Bir önceki bölümde, 2015 yaz aylarında başlar başlamaz lağvedilen ‘yeni yapılanma’dan bahsetmiştim.
Konumuz açısından, yani 15 Temmuz’a bakan yönleri ile meselenin en önemli iki unsuru şuydu:
Bir; Bağımsız denetim mekanizmaları kurulacak ve bütün birimler etkin bir şekilde denetlenecekti.
İki; Kararlar bireylerin şahsi inisiyatifinden çıkarılıp çok katmanlı ve katılımlı ortak heyetlere devredilecekti. Belli kişi ve birimlerde toplanan güç, desantralize edilecekti.
Dolayısıyla bu modelin kadük kalması ile birlikte hem denetleme imkânları ortadan kalktı hem de karar alma mekanizmalarında daha fazla ortak akıl yerine daha fazla tekil şahsın öne çıktığı eski düzene dönülmüş oldu.
Bu da 15 Temmuz öncesi baraj kapaklarının açılması gibi bir şeydi.
Çünkü bir çok Cemaat otoritesine göre, eğer o yeni yapılanma devam etseydi, 15 Temmuz olmazdı.
Zira arkasından bunun devamı olan, tamamlayıcı, tasarımsal ve cuntasal başka hamleler de geldi.
****
İşte bir önceki yazıyı bitirirken işaret ettiğim “19’lar olayı” ve takip eden diğer tasfiye dalgaları, bu yeni tasarıma dayanıyordu.
“15 Temmuz kadrosu” böyle böyle inşa edildi.
Nedir bu “19’lar olayı”, ordan devam edelim.
Fakat öncesinde size hatırlatmam gereken bir olay var. İşin başlangıcı oraya dayanıyor çünkü. Birbirinin devamı ve tamamlayıcısı niteliğinde olaylar bunlar.
Belki dizinin “Mahrem hizmetlerdeki güç savaşları (3)” başlıklı 13. bölümünü yeniden okumanız icap edebilir.
Kısaca hatırlayacak olursak, 2011 yılında “mahrem hizmetler”de ilk büyük güç savaşı patlamış; Mustafa Özcan’a yakın mahrem imamlarla, ‘Murat Ceylan ekibi’ denilen imamlar karşı karşıya gelmişti.
Fethullah Gülen, Osmanlıca el yazısı ile yazdığı bir mektupla (nâme) asker ve polis hizmetlerine bakan hadimlerde değişikliğe gitmişti. Böylece İ. K. (Sezai), S. S. (Recai), A. F. A. (Caner) gibi 3 yakın arkadaş ve onlara yakınlığı ile bilinen Ö. A. (Mithat) ile Adil Öksüz’ün önü açılmıştı. Adil Öksüz ve İ. K.’nın bağlantıları nedeniyle bu kadronun Mustafa Özcan’ın adamları olduğu öne sürülüyordu.
Fakat bu mektubun açıklanmasının hemen ardından büyük bir kaos başlamış, tartışmalar büyümüş, Gülen’le çeşitli görüşmeler olmuş ve bu atamalar geriye çevrilmişti. Gülen, kendi yaptığı atamaları geri almakla kalmamış, Kokuroğlu, Sargın ve Akbaba’yı tamamen “mahrem hizmetlerden” çekerek başka birimlere atamıştı.
O bölümü okuyanlar anımsayacaktır, bu yaşananların Kokuroğlu’nda rövanşist bir duyguya yol açtığından söz etmiştim. “Mahrem hizmetlerdeki güç savaşları (4)” başlıklı 14. bölümde de Kokuroğlu’nun “Maç daha bitmedi. Bunun ikinci devresi var, herkes bunu görecek,” dediği iddialarına yer vermiştim.
Bitirirken de “Burada bence en önemli soru şu: Eğer 2011’de bu ekip işbaşına gelseydi, hadiseler nasıl ve nereye evrilecekti?” sorusunu yöneltmiş ve “Gerçi bunu da 5 yıl sonra öğrenecektik,” demiştim.
****
Bu bölümde anlatacaklarım, biraz onun cevabı olacak.
19’lara geçmeden önce ikinci hatırlatma, 17-25 Aralık sonrası yaşanan zaruri değişiklikler olacak.
MİT’in havuz medyası üzerinden Cemaat imamlarını deşifre etmesi ile birlikte o zamanki kadronun tamamı değiştiriliyor.
Konumuz açısından biz daha çok mahrem imamlar üzerinde duracağız. Bu birim abileri görevden alınırken hepsinden yerlerine üç ismi önermeleri isteniyor. Onlar arasından birisi atanıyor.
“Hava Kuvvetleri İmamı” Adil Öksüz, yıllardır çok yakından tanıdığı ve güvendiği Sedat müstear isimli Kemal Batmaz’ı istiyor. Üç isim önermekle beraber Gülen’le bizzat görüşerek Batmaz olması noktasında ısrarcı olduğu ileri sürülüyor.
“Kara Kuvvetleri İmamı” Hacı Murat müstear isimli A. S.’nin önerdiği 3 kişi arasından da Ümit müstear isimli A. Ş. K. bu göreve tayin ediliyor.
“Deniz Kuvvetleri İmamı” İrfan müstear isimli Ö. Ö.‘nün yerine gerçek adını öğrenemediğim Şamil müstear isimli biri hadim oluyor.
“Emniyet İmamı” Kozanlı Ömer olarak bilinen Osman Hilmi Özdil’in yerine Kasım müstear isimli H. S. geliyor.
“MİT imamı” Doktor Sinan müstear isimli M.K’nın yerine Doktor Selman müstear adlı C. Ö. tayin oluyor.
Yazıyı daha fazla isme boğmamak ve karmaşıklaştırmamak için bu kadarı ile yetineyim.
****
Sonra 2015 Ağustos’unda ‘yeniden yapılanma’ projesinin durdurulması geliyor.
Bu yeni modelin ‘havuza düştüğü’ bilgisi getirilirken aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu’nda da (MGK) gelişmelerin masaya yatırıldığı söyleniyor.
Cemaat’in en üst danışma kurulu olan ‘âli heyet’in üyeleri ve bazı önde gelen mahrem imamlar Fethullah Gülen’le görüşerek, “Efendim bizde böyle bir bilgi yok. MGK’ya böyle bir konu gelmemiş,” diyorlar. Gülen’in cevabı, “İtimad edin bana, bazı bildiklerim var. Kaynaklarım sağlam. Bakalım kim haklı çıkacak,” mealinde oluyor.
Bir önceki bölümde genişçe ele aldığımız gibi, daha sonra yeni yönetim sistemi lağvediliyor.
****
Ardından da ikinci hamle geliyor.
Bu, en önemli tasfiye dalgasıdır.
Yani “19’lar meselesi”…
Böylece asıl konumuza gelmiş oluyoruz.
Ekim sonu veya Kasım başlarında -tam tarihini tespit edemedim- Mehmet Değerli, Fethullah Gülen’e bir mektup getiriyor. Hulusi Akar’dan geldiğini söylüyor, ki bu ilk mektup değildir.
Genelkurmay Başkanı Akar, 19 kişinin adını vermiştir ve devlet kayıtlarından, istihbarat bilgilerinden yola çıkarak bu isimlerin hain, güvenilmez olduğunu tespit etmiştir. Daha doğrusu mektupta öyle yazmaktadır.
Bu mektup elimde olmadığı için maalesef size satır satır aktaramıyorum.
Fakat ulaştığım bilgilere göre bire bir olmasa da ana fikri böyle.
Değerli, Hulusi Akar’ın darbe yapacağını ama Cemaat’e güvenmek zorunda olduğunu, bunun için de Cemaat’in kendi içini temizlemesi gerektiğini söylediğini aktarıyor.
Bu 19 kişi içinden görevde olanların görevi bırakması ve hepsinin acilen yurtdışına çıkması isteniyor. Aksi takdirde tutuklanacaklardır.
****
Peki tasfiye edilenler arasında kimler vardı?
Kimler gitti, kimler geldi?
Konumuz açısından önem arzedenleri paylaşacağım.
En önemlisi şu; 17-25 Aralık’tan sonra A. S.’nin yerine “Kara Kuvvetleri İmamı” olan Ümit müstear isimli A. Ş. K., 19’lar arasında adı geçenlerdendi ve derhal görevden el çektirildi. Yerine de 2 yıl önce “Hava Kuvvetleri”ni Kemal Batmaz’a bırakmış olan Adil Öksüz geldi. Yani Adil Öksüz, “Kara Kuvvetleri İmamı” oldu.
“EFENDİM, TALEBENİZ SİZİ MAHCUP ETMEYECEKTİR”
İddiaya göre Fethullah Gülen, Adil Öksüz’e yeni görevini tebliğ ettiğinde Kamp’ta yanlarında bulunan Mustafa Özcan, “Efendim, talebeniz sizi mahcup etmeyecektir,” diyor. Yani Öksüz’e referans oluyor. Karardan duyduğu memnuniyeti de izhar etmiş oluyor, ki diziyi baştan beri takip edenler için bu hiç de şaşırtıcı değildir.
Böylece daha da güçlenmiş olarak “mahrem hizmetlere” dönüş yapan Öksüz, hem kıdemi hem de pozisyonu itibariyle fiilen “TSK imamı” gibi hareket edecekti. Çünkü tıpkı TSK teamüllerinde olduğu gibi Cemaat’te de “Kara Kuvvetleri” en önemli kuvvetti.
Zaten halihazırda 2 yıldır “Hava Kuvvetleri”ni Kemal Batmaz üzerinden o yönetiyordu. Batmaz, çok uzun yıllardır Öksüz’le tanışıyor, ona büyük saygı duyuyordu. Tanıyan herkesin ifade ettiği, aslında Batmaz’ın son derece etkisiz bir insan olduğu ve Öksüz’ün güdümünde hareket ettiği yönünde.
Kemal Batmaz, Mustafa Özcan döneminde Kaynak Holding’e girmiş ve orada yöneticilik yapmış bir isim.
19’lar mektubunda kuvvet komutanlıklarının imamları değişirken bir tek Kemal Batmaz’a dokunulmamış olması önemli.
****
Hulusi Akar’dan geldiği iddia edilen mektupla yapılan bir diğer önemli değişiklik, “Deniz Kuvvetleri”nde oldu.
Müstear adı Şamil olan mahrem imamın yerine Hakan Çiçek geldi. Çiçek, aynı zamanda Mustafa Özcan ve Adil Öksüz’e yakınlığı ile bilinen Sezai müstear isimli İsmail Kokuroğlu’nun ortağıydı. Uzun yıllardır da mahrem birimlerde görev yapıyordu.
“Şamil” ise Öksüz ve ekibinden rahatsız olan, onlarla çalışamayacak biriydi. Hakan Çiçek’in atanmasıyla zincirin eksik halkası tamamlanmış oldu.
17-25 Aralık’ın ardından “Jandarma İmamı” olan Nurettin Oruç’a da dokunulmadı. Oruç, yaş olarak diğerlerinden genç ve Cemaat’te pek tanınmayan biriydi. Sakin, inisiyatif almayan ve etkisiz bir eleman olarak anlatılıyor. Oruç, bu mektuptan sonra da görevine devam etti.
****
Böylece 15 Temmuz gecesi Akıncı Üssü’nde bulunan kadro şekillenmiş oluyor. Yani Adil Öksüz, Kemal Batmaz, Hakan Çiçek ve Nurettin Oruç’tan oluşan 4’lü tepe yönetimi, Mehmet Değerli’nin getirdiği bu mektup neticesinde bir araya gelmiş oluyor.
Burada altı çizilmesi gereken husus, her ne kadar 4 kişi görünse de aslında yukarıda tek kişilik bir yönetimin olduğudur. ‘One man show’ yani…
O tek kişi de Adil Öksüz. Diğerlerinin hepsi onun ağzının içine bakan, inisiyatif alamayacak, itiraz etmeyecek, sorgulamayacak ve sadece denileni yapacak muti insanlar.
Bu arada Akıncı’da olan bir diğer sivil isim Harun Biniş’i unuttuğum sanılmasın. Biniş, 19’lar olayının herhangi bir yerinde olmadığı için zikretmedim. Ayrıca ‘renkler’ olarak tabir edilen kuvvet komutanlıklarından birinin başında da değildi.
O gece neden üste olduğu da muamma. Teknik bir eleman olan ve son olarak Kemal Batmaz’ın ortağı Mehmet Sungur’un şirketi Milsoft’ta yönetim kurulu danışmanlığı yapan Biniş, mahrem hizmetlerin tepe yöneticilerinden de değildi.
Yıllarca Kaynak Holding’de görev yapmış, sonra ayrılmış, farklı şirketlerde çalışmış zeki bir bilişimciydi. Akıncı’ya neden gittiği veya götürüldüğü bir soru işareti.
****
“19’lar olayı”nın en kayda değer değişiklikleri bunlardı.
Fakat bunlara ilave olarak dönemin “MİT İmamı” Doktor Selman müstear isimli C. Ö.’nün görevden alınmasını da eklemek gerekir. C.Ö. giderken yerine Ahmet müstear adlı B.B. geldi.
Burada gelen kişiden daha önemli olan, C. Ö.’ın alınmış olmasıydı. Çünkü C.Ö., Bahadır müstear isimli dönemin “Emniyet İmamı” Ç. Ö.’ye yakınlığı ile bilinen biriydi ve her ikisi de 2011 yılındaki ilk tasfiye girişiminin hedefleri arasındaydı.
2015 yılındaki bu 19’lar olayı ile birlikte bir anlamda 2011’in ‘rövanşı’ alınmış oluyordu.
Bunu da not etmek gerekiyor.
****
Hulusi Akar’dan geldi diye Gülen’e takdim edilen mektup, o sırada “Emniyet İmamı” olan Kasım müstear isimli H. S’ye dokunmuyordu. Üniversite yıllarında ikisinin de Ankara’da aynı ‘bölgede’ kaldıkları ve Adil Öksüz’ün H.S.’nin ‘abisi’ olduğu söyleniyor.
H.S., 17-25 sonrası normalde ‘Kozanlı Ömer’ olarak bilinen Osman Hilmi Özdil’in önerdiği 3 isimden biri olmasına rağmen daha sonra Adil Öksüz’lere de yakınlaştığı iddia edilen biri. Yine de kendisine ne kadar güvendikleri bir soru işareti.
Altı çizilmesi gereken bir diğer değişiklik Emniyet İstihbarat’taydı. Daha önceden bu vazifeyi deruhte eden Baki müstear isimli F. E.’nin yerine Kadir müstear isimli (Bir diğer müstear adı Cemal) T. A. geldi.
Bu neden önemliydi?
T. A., 15 Temmuz sırasında Türkiye’deydi ve iddialara göre o gece bazı polislere atılan “Silahınızı alıp askere destek verin” şeklindeki mesajların emrini veren kişiydi.
Asıl “Emniyet İmamı” olan H. S.’nin (Kasım) darbe girişiminden haberi yoktu. Buna karşılık onun altında çalışan T.A.’nın haberdar olması enteresan bir noktaydı. Bu da Akar’dan gelen mektubun, “Emniyet İmamı” H.S.’den hiç bahsetmezken, Emniyet İstihbarat’a bakan yardımcısı Baki müstear isimli F. E.’i hedef almış olmasını açıklıyor. F. E.’nin yerine gelen T. A. (Kadir), 15 Temmuz’da şüpheli hareketler yapıyor. Bu şüpheli kararları, 15 Temmuz’dan sonra da devam edecektir.
****
Öte yandan, Ağustos ayında lağvedilmiş olan yeniden yapılanmanın en önemli katılımcılarından “Milli Eğitim İmamı” Said Kaya da görevden alınan 19 kişi arasındaydı.
Buna bir kaç isim daha ekleyeceğim.
Mektup neticesinde Türkiye’den çıkması istenenler arasında 17-25 sürecinde zaten görevden alınmış olanlar da vardı.
Örneğin “Eski Kara Kuvvetleri İmamı” Hacı Murat müstear isimli A. S., “Eski Emniyet İmamı” Bahadır müstear isimli Ç. Ö. ve “Eski Dış Medya İmamı” Macit müstear isimli N. C. bunlar arasındaydı.
Bu isimleri, bir önceki bölümde uzun uzadıya anlattığım ‘yeniden yapılanma’ projesinin aktörleri arasında hatırlayacaksınız.
Böylece o projede aktif görev alan kişiler de tasfiye edilmiş oluyordu.
****
Görevden alınan bütün bu isimlerin en geç 1 hafta içerisinde Türkiye’yi terketmeleri istenmişti.
Tasfiyeler bunlarla sınırlı olmadı. Yeni göreve gelenlerin bazıları, aşağıya doğru bütün ara elemanları görevden aldı ve tabiri caizse genel bir temizlik yapıldı. Onların da bir bir yurtdışına çıkması istendi.
Özellikle Kara, Deniz ve Havaya bakan sivil yapılanmanın tamamı değişti.
Bir anlamda mıntıka temizliği yapılırken aynı zamanda hafıza da yok edilmiş oldu.
Örneğin Adil Öksüz’ün, Kara Kuvvetleri’nde ‘Hacı Murat’ın ve ‘Ümit’in’ adamları diyerek 50 civarında sivil elemanı görevden uzaklaştırdığı belirtiliyor.
Burada en dikkat çekici isim, ‘Terzi Hasan’ oluyor.
‘Terzi Hasan’ın kim olduğunu, “Hulusi Akar’ın Yazılmamış Portresi” başlıklı yazı dizisini okumuş olanlar hatırlayacaktır.
O dizinin 11. bölümünde, kendisinden şöyle bahsetmiştim:
“Sivil olarak Akar’a en yakın kişinin “Terzi Hasan” olduğu söyleniyor.
Peki kim bu Terzi Hasan?
Ankara’daki Ankamall’de bulunan bir giyim mağazasının eski ortağı.
Bu yüzden ona ‘Terzi’ diye hitap ediliyor.
Akar’ı ve diğer bazı komutanları o giydiriyordu.
Ama ilişki çok eskilerde başlıyor.
Benim edindiğim bilgilere göre Hasan D.’nin askerlerle alışverişi, Hulusi Paşa ile tanışmasından da önce başlıyor. Çok üst düzey komutanlarla müşteri ilişkisi var.
Fakat 2011 yılında Hulusi Paşa’nın Genelkurmay 2. Başkanı olması ile birlikte Karargâh’a girip çıkmaya başlıyor.
Ve normalde onyıllardır komuta heyetini giydiren ünlü bir marka olmasına rağmen Hulusi Akar onları elimine ediyor. Sessizce, gizlice ama bilinçli bir şekilde Terzi Hasan ile çalışmaya başlıyor.
Hasan D. ona hediye takım elbise, gömlek, kravat, ayakkabı götürmeye başlıyor.
Kıyafet ücretinin yarısını ödediği bilinse de aslında benim öğrendiğim kadarıyla Terzi Hasan, Hulusi Akar’dan tek kuruş ücret almıyordu.”
Yine aldığım bilgilere göre Terzi Hasan, ki bir diğer nâmı KİP Hasan’dı, Hulusi Akar ile Cemaat’in irtibatını sağlayan en önemli sivil kişiydi. Akar ona çok değer veriyor, onun üzerinden Gülen’e bazı mesajlar aktarıyordu.
Hasan D., aynı zamanda Cemaat’in “Kara Kuvvetleri” mahrem birimindeki üst düzey imamlardan biriydi.
Adil Öksüz’ün görevden alıp acilen yurtdışına çıkmasını sağladığı kişilerin başında o geliyordu. Artık o da ‘sakıncalı’ damgasını yemişti.
Böylece, Mehmet Değerli’den ve Adil Öksüz’ün domine edeceği yeni mahrem birimlerden akacak bilgileri düzeltecek ya da teyid edecek en önemli bağ kesilmiş oluyordu.
Bu ‘temizlik’ süreci tamamlandığında bütün mahrem birimler, alanda tecrübesi olmayan, bilgisiz ve en önemli özelliği itaat olan yeni kadrolardan oluşuyordu.
Artık tek bir kişi vardı, o da Adil Öksüz’dü.
****
Bu 19’lar olayının tek önemi, bir takım isimlerin uzaklaştırılıp yerlerine yeni yöneticilerin getirilmesi değil.
Belki ondan daha önemlisi şuydu: Bu kişiler ve onlarla bağlantılı elemanların tamamı, ‘hain’ veya ‘sakıncalı’ etiketini yemişti.
Düşünsenize; Türkiye’yi ve Cemaat’i kurtaracak, kimilerince ‘Hulusi-i sâni’, kimilerine göre ‘Kâhtani’ olarak kabul edilen Genelkurmay Başkanı, (Bu kavramların kullanımı ve Hulusi Akar’la alakası için Cemaat Hulusi Akar’a nasıl bu kadar inandı? (1) ve Cemaat Hulusi Akar’a nasıl bu kadar inandı? (2) başlıklı yazılarımı okuyabilirsiniz) devlete ait kendi istihbarat kaynaklarından bu kişilerin güvenilmez olduğunu tespit etmişti.
Cemaat tipi yapılarda bu çok büyük bir itham, altında kalkılması çok zor bir zandır.
Önemle altını çizmek gerekir ki, görevden alınanlardan sadece Türkiye’yi terketmeleri istenmedi. Aynı zamanda Kamp’a gelmemeleri noktasında da uyarıldılar.
İşin Türkçesi şuydu: Halis (Hulusi Akar) sizi burada istemiyor!
“Bunlarla görüşmeyin, bunlar hain, hükümete içeriden bilgi satıyorlar,” diye söylentiler bile çıkarıldığı anlatılıyor.
“Bu arkadaşlarda bir sıkıntı olmasaydı Hocaefendi onları topluca görevden almazdı,” diye bir söylem üretiliyor.
****
Dolayısıyla Fethullah Gülen, adı geçen herkesi tasfiye edince bu isimlerde derin bir hayalkırıklığı oluyor.
‘Âli heyet’ten birileri onlar adına gidip Gülen’le görüşüyorlar. Benim aldığım bilgiye göre bu isimler Abdullah Aymaz ve Mehmet Ali Şengül’dü. Hatta Gülen, görevden alma tebligatlarını da onlara yaptırmıştı.
“Efendim arkadaşlar çok üzgün ve rahatsız. İtibarları ile oynandığını, zan altında kaldıklarını düşünüyorlar,” diyorlar.
Gülen’in cevabı, “Arkadaşlar bana itimad etsinler, bildiğim bazı şeyler var. Şu an böyle bir karar almak durumundayız. Eğer onları ben görevden almasaydım başlarına daha kötü şeyler gelebilirdi, ondan endişe ettim. Arkadaşlar ileride bana çok dua edecekler, teşekkür edecekler,” şeklinde oluyor.
Neden ‘başlarına kötü bir şey gelebilirdi’ diyor peki?
İddialara göre Mehmet Değerli’nin getirdiği mesajda, Hulusi Akar, “Hocam benim size olan hayranlığım ve sevgim malumdur. Fakat bunun önüne geçildiğini görüyorum. Hizmet içinde bazı isimler var, ben bugün yarın elimdeki güçle Türkiye’yi Tayyip belasından kurtardıktan sonra bu içerideki hainleri öldüreceğim. Ya bunları bir an evvel alın, elime ayağıma dolanıyorlar ya da ben bu işi yaptıktan sonra bunları temizleyeceğim,” anlamına gelen şeyler söylemektedir.
Gülen mektubu okuduğunda hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ama yine de orada yazılanları yerine getirmekten geri durmaz.
Çünkü o sırada tek bir şeye fokuslanmıştır.
Bir kör aşığın başka bir şeyi gözü görmemesi gibi Gülen’in de o sırada tek kitlendiği konu, düşülen bu vartadan Hulusi Akar eliyle kurtulmaktı.
“Belki arkadaşlar şimdilik mağdur olacaklar ama bana itimad etsinler. Kararımın arkasında dursunlar. Bu iş olup bittikten sonra bir şekilde biz durumu toparlarız. Ben o arkadaşların itibarını iade ederim,” diye düşündüğü sanılıyor.
Hani demiştik ya;
“Artık bir yola girmişsinizdir.
‘Hocam Hulusi Paşa bir şeyler yapacak ama kimlere güvenebileceğimi bilmem lazım diyor, falanca arkadaşları istemiyor,‘ dendiğinde, ‘Peki!‘ diyeceksinizdir.
‘Hocam Hulusi Paşa şu şu şu arkadaşların hain olduğunu tespit etmiş, onlar uzaklaştırılmadan bu işi yapamayacağını söylüyor,‘ dendiğinde gereğini yapacaksınızdır.
Bir kere o raya girmişsinizdir artık.
Bir tercih yapmışsınızdır.
Artık bununla uyumlu kararlar vereceksinizdir.”
Durum böyleydi.
Tasfiye edilen insanların bu şekilde uzaklaşması ile beraber Gülen’in etrafı da boşalmıştı.
Bilgi kanalı da teke inmişti. Artık Adil Öksüz ve Mehmet Değerli ne getirirse ona inanacaktı.
Onları düzeltecek veya yanlışlarını ortaya koyacak kimse kalmamıştı.
Ne Türkiye’de ne de Gülen’in etrafında…
Cemaat’in mutfağı artık teslim alınmıştı.
Kraliçe arı üzerinden bütün kovan ele geçirilmişti.
****
Burada başka bir tartışma konusu daha var, ki hepinizin kafasındaki soru da odur zannediyorum: Mektup gerçekten Hulusi Akar tarafından mı yazılmıştı?
Benim aldığım bilgilere göre o süreçte Akar’dan geldiği söylenen 5 civarında mektup var. Bunların bazıları el yazısı ile yazılmıştı bazıları da bilgisayar çıktısıydı.
Genel kanaat mektupların Akar tarafından gönderilmiş olmadığı yönünde.
Bunun için öne sürülen iki gerekçe var.
Birincisi; Genelkurmay Başkanlığı seviyesine gelmiş Hulusi Akar zekâsında ve tecrübesinde bir generalin böyle bir delil bırakmasının mümkün olmadığı.
İkincisi de Akar’ın bu isimlerin bir çoğunu tanımasının mümkün olamayacağı. Mektupta bariz bir seçicilik vardı. Belli bir konsepte göre bir dizayn yapılmıştı.
Bu görüşe göre mektupların arkasında bir ortak akıl vardı. Tek kişinin ürünü olamayacak kadar kapsamlı bir operasyondu. Belki Hulusi Akar’ın bilgisi vardı, belki yoktu… Ama içeriden bir desteğin olduğu çok açık.
Zira Gülen bir mektubu okuduktan sonra, Hulusi Akar’dan çok etkilenir. Akar’ın kendisini bu kadar iyi tanımış ve anlamış olmasına şaşırır. Mutlu olur. “Bu mektubu ancak talebelerimden üç-dört kişi yazabilirdi,” der.
Cemaat içinde hiç de azımsanmayacak bir görüşe göre “Evet, o mektupları ancak talebelerden üç-dört kişi yazabilirdi. Çünkü zaten talebelerden biri yazmıştı.”
Evet, bu iddiayı ortaya atan epey bir insanla karşılaştım.
Hatta zikredilen isimler de var.
Fakat çok spekülatif olacağı için şimdilik bu isimlere yer vermeyeceğim.
Ama şu kadarını söyleyebilirim: Onlardan birine ben bu iddiayı yönelttim ve kendisi doğal olarak bunu reddetti.
Netice olarak Cemaat içerisinde birileri, bu mektup olayının düzmece olduğunu, Gülen’in etrafını sarmış bir kliğin bu mektupları ürettiğini, sanki Hulusi Akar gönderiyormuş gibi yazdıklarını, Mehmet Değerli üzerinden Gülen’e taşıdıklarını ve böylece istedikleri gibi içeriyi dizayn ettiklerini öne sürüyor.
Bu operasyonun Hulusi Akar’ın bilgisi dahilinde yapılıp yapılmadığı noktasında ise farklı görüşler mevcut.
****
Benim ulaştığım bazı bilgiler de bu iddiayı doğrular nitelikte.
Mehmet Değerli o süreçte bazı insanlara, “Cemaat’i yeniden dizayn ediyoruz,” demişti. Ben bu kişilerden bir kaçına ulaştım ve teyid ettim. Ancak isimlerinin bilinmesini istemiyorlar.
Hatta Değerli’nin, sevdiği bazı insanlara, “İstemediğin birileri varsa söyle, üstünü çizelim,” dediği iddiaları da var.
Bu şekilde bir liste açılıp ona ekleme ve çıkarmalar yapıldığı öne sürülüyor.
Mehmet Değerli’nin kişilik özelliklerini tanıttığım daha önceki bölümlerde, onun hakkında “Çok boşboğaz biridir” denildiğini yazmıştım, hatırlarsınız.
Dolayısıyla bazı detaylara da bu sayede ulaşılabildiğini düşünüyorum.
Sonraki bölümde, hem yeni tasfiye dalgalarından hem de Değerli’nin bu mektupları nasıl getirdiğinden bahsedeceğim.
-DEVAM EDECEK-
Merhaba Ahmet Bey,
Benim merak ettiğim, yazı dizinizle de ilişkili olduğunu düşündüğüm bir kaç noktayı ilginize sunmak isterim.
1- Sadece cemaatin içi değil 2015-2016 yııllarında siyasette şekilleniyordu. Erdoğan’a hakaret eden Bahçeli’nin koltuğu 1 Kasım 2015 sonrası riske girdi. MHP’nin yapılmayan kurultay süreçleri ve sonunda 10 Temmuz 2016’da yapılacağı söylenen kurultay. Ama yargı müdahalesi ve gene yapılamaması. 24 Mayıs 2016’da Pelikan Bildirisi sonrası istifa eden Davutoğlu’nun yerine Binali Yıldırım Kabinesi, Süleyman Soylu’nun kabineye girmesi. Yani Mayıs sonu değişen Başbakan, 10 Temmuz’da kurtulan Bahçeli ve 15 Temmuz… Bu süreç cidden tesadüf mü?
2- Akar, Gülen’e “hainler” listesi gönderip, bunları çek yoksa gereğini yaparım gibi bir şeyler söylediğinden bahsediyorsunuz. Kim yazmış, ne olmuş bilinmiyor anlaşılan yazdıklarınızdan. Acaba diyorum aslında cemaatin yeniden yapılandırılması süreci, şeffaflaşma vs. gibi ademi merkezi bir hal alacak olması onu kolay yönlendirilemez bir hale getirecek endişesine mi yol açtı? Yani tek kişi olursa karar verici, kulağından çekersiniz. Çok olursa yönetmek zor. Yeniden yapılandırılacak cemaat muhtemelen kulağı elinde tutmayanın işine yarayacak. Elbette küresel bir örgüt söz konusu. Küresel çıkarlar var. Tarihsel olarak kulak daha çok İngiltere’nin elinde gibi geliyor bana. Yani onların entellektüel birikiminin eseri olan yayınlar, dergiler, Hint Müslümanları vs. kökteki kurguyu besliyor. İçişleri bakanlığı uzun süre İngiltere’de staj yapıyor. Hatta sanırım Önder Aytaç bir ara İngiltere merkezli bir emniyet örgütlenmesinin de parçasıydı falan falan. Yazabilecek çok şey var. Ama bir de Almanya var…Onların da etkisi yüksek. Ama sanırım merkezi yapının dağılması onların daha çok işine gelecek, daha fazla söz sahibi olacak gibi geliyor. Acaba diyorum yerel değil, küresel olmasına dair yapılan düzenlemeyi, Türk Devleti de “ihanet” olarak değerlendirmiş olabilir mi? Zaten 2009-2010 itibariyle cemaatin kulağını artık tutamamaya bşaladığını görerek, bunun iyicene zayıflamasını engellemek için yeniden yapılandırma sürecini engelleyerek, bahsettiğiniz Adil Öksüz’lerin önünü mü açtı?
3- Son olarak, aslında bana sürecin içerisinde uluslararası bir işbirliği var gibi geliyor. Yani Türkiye artık mutlak kontrol edemediği bir yapının kendi bünyesinde olmasının yarattığı güvenlik sorununu öne sürerek, madem kulak sizde, alın sizin olsun, benden temizlensin demiş olabilir. Papua Yeni Gine’de istihbarat toplayacak bir yapının toptan çöpe atılması kimsenin işine gelmiyor. O yüzden kısıtlı bir şekilde Türkiye’den temizlenmesine razı olunan bir pazarlık yapılmış olabilir mi? Son 5 yıl bu senaryoya uygun görünüyor. Yani yapı küresel ölçekte işliyor, Türkiye’den tamamen çekilmeye zorlandı. Alan razı satan razı bir pazarlık yani…
Bunları belki sizde bir çağrışım yapar diye paylaşıyorum. Bu kadar grift bir yapıyı açıklayacak tek bir resim olduğunu sanmıyorum. Anlık bir sinir krizinin bile bir sürü şeyi çok değiştirmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.
Son olarak, herkes fili bir tarafından tutarak tarif ediyor. Ya da etmeye çalışıyor. Peki bütün bu sıkıntının kök nedeni ne?
Bana göre kökte yatan neden sentez çabasının yanlış kurgulanması. Yani Akıl ve Nakil’in sentezindeki kurgunun çarpıklığı. Bir inanç olması gereken, iman edilmesi gereken İslam, ne yazık ki bilimsel bir kavram olarak ele alınmaya çalışılıyor. Kadıyanilikte de, Nursi’de de, Sızıntı dergisinde de hep aynı motto var. Halbuki, “belki de yanılıyorum, ama gene de inanıyorum” alçakgönüllüğü olsa, sezarın hakkı sezara denilerek, gündelik hayat insanların ortak tek değeri olan akıla bırakılsa, yani özde laiklik’e sahip çıkılan bir anlayış içselleştirilebilse, hem kendisi, hem de ötekisi rahat edecek.
Sevgiler
Merhaba Ahmet Bey,
Benim merak ettiğim, yazı dizinizle de ilişkili olduğunu düşündüğüm bir kaç noktayı ilginize sunmak isterim.
1- Sadece cemaatin içi değil 2015-2016 yııllarında siyaset de şekilleniyordu. Erdoğan’a hakaret eden Bahçeli’nin koltuğu 1 Kasım 2015 sonrası riske girdi. MHP’nin yapılmayan kurultay süreçleri ve sonunda 10 Temmuz 2016’da yapılacağı söylenen kurultay. Ama yargı müdahalesi ve gene yapılamaması. 24 Mayıs 2016’da Pelikan Bildirisi sonrası istifa eden Davutoğlu’nun yerine Binali Yıldırım Kabinesi, Süleyman Soylu’nun kabineye girmesi. Yani Mayıs sonu değişen Başbakan, 10 Temmuz’da kurtulan Bahçeli ve 15 Temmuz… Bu süreç cidden tesadüf mü?
2- Akar, Gülen’e “hainler” listesi gönderip, bunları çek yoksa gereğini yaparım gibi bir şeyler söylediğinden bahsediyorsunuz. Kim yazmış, ne olmuş bilinmiyor anlaşılan yazdıklarınızdan. Acaba diyorum aslında cemaatin yeniden yapılandırılması süreci, şeffaflaşma vs. gibi ademi merkezi bir hal alacak olması onu kolay yönlendirilemez bir hale getirecek endişesine mi yol açtı? Yani tek kişi olursa karar verici, kulağından çekersiniz. Çok olursa yönetmek zor. Yeniden yapılandırılacak cemaat muhtemelen kulağı elinde tutmayanın işine yarayacak. Elbette küresel bir örgüt söz konusu. Küresel çıkarlar var. Tarihsel olarak kulak daha çok İngiltere’nin elinde gibi geliyor bana. Yani onların entellektüel birikiminin eseri olan yayınlar, dergiler, Hint Müslümanları vs. kökteki kurguyu besliyor. İçişleri bakanlığı uzun süre İngiltere’de staj yapıyor. Hatta sanırım Önder Aytaç bir ara İngiltere merkezli bir emniyet örgütlenmesinin de parçasıydı falan falan. Yazabilecek çok şey var. Ama bir de Almanya var…Onların da etkisi yüksek. Ama sanırım merkezi yapının dağılması onların daha çok işine gelecek, daha fazla söz sahibi olacak gibi geliyor. Acaba diyorum yerel değil, küresel olmasına dair yapılan düzenlemeyi, Türk Devleti de “ihanet” olarak değerlendirmiş olabilir mi? Zaten 2009-2010 itibariyle cemaatin kulağını artık tutamamaya bşaladığını görerek, bunun iyicene zayıflamasını engellemek için yeniden yapılandırma sürecini engelleyerek, bahsettiğiniz Adil Öksüz’lerin önünü mü açtı?
3- Son olarak, aslında bana sürecin içerisinde uluslararası bir işbirliği var gibi geliyor. Yani Türkiye artık mutlak kontrol edemediği bir yapının kendi bünyesinde olmasının yarattığı güvenlik sorununu öne sürerek, madem kulak sizde, alın sizin olsun, benden temizlensin demiş olabilir. Papua Yeni Gine’de istihbarat toplayacak bir yapının toptan çöpe atılması kimsenin işine gelmiyor. O yüzden kısıtlı bir şekilde Türkiye’den temizlenmesine razı olunan bir pazarlık yapılmış olabilir mi? Son 5 yıl bu senaryoya uygun görünüyor. Yani yapı küresel ölçekte işliyor, Türkiye’den tamamen çekilmeye zorlandı. Alan razı satan razı bir pazarlık yani…
Bunları belki sizde bir çağrışım yapar diye paylaşıyorum. Bu kadar grift bir yapıyı açıklayacak tek bir resim olduğunu sanmıyorum. Anlık bir sinir krizinin bile bir sürü şeyi çok değiştirmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.
Son olarak, herkes fili bir tarafından tutarak tarif ediyor. Ya da etmeye çalışıyor. Peki bütün bu sıkıntının kök nedeni ne?
Bana göre kökte yatan neden sentez çabasının yanlış kurgulanması. Yani Akıl ve Nakil’in sentezindeki kurgunun çarpıklığı. Bir inanç olması gereken, iman edilmesi gereken İslam, ne yazık ki bilimsel bir kavram olarak ele alınmaya çalışılıyor. Kadıyanilikte de, Nursi’de de, Sızıntı dergisinde de hep aynı motto var. Halbuki, “belki de yanılıyorum, ama gene de inanıyorum” alçakgönüllüğü olsa, sezarın hakkı sezara denilerek, gündelik hayat insanların ortak tek değeri olan akıla bırakılsa, yani özde laiklik’e sahip çıkılan bir anlayış içselleştirilebilse, hem kendisi, hem de ötekisi rahat edecek.
Sevgiler
Merhabalar,
Bir önceki yazıya destek olarak Pelikan Bildirisinden bir kaç alıntı yapmak istiyorum.
“…16
Aynı günlerde AK Parti milletvekili Özhaseki “paralel fabrika ayarlarına dönerse mücadele biter” açıklaması yaptı.
Hocamdan tek bir itiraz gelmedi….”
“…18.
…
…REİS ise önce bu Nazi bozmasına çaktı:
“Bahsettiğiniz kişi, benimle ne zaman görüşse, liderliğimin ne kadar saygın olduğundan söz eder.
Yüzüme karşı böyle konuşan bir insanın şimdi o türden tavırlara girmesine ne demeli?
Ben bu tür davranışları, Alman ekolünün Türkiye’ye bir operasyonu gibi görüyorum…”
“…27.
…
Çünkü hoca kendi ihtiraslarının peşinden koşabilmek için,
REİS karşıtı, ve dolayısıyla REİS’i destekleyen halkın karşıtı kim varsa, onunla işbirliği kurma yoluna gitmiştir.
Küresel güçlerin ülkemizdeki satrancında vezir görüntüsüne sahip basit bir piyon olmayı kabul etmiştir.
Kavga budur.
Kaybedeni de bellidir! …”
En azından Pelikan tarafının sürece dair algısı bu şekilde.
“Almanya bir operassyon yapıyor. Erdoğan’ı tasfiye etmeyi amaçlayan bir operasyon bu…”
Gene bildiride “Hakan Fidan’ın ayağı takıldı bir ara ama sonra yola geldi, nedamet getirdi” deniyor.
Peki Bahçeli’nin Pelikan’a tepkisi ne oldu?
Ben bulamadım. Ama Süleyman Soylu’nun kabinesi ve Cumhur ittifakı yolu o sırada döşenmeye başlandı.
Bahçeli’yi de sanırım kurultay tehdidi ile sıkıştırdılar o süreçte…
Sevgiler