tersti.
Kendisine, “Bana anlattığınız bazı şeylerle bu resmî açıklamalarınız taban tabana çelişiyor. Hangisi gerçek? Bu yazılı açıklamalar mı yoksa telefonda söyledikleriniz mi?“ diye sordum.
“Bunlar benim resmî açıklamalarım,” karşılığını verdi. Yani, kamuoyuna ‘official’ olarak böyle konuşmak zorunda olduğunu ima ediyordu.
Yalnız Mithat müstear Özcan Aytuluner ile ilgili sözleri, yine de tutarlı denilebilecek açıklamalar arasındaydı.
Sözünü ettiğim o resmî yazılı açıklamalarında Aytuluner için şunları ifade ediyordu: “Mithat kod adını kullandığını iddia ettiğiniz kişiyi Kamp’ta birkaç kez gördüm. Adil Öksüz ile çok yakınlardı. İnsanların kökenlerine meraklı bir kişiymiş. Onlar üzerine konuşmayı seven, saplantılı bir tipmiş. Hangi birimde çalıştığını, ne işlerle ilgilendiğini tam olarak bilmiyorum.”
Yeri gelmişken bir izahatta bulunayım.
Normalde ‘off the record’ yapılan bir görüşmenin yazılmaması gerekir.
Buna rağmen gazetecilik ilkelerini ihlal ederek Mehmet Değerli’nin ‘gayrı resmî’ sözlerini paylaşmamın iki nedeni var:
Birincisi; sözünde durmaması ve telefonda söyledikleri ile yazılı sorularıma verdiği cevapların neredeyse birbirine zıt olması.
İkincisi; 15 Temmuz gibi tarihî önemi haiz bir hadisenin en kilit adamlarından biri olarak Değerli’nin bütün açıklamalarının bir şekilde kitlelere duyurulması ve tarihe mal edilmesi gerekiyor.
Eğer yazılı cevapları ile bunlar arasında bu kadar fark olmasaydı, zaten bir ikilem yaşanmayacaktı. Fakat bu kadar önemli rol oynamış bir insan, aynı konularda birbirine bu kadar ters konuşuyorsa, her ikisinin de okuyucu ile ve tarihle buluşturulması gerektiğine kanaat getirdim.
İstisnai olarak Mehmet Değerli özelinde bu prensibi çiğniyorum. Bu noktada şahsıma yöneltilecek meslekî eleştirileri baştan kabul ediyor ve göğüslüyorum.
İleriki bölümlerde Değerli’nin hem sözlü açıklamalarını hem de aynı sorulara verdiği yazılı cevapları okuyacaksınız.
Ancak bunu derken, şunu da hatırlatayım: Biliyorsunuz Değerli’nin portresini yazdığım bölümde, onu tanıyan herkesin ilk söylediği şeyin ‘yalancılığı’ olduğunu vurgulamıştım. Hatta “Siz doğruları, onun yalanları söylediği rahatlıkta söyleyemeziniz” ve “Allah bir dediği dışında söylediği hiçbir şeye inanmam,” şeklindeki ifadelere yer vermiştim.
Belki baştan bir önyargı oluşturuyorum ama açıklamalarını okurken bunu hatırlatmayı da başka bir etik sorumluluk olarak görüyorum.
Hem sözlü hem de yazılı cevaplarını ayrı ayrı yayınlamak istememdeki bir diğer gerekçe de bu zaten.
****
Bu parantezden sonra devam edelim…
Dikkat edileceği üzere yukarıda Mithat müstear Özcan Aytuluner‘in sahte delil ürettiği iddiası birkaç kez yer aldı.
Cemaat içerisinde birbirini sert bir şekilde suçlayan gruplar veya isimler dahi bu noktada ittifak etmiş görünüyor.
Nitekim ben de daha önceki bölümlerde, Aytuluner‘in yönettiği o ‘bilişim birimi’nin, Ergenekon ve Balyoz süreçleri de dahil olmak üzere bazen sahte delil üretme yöntemlerine başvurduğunu yazmıştım.
Şu yaşananlardan, Aytuluner ve birlikte hareket ettiği kişilerin, aynı silahı Cemaat’in kendisine karşı da kullandığı anlaşılıyor…
Gülen’in reflekslerini, hassasiyetlerini ve iş tutuş tarzını çok iyi çözmüş olan bir ekip, 15 Temmuz’a giden süreçte sistematik olarak sinir uçları ile oynadı.
Böyle böyle Cemaat’i şekillendirdiler ve bir şeye hazırladılar.
Fakat aynı zamanda bu son operasyon, Mehmet Değerli’nin de sonunu getirecekti.
-DEVAM EDECEK-
Evet hatırlıyorum o zamanlar yoğun şekilde tayyibin yahudi olduğu, dedelerinin papaz elbisesi giyerek anadoluya sızdığı ve kendisinin de konuşmasında iktidar için papaz elbisesi giymem gerekirse giyerim sözlerinin olduğu sıklıkla anlatılır ve yahudi olduğu ortaya çıkınca iktidarının da yıkılacağı ifade edilirdi.
Benim kızdığım, sanki bu müptezel 30 senedir yoktu ülkede ve uzaydan gelmişti ve hakkında hiç birşey bilinniyordu. Refah partisi de yoktu, bu belediye başkanı da olmamıştı. İbb de hırsızlık yolsuzluk hukuksuzluk yapmamıştı. Oradaki rüşvet çarkını yezid ordusunu beraberinde ülkenin başına musallat etmemişti. 30 senelik cemaat stv ve zaman gazetesi bu müptezeller ile hiç karşılaşmamıştı.
Emirül müminin hz tayyip beyefendi birden yezid olmuştu onlar bile anlayamamıştı. bu mendeburların ne olduğunu biliyorlardı ama rant uğruna bunlarla aynı b.ka bulandılar. Kendileri yurt dışında rahatlar çünkü 15 temmuz öncesi hepsi gitmiş orda düzen kurmuş, türkiyedekiler de b.kun içinde cebelleşiyor. Cemaate de toz kondurmuyorlar. Anlatmaya kalksan birliğimizi bozmaya çalışıyosun sus.
“Siz doğruları, onun yalanları söylediği rahatlıkta söyleyemeziniz” ve “Allah bir dediği dışında söylediği hiçbir şeye inanmam,”
Böylebirisi nasıl oluyorda HE nin yanında kalıyor? İnsanın aklı almıyor?