Engin Sezen, The Circle
Bu mülakat için pekala uzunca bir giriş yazılabilirdi. Ama kısa kesilecek, ta ki okurla bu mülakatta serdedilen muhteva arasına girilmesin!
Konuğumuz Ahmet Dönmez.
Son zamanlarda özellikle 15 Temmuz Darbe Teşebbüsüyle ilgili en sağlam yazıları kaleme alan kişi.
Gazeteciliği, yazarlığı henüz ortaokul yıllarındayken kafasına koyan bu genç gazetecinin mesleki hayatını ne yazık ki, Türkiye’de bitirdiler.
Ahmet Dönmez, yurtdışında hala durmadan, titizlikle çalışıyor. Mağdurların sesi soluğu oluyor.
Dün Recep Tayyip Erdoğan’a zor sorular soran Dönmez, bugün aşağıda göreceğiniz gibi Cemaat’e de ayni zorlukta sorular yöneltmekte…
Bu sadece gazeteciliğin en temel ilkesi değil, hak-şinas olmanın da kaziyyesi…
Burada, sorduğu sorularla 15 Temmuz Muamması’nın biraz daha anlaşılır olmasını sağlayacağını düşünüyorum.
‘Soru sorma’ya devam!…
İlerde bugünleri anlatan bir roman yazarsa, Ahmet Bey’e romanının ilk cümlesini vereyim:
“Bir gün bir soru sordum, ve hayatım değişti…”
Ahmet Dönmez’i bize takdim eder misiniz?
1978 Hatay Antakya doğumluyum. Öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin oğluyum. Çocukluğum İskenderun’un bir köyünde geçti. Ortaokul birinci sınıfta ailemden ayrıldım. Yurtlarda büyüdüm. Özel yurtta da kaldım, devlet parasız yatılı okulunda da… Şehirler, okullar ve sınıflar değiştirdim. 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazandım. 99’da mezun oldum.
Memur olmayı hiç ama hiç istemiyordum. Kamu sınavlarına girmeme kararı aldım. Gazeteci olmak istiyordum. Ortaokul lise yıllarımda yazı hayatının içinde olma hayalini kurardım. Edebiyat dünyasında olmak isterdim. Fakat lise sona doğru bu biraz daha somutlaşan, belirginleşen bir hayale dönüştü: Gazeteci olmalıydım. Lise son sınıftayken duvar gazetesini ben çıkarırdım. Kimse bilmezdi. Uzaktan, duvarın önüne birikip panodaki yazıları okumaya çalışan öğrenci arkadaşları izlerken bu hayalimin biraz daha alevlendiğini hissederdim. Tercih listemin hemen alt ve üst sırasında gazetecilik bölümleri yer almasına rağmen ortalarındaki Kamu Yönetimi’ni tutturdum.
Üniversite son sınıfta bir kaç arkadaşla amatör bir dergi çıkarmıştık. Fakat yeterince reklam bulamadığımız için finanse edemedik ve sadece 6 sayı çıkarabildik.
Gazetecilik yapmaya heves edince bu yüzden önce dergilere iş başvurusu yapmaya karar verdim. Aktüel ve Tempo o zaman iyi günlerindeydi. Onlar bana çok büyük geliyordu. Bu yüzden de daha mütevazı görünen Nokta dergisine gidip şahsi başvuru yaptım. Şu anda ismini hatırlayamadığım bir yönetici ile görüştüm. “Finansal açıdan krizdeyiz. Para veremeyiz. Eğer ücretsiz çalışacaksan olur” dedi. Tek kuruş param yoktu. Bir yandan da kimseye muhtaçolmayacak bir gelire ihtiyacım vardı.
Zaman’da nasıl başladınız?
Okuldan bir arkadaşımın Zaman’da sayfa tasarımcısı olan bir yakını vardı. “Gel bizim gazete ile de bir görüş” dedi. 6 sayılık dergiyi koltuğumun altına sıkıştırıp Zaman’a gittim. Bir yönetici ile mülakat yaptım. “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Gazeteci olmak” diye cevapladım. “Bu mesleğin en alt basamağı neresi ise oradan başlayıp yükselebildiğim kadar yükselmek istiyorum” dedim. “Sadece asgari ihtiyaçlarımı karşılayın yeter. Eğer kendimi ispat edersem oturur sözleşme yaparız.” dedim. O zamanki yönetici, “Tamam, sekiz ay birbirimizi deneyelim. Biz senden memnun olursak sen de devam etmek istersen seni kadroya alırız” dedi. Öyle başladı…
Zaman’da çalışmak sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
Tek bir gün bile ‘işe’ gitmedim desem yeridir. Benim için iş değildi çünkü gazetecilik. Bir sevdaydı. Müthiş bir tutkuydu.
Haber merkezinde stajyer muhabir olarak başlamıştım. Kadroya girdikten sonra ise belediye muhabiri olarak görevlendirildim. 2003 yılında askere gittim. Dönüşte de yine Zaman’da belediye muhabiri olarak devam ettim. Kısa süre sonra AKP muhabiri oldum. Başbakan’ın İstanbul’daki programlarını da ben takip ediyordum.
Onun dışında genelde özel haberler çalışıyordum. Araştırmacı gazetecilik türünü seviyor ve o tarz haberler yapmaya çalışıyordum. Geriye dönüp baktığımda çok güzel haberlere imza attığımı söyleyebilirim. Bu sayede Sabah ve Star gazetelerinden transfer teklifi de almıştım. Ama olmadı. İyi ki de olmamış.
2009 yılında yazı işlerine geçtim. İstemeye istemeye. Adeta ağlaya ağlaya… Politika sayfalarını yapacaktım. Buna ancak 2 yıl dayanabildim. Sonrasında Ekrem Bey’e gidip “Beni kurtarın. Çok mutsuzum. Artık sahaya dönmek istiyorum” dedim. Sağolsun beni anladı, olumlu karşıladı.
Ankara’da çalışmak istedim. 2011 sonunda Ankara Haber Merkezi’nde göreve başladım. Bir kaç ay sonra da başbakanlık muhabirimiz Erdal Şen’in (Kendisi şu an haksız bir şekilde cezaevinde tutuluyor. Bir an önce kurtulması dileğiyle) başka bir gazeteye transfer olmasıyla birlikte onun yerine ben getirildim.
Sanırım bu esnada bir “soru” vakası olacak?
Türkiye beni 12 Şubat 2014 tarihli basın toplantısında Erdoğan’a sorduğum sorularla tanıdı. Halen de “Başbakana soru soran gazeteci”diye anıyorlar. Bu bile Türk demokrasisinin ve basın özgürlüğü seviyesinin içler acısı halini göstermeye yeter. Normal bir demokraside hiç üzerinde durulmayacak bir şeydir. İşini yaptı diye gazeteciye ‘kahraman’ muamelesi yapılıyorsa, Türkiye’nin halini anlatmaya başka örnek gerekmez.
Sonrasında çıkardığım iki kitapla (birini sevgili meslektaşım Ufuk Köroğlu ile birlikte kaleme aldık) biraz daha sürecin göbeğine doğru yerleşmeye başladım. Erdoğan ve Binali Yıldırım, hakkımda davalar açtı. Kitaplarımın toplatılmasını ve baskısının durdurulmasını talep ettiler. Binali Yıldırım ayrıca yargıya başvurarak evime baskın yapılmasını ve elimdeki bütün dijital materyale el konmasını talep etti.
Türkiye’yi ne zaman terkettiniz?
1 Kasım seçimlerine 3 gün kala İpek Medya grubuna el konması, hukukun rafa kaldırılması, kişisel husumetlerle cezalandırmanın bir yol haline gelmesi ve bütün bunların üzerine çok kirli ve kanlı oyunlarla AKP’nin seçimlerden yüzde 50 ile çıkması ile birlikte Türkiye’yi terketme kararı verdim.
Yalçın Akdoğan’ın biyografisini yazıyordum. Üçte ikisini bitirmiştim. Çok da ses getirecek bir çalışmaydı. Fakat gerek Akdoğan’ın gerek AKP’nin içine girdiği süreçle kendi gazetecilik çizgimi bağdaştıramadığım için projeyi rafa kaldırdım. İstesem devam edebilir, bugün de çok farklı bir yerde olabilirdim. Ki kendisi devam etmem konusunda ısrarcıydı. Amma zerre kadar pişmanlığım yok. Bu bilinçli bir seçimdi.
Şu anda neredesiniz ve nelerle meşgulsunuz?
Şu an İsveç’teyim. Yazı yazmaya, araştırmaya, okumaya devam ediyorum. Burada, sürgündeki bazı gazetecilerle birlikte Stockholm Center for Freedom (SCF) isimli bir insan hakları derneği kurduk. Türkiye’deki insan hakkı ihlallerini raporluyor ve haberleştiriyoruz. İngilizce bir sitemiz var, orada yayınlıyoruz. Etnisitesi, cinsiyeti, dini, mezhebi, aidiyeti, kimliğine bakmaksızın şu anda Türkiye’de haksızlığa uğrayan herkesin ve her kesimin sesi olmaya çalışıyoruz. Bu kırmızı çizgimiz.
Bunun dışında tr7/24 için yazılar yazıyorum.
Bir yandan da dil çalışıyorum.
İsveç’ten Türkiye’ye bakıyor musunuz bazen?
Onu hiç sormayın! Buradan görünen manzara içler acısı. Mad Maxfilmindeki gibi bir yer…
Kendi kıyametini yaşamış ve her anlamda çölleşmiş bir toprak…
Çürümüş bir toplum…
Ebedi çıldırma noktasını yakalamış, kendi kendini kirleten, kendi kendine yalanlar söyleyen, bu sayede mutlu, kendinden olmayanı hızla tasfiye edip sınırların dışına atan ve normal insanların artık yaşama şansının tükendiği bir manyaklar çiftliği.
“Ben sizin kurtarıcınızım” diye kükreyen bir adam, bütün bir milleti muhayyel yalancı cennet Valhalla’nın yoluna sokmuş, ve hep birlikte gidiyorlar gündüz gece. Böyle böyle birbirini yiyip eksiltecek bir halk görüyorum orada.
Oldukça ağır ifadeler!
Dahası var.
Hukukun olmadığı, emniyetin kalmadığı, öngörülemezlik ve bilinemezlik girdabında boğuşan, tutanın elinde kalan, yapanın yanına kalan, hırsızlık ve sahtekarlığın cirit attığı bir Çiftlik Bank orası…
Komşunun komşuyu, kardeşin kardeşi ihbar ettiği; toptancıda hamallık işi bulup karın tokluğuna çalışan KHK’lının bile ihbar edilip işten attırıldığı bir muhbirler cehennemi…
Sevginin, merhametin, vicdanın, iz’anın, insafın, empatinin, anlayışın, vefanın terkedip gittiği; kendinden olmayanın ölüsüne sevinen, düğününe üzülenlerin kaldığı bir çeşit kabileler topluluğu.
Hizmet Hareketi’yle münasebetiniz nedir?
Sonuç itibariyle 15 sene Zaman Gazetesi’nde görev yaptım. Her ne kadar bu mesleki bir konumlanmaysa da ve temelden eleştirdiğim bir çok nokta olsa da o zaman zarfında Hizmet Hareketi ile varoluşsal bir problemim olmadı.
Hizmet Hareketi’ni nasıl tanımlıyorsunuz?
İlkokulu bitirmek üzereydim… O zamanlar bilmiyordum ama babamın geceleri uykuları kaçıyormuş… Oturduğumuz köyde ortaokul yok. En yakın ortaokul 15-20 kilometre uzaktaki İskenderun’da.
O zaman köyden şehre düzenli dolmuş da yok. Babam ‘nasıl yapsak’ diye kara kara düşünüyor…
Mezun oldum. O yaz tatilinde bir gün babam, Antakya’daki kendi köyümüze dedemleri ziyarete gidiyor.
Dönüştü köy dolmuşuna bindiğinde arkada iki genç adam kendi aralarında dertli dertli konuşuyor. “Gördün mü hocam kapı kapı gezdik ama şu köyden yurda bir tane bile çocuk bulamadık” diye hayıflanıyorlar. Bu konuşmaya kulak misafiri olan babam heyecanla geriye dönüp “Siz kimsiniz?” diye soruyor. “Biz Fethullah Gülen Hocaefendi’nin talebeleriyiz abi. Hatay’a ilk yurdumuzu açtık. İskenderun’da. Talebe arıyoruz” diyorlar. Babam sevinçle, “Yahu ben de sizi arıyordum.” diyor.
İşte benim için Hizmet Hareketi budur. Anadolu insanını alıp yoğurarak yeni bir fıtrat kazandıran, onu olumlu manada bambaşka bir forma dönüştüren güzel bir inşa hareketi.
En çok da güzel insanlar demek benim için Hizmet Hareketi. Çok ama çok güzel insanlar… Fedakar, alçak gönüllü, tertemiz, sevdalı, başkaları için yaşayan bambaşka insanlar… Sanki bu ülkeye ait değilmişçesine başka insanlar…
Bu konuda söyleyebileceğim çok şey var ama röportajın başka bir yere gitmemesi için bu kadarla yetineyim.
O zaman tam yeri gelmişken sorayım: Hareket’in lideri, Fethullah Gülen hakkındaki düşünceleriniz nedir?
İşte bu inşa hareketinin mimarı. Çığır açan bir lider. Bir bilge. Bir kalp adamı. Kendine ait müstakil bir hayatı olmayan, bundan geçmiş, dertli bir dava insanı. Sadece bu dönemin değil, tarihin en etkili figürlerinden bir tanesi. Fakat hatalarıyla, kusurlarıyla, zaafıyla, etten kemikten bir insan aynı zamanda. “E zaten öyle değil mi, bunu niye söyleme gereği hissettin?” derseniz, şöyle açıklayayım: Onu adeta insanüstü bir mevkie yerleştiren, hatalardan kusurlardan münezzeh gören bir kitle var camiada. Bunu o yüzden vurgulama gereği hissettim.
Hareket’e özellikle son zamanlarda “içeriden” kimi eleştiriler yükseliyor. Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir hakkı teslim etmek gerekir; Türkiye vasatında temayüz etmiş, hele hele İslami sağ bir kökenden neşet eden böyle bir hareket için gelinen nokta çok önemli bir seviyedir. Hatta bu camia için devrim gibi bir olaydır. Çok örneği olmayan bir açılımdır. Şu anda radikal görüşler bile ortaya atılabilmekte ve bu ciddi bir karşılık bulabilmektedir. Cemaat içerisinde önemli bir kitle olgunlukla kendini gözden geçirmekte, özeleştiriler yapmakta, daha fazla insanı sorgulama yapmaya davet etmekte ve sorumluların hesap vermesini istemektedir.
Benim de tecrübem bu yönde. Sözünü ettiğiniz böyle bir kitlenin varlığına şahitlik ediyorum. The Circle’a her gün gelen yüzlerce emailde böyle içten bir özeleştiri, muhasebe var. Aynı zamanda, belirttiğiniz gibi insanların bir kısmında, sorumluluk mevkiindeki kimselerin daha çok öne çıkması ve bir öz muhasebede bulunmaları gibi bir beklenti de var.
Elbette, bu eleştirilerin bir bölümü açık fikirlilikten ziyade canı yanmışlıktan, birilerinden hesap sorma arzusundan kaynaklansa da çoğunluğun çağdaş bir grup içi iletişim kültürüne sahip olduğunu düşünüyorum. Ve bunun yeni bir dip dalgaya tekabül ettiği kanaatindeyim. İşte yeni yapılacak bina, bu arazinin üzerine, bu temelin üzerine kurulmalı kanaatindeyim.
Ben bu açıdan eleştirileri çok önemsiyorum. Bir kere ortada çok ama çok ağır bir hasta var. Önce bunu kabul etmek lazım. Mevcut şartlar içerisinde tedavinin safha safha ve tedrici olması gerektiği düşüncesindeyim. Sonuç itibariyle bu Hareket güzel bir Hareket. Özü, prensipleri, misyonu, mefkuresi harikulade bir Hareket. Mutlaka da var olması, yaşaması, yenilenerek devam etmesi gereken bir Hareket.
Burda hemen araya girerek, peki sizce ne yapılmalı diye sorayım.
Bunun için öncelikle muhakkak bir tedaviye ihtiyaç olduğunu kabul etmeniz gerekir. Ölü taklidi yaparak hastalığı yenemezsiniz. Konsültasyona ihtiyaç var.
Ayrıca da hastalığı tetikleyen nedenlerin önemli bir kısmı hala canlı. Onları da görmek, teşhis edebilmek elzem. Bunlara birazdan geleceğim.
Burda bir kaç noktanın altını çizmek isterim.
Bir; Söyleyeceklerimin hiç biri AKP’yi ve yaptığı sosyal kırımı haklı çıkarmaz, olumlamaz ya da açıklamaz. Onun hesabı ve tartışması apayrı.
İki; özeleştiri çağrısı Türkiye’deki diğer grupların ne yapıp ettiğinden bağımsızdır. Bunu her şeyden önce Cemaat kendisi için yapmalı. Aynı zamanda AKP’nin kaderinden de bağımsız bir ihtiyaç bu. Süreç biter veya bitmez…
AKP gitse bile Camia için bu arınma kaçınılmaz bir gereklilik. Hareket bir yol ayrımında ve bir karar vermesi lazım. “AKP diktatöryası son bulsa bile Hareket eski yöntemleri ve yapısıyla devam etme eğiliminde olursa ben herhangi bir yerinde olmam” diyenler çoğalıyor. Burada en hayati nokta, aşağıdan yukarıya diyalog kanallarının bilinçli olarak kapatılmış olmasıdır. Damarlar tıkalı. Cemaatin en eski ‘ağabey’lerinden Halit Esendir bile size verdiği röportajda “Uzun yıllardır Hocaefendi’ye ulaşamıyorum. Süreç öncesi ve sonrasıhiçbir yazılı veya sözlü düşüncelerimizi ulaştıramadım kendisine… Geniş kapsamlı istişare yapılarak, yol haritası çıkarılması gerekiyor. Sürecin getirdiği sorunların çözümüne yoğunlaşıldığı bahanesiyle, hala yapılmamış olması ciddi bir problemdir. Bu madde Hocaefendi’ye sorulsa şahsi kanaatim her ülke için ayrı ayrı yapılsın ve yol haritası çıkarılsın diyecektir. Ancak ısrarla sorulmak istenmiyor. Çünkü icrada hala görev yapan abiler bunu arzu etmiyorlar” diyorsa, artık burada daha fazla safdil olmaya gerek yok.
Şu anda eleştiri getirenler, başka çaresi kalmadığı için, umudunu kestikleri için konuşuyor. “Madem ki dahili kanallar kapalı, tartışma ortamı yok, o zaman en iyisi susalım, köşemize çekilelim” mi desinler yani?
“Efendim bunun yeri ve platformu var” deniyor.
Neresi orası? Bu görüşü savunanlar zannediyorlar ki bir Agora var, dileyen gidip istediğini söylüyor, orada kim ne derse dinleyen, not alan ve ilgili yerlere taşıyan birileri var. Şu an böyle bir mekanizma görünmüyor. Ne böyle bir kanal açan var ne de buna ihtiyaç duyan… Yukarılarda bir yerdeki hakim görüş şu; “Şu anda en çok ihtiyaç duyulan şey susulması, beklenmesi ve Allah’ın bizi temize çıkaracağı ana kadar sabırla dua edilmesi.”
Peki kimde bunun garantisi var? Ne kadar süreceğini kim, nereden biliyor. “E Hocaefendi bekliyorsa muhakkak bir bildiği var” deniyor. Elbette bu görüşe saygım var ama bunu söyleyenleri yakın geçmişi şöyle bir daha gözden geçirmeye, bazı söylemlere, alınan bazı kararlara objektif bir gözle bakmaya davet ediyorum.
Dolayısıyla artık “Bunlar uluorta konuşulmaz”, “Medya önünde tartışılmamalı”, “Açıktan eleştiri yapılmamalı” görüşleri geçerli görüşler değil bana göre.
Bir de ‘Cemaat açıktan eleştirilemez’ diyen bir kesim var?
O neden! Diğer herkese yönelik eleştiriler açık olmalı, AKP açıktan eleştirilmeli, o açıktan bu açıktan, bir tek Cemaat mi açıktan eleştirilemez? Neden? Ayrıcalığı ne?
İşlenen her bir suç, küçük olsun büyük olsun, hesap sormayı ve vermeyi gerektirir. Bunun lamı-cimi yok. Tartışmaya açık bir konu bile değil bence. Ortada bu kadar büyük bir vebal varken nerede görülmüş hiç hesap sorulmasın, kimse hesap vermesin, konuşulmasın, şikayet edilmesin. Kusura bakmayın, böyle bir dünya yok.
Bu birilerinin tasarrufunda, onlar ister ve lütfederse olur bir mesele değildir.
Eğer hiç konuşulmazsa, şikayet edilmezse, eleştiri yapılmazsa birileri ciddi ciddi bundan memnun olacak. E o zaman camia da AKP’yi eleştirmeyecek, kusura bakmasınlar. AKP’liler de hırsızlık yaparken suç üstü yakalandılar ve yargılanmak istemediler. Hesap vermemek için hukuku ve devlet düzenini yerle bir ettiler. Çünkü onların da sözümona ‘ulvi’ bir davası vardı. “Onlar giderse bu ümmetin hali nice olurdu, devlet çöker, işgale uğrardı… O yüzden de böyle yolsuzluk gibi, hırsızlık gibi herkesin yaptığı, adiyattan şeyler yüzünden iktidarı bırakmak olmazdı…” AKP’lilerin bakış açısı böyleydi. O zaman buna da pekala haklılık payı verebilirsiniz. Sorun şurada ki herkes kendisini biricik görüyor. Sadece Hizmet Hareketi değil, neredeyse bütün camialar kendisini seçilmiş, özel, farklı addediyor.
Bir de şu var: Siz eğer bu sorgulamalara karşı kapıları süngüleyenleri değil de konuşanları yargılarsanız, aslında sizin derdiniz ‘yer ve zaman’ ile değil, bizatihi insanların konuşması iledir. Bu eleştiri getirenlere kızanlar, biraz da “Neden bu kanalları açmıyorsunuz arkadaş? Neden kimseye kulak vermiyorsunuz? Neden sorulara hiç cevap vermiyorsunuz?” diye sesini yükseltse ya…
Hal böyleyken ‘eleştiri olmalı mı olmamalı mı?’, ‘yüzleşmeye ihtiyaç var mı yok mu?’ tartışmasını doğrusu çok gülünç ve tehlikeli buluyorum. Bu ayağına sıkmaktır. En az yaşanan süreç kadar cemaate zarar verebilecek bir bağnazlıktır. Kafasını kuma gömmektir.
Üç kişi bir araya gelse bunları konuşuyor, ama birisi kamuoyu önünde açıktan konuştuğunda, yazdığında otomatik direnç gösterenler çıkıyor.
Camia içerisinde bir grup insan var ki eleştiriye alerjik ve tiksinti ile bakıyor. Konuşanları cahil, sığ, hovarda, çilesiz, dertsiz, nefisperest gençler olarak görüyor. Sözgelimi bu röportajdan sonra bana, “Bunun da zaten tipi, tip değildi. Bir yamukluk olduğu belliydi. Asıl tehlikeli olanlar bunlar. Sanki içimizdenmiş gibi uzun süre konuşurlar, herkesin duygularına tercümanmış gibi sureti haktan yazılar yazarlar, güven kazanırlar, sonra da yumurtadan çıkan civciv gibi zamanı geldiğinde öyle şeyler söylerler ki bütün saf dimağları mefluç eder, zihinleri bulandırır, darmadağın ederler. Bunlar kriptolardır, kozmik adamlardır” diyecek bir kafa var. Dediler de nitekim.
Ben şunu anlamıyorum; hem küresel bir hareketim diyeceksin hem de kapalı grup refleksleri sergileyeceksin. Olmaz bu. Hem eğitimli bir hareketim deyip, diyalogdan söz edip de diyalogdan kaçmak olmaz. Kendi içindekilerle diyalog kurmadan dışarı ile de diyalog kuramazsınız.
Kimi insanların yaklaşımlarını görünce şöyle diyorum: Bu eleştiri ne büyük bir belaymış ya hu!
O kadar büyük bir kötülükmüş ki eleştiri, yozlaşmaktan da kötüymüş. Araçları amaç haline getirmekten de ilkelerden uzaklaşıp kendi güç mücadelesinin peşine düşmekten de bulunduğu makamı keyfi nasıl isterse öyle yönetmekten de kötüymüş. MİT’e angaje olmaktan da camiaya kumpas kurmaktan da tuzağa düşürmekten de kötüymüş. Camiayı arkasına alıp kendi iktidar mücadelesini vermekten de samimiyetsizlikleri, iki yüzlülükleri üretmekten de daha kötüymüş. Çünkü sözünü ettiğim bu kimi insanlar, eleştiriye tepki verdiği kadar şu kötü tabloya tepki vermiyor. Demek ki bütün bunlar, eleştirinin yol çacağı hasarlardan daha küçük, daha önemsiz, daha değersiz şeyler.
Bütün suç eleştirenlerin, soru soranların!
Evet, En kötüsü ise bunları dile getirmek, eleştirmekmiş…
“Hayır kardeşim, kimse size eleştirmeyin demiyor. Eleştirin ama şimdi değil. İçeride bu kadar insan zulüm görürken cemaati eleştirmeye ne gerek var!” deniyor.
Bir kere bu görüş, içerideki herkesin bu tartışmadan rahatsız olduğu varsayımına dayanmaktır. Bunu söyleyenler zannediyor ki içeride şu an bu tartışma, bir sorgulama yok. Halbuki bu tartışma, sorgulama bugün cezaevlerinde de var, tutuklu ailelerinde de… Çok ciddi bir sorgulama var.
Eleştirideki ‘zamanlama’ ile ilgili tek tek ve basit sorular soracağım.
Bir; peki ne zaman eleştiri yapılır?
İki; bunun zamanlamasını kim tayin ediyor?
Dün güçlü iken eleştiri yapılabiliyor muydu? Son bir yılda kaç tane mesaj aldım, “Bizde istişareler artık işlevini yitirmişti. ‘Bana düşünen adam lazım değil, itaat edip uygulayan adam lazım. Buraya gelirken beyninizi dışarıda bırakıp gelin’ diyen adamlar vardı” ya da “Bazı noktalarda itiraz ettiğim için, ‘Sen artık istişarelere gelme, buradakilerin zihnini karıştırıyorsun’ denilerek uzaklaştırıldım” şeklinde…
Yani kısacası, dün eleştiri yapılamıyordu.
Gelelim bugüne… Tamam bugün de devam eden süreç ve içerideki mağdurlar için susuldu…
Peki yarın?
Gelelim yarına…
Bir kere yarının ne olacağını bilmiyoruz. Kaba hatlarıyla ihtimalleri ikiye indirgeyelim:
1- Süreç Cemaat’in lehine bitti diyelim. Bu sefer de “Arkadaşlar ne yaşandıysa yaşandı. Tarifi kabil olmayan acılar çekildi. Herkes büyük bedeller ödedi. Ama Allah’a hamdolsun bu imtihandan da sapasağlam çıktık. Şimdi yeni hizmetlere odaklanma ve yepyeni ufuklara koşma zamanı. Geçmişi kurcalamanın, yarayı tekrar tekrar kanatmanın kimseye bir faydası yok. Zaten herkes kendi muhasebesini yaptı, dersler çıkarıldı. İlgili kişiler, gerekli tasfiyeleri de yaptı. Bundan sonra geçmişin hesabını sormaya kalkmak hem bizim enerjimizi düşürecek hem de eski yaraları yeniden kanatacaktır. Hala hesaplaşma isteyen bu saatten sonra bu davaya ihanet eder.” denmeyecek mi? Bu kafa ile gidilirse yüzde yüz denecek.
2- Süreç hiç bitmedi veya cemaatin memnun olmayacağı bir noktaya evrildi diyelim… Bu durumda da bugün ‘Bir susun artık, yeter! Neden eleştirip duruyorsunuz!’ diyenlerin en fazla bağıran çağıranlar olduğunu görmeye başlamanız yüksek ihtimaldir. Bunların bir çoğu kalkıp diyecek ki ‘O dönemde neden sustunuz? Neden bize doğru yolu göstermediniz? Neden bildiklerinizi sakladınız?’ Çünkü 17 Aralık öncesine dair hemen herkes, gazetecilere, akademisyenlere bu haklı serzenişte bulunuyor şimdi. O zaman konuşmaya, bildiklerini anlatmaya kalkanı ‘Ergenekoncu, Ulusalcı, Kızıl Elmacı’ ilan etmesi an meselesi olan insanlar, sonradan kalkıp “O zaman niye sustunuz!” diye hesap sordu. Şimdi aynı insanlar bu kez, “Niye eleştiriyorsunuz? Susun” diyor. Ve maalesef yine bunların çoğu yarın “Niye konuşmadınız” demesi mukadder olan insanlar.
Ve şundan emin miyiz; ya bu hesaplaşma ve arınma olmadan süreç hiç bitmeyecekse?.. Sürecin bitmesi, bu camianın kendi iradesiyle kendi bağırsaklarını temizleyip, hastalıklarını tedavi edip sapasağlam ayağa kalkmasına bağlıysa?.. Peki tartışma, konuşma olmadan bu mümkün müdür?
Kimler hatırlar bilmiyorum ama Abdullah Gül, KHK ile ilgili azıcık ucundan eleştiri yaptığında AKP Sözcüsü Mahir Ünal, “Medya üzerinden konuşuyor olması üzücüdür. Bir ahlak olarak AK Partili olmak birbiriyle medya üzerinden konuşmamaktır. İstişare ile yürütmektir” demişti.
AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş da “Dostlarımız da maalesef artık televizyon, sosyal medya yoluyla bizimle haberleşmeye başlıyorlar. Evin içindeki bir meseleyi, ailenin parçasıysan, ailenin bir üyesiysen, aile ile ilgili meseleyi ortaklıkta konuşmayacaksın” diye tepki göstermişti. Tipik İslami camia refleksleri. Tipik kapalı grup tepkileri. Bu açıklamalar yapıldığında Ünal’ı ve Elitaş’ı ti’ye alan bir cemaat mensubunun şimdi iç eleştirilere karşı “Uluorta olmaz bunlar” diye kızması ne derece isabetli olur, takdirinize bırakıyorum.
Cemaat içinde AKP tabanı için söylediklerinin aynısını yapan, aynı refleksleri gösteren dar bir kesim var. Gazetecilerden, aydınlardan AKP’yi en küçük kuarklarına kadar eleştirmesini, her şeyini sorgulamasını, lafını budaktan esirgemeden dobra dobra tenkitler yöneltmesini ama Hizmet’le ilgili en ufak bir eleştiri dahi getirmemesini istiyor.
Neden?
Burda üç şık var:
1- Hizmet asla yanlış yapmaz
2- Yapsa da eleştirilmez
3- Eleştirilecekse de şimdi zamanı değil.
Hangisi?
Böyle sorarsan hemen şu geliyor peşinden, “Hayır canım, tabi ki yanlışlar var. Hatasızlık Allah’a mahsustur.” Ee? Ee’si şu; “Şimdi zamanı mı? Burası yeri mi? Bunları zamanında niye söylemedin de şimdi konuşuyorsun?”, “İsim ve isim…”
Bunların tamamı, aslında “Eleştirmeyin” diyememenin farklı tezahürleri. Doğrudan “Kurcalamayın” diyemeyenlerin sarıldığı gerekçeler bunlar. Kaldı ki az önce de altını çizdiğim gibi, sanki şu an kapalı devre bunları konuşacak platformlar var da ya da o ortamlar sağlanmış da bu insanlar kendini tatmin etmek için tenkitler savuruyormuş gibi… Ki ben, bu imkan sunulsa bile artık kapalı devre iletişimin doğru olmadığını, her şeyin kamuoyunun gözleri önünde şeffaf bir şekilde konuşulması gerektiğini düşünenlerdenim.
Şöyle bir dönemde, şu çağda hala ‘İçeriden eleştiri yapılmalı mı yapılmamalı mı? Hatalarla yüzleşilmeli yüzleşilmemeli mi?’yi tartışan bir hareket, kendini gülünç hale getirir. Hesap vermeyen ve vermemesi de bizatihi bazı takipçileri tarafından salık verilen bir hareket, başkalarına da bir hizmet götüremez. Götürse de uzun vadeli olmaz.
Birine, “Türkiye’de yediği ölümcül darbeden sonra cemaate bir de global olarak zarar ver” desen herhalde ödev listesindeki maddelerden biri, “Farklı görüşlerin önünü tıka, eleştiri getirmek isteyenlere dayak at” olurdu. Şu an bütün dünya Hizmet Hareketi’ni izliyor. Ne tür refleksler verdiğine bakıyor. Erdoğan’a duyulan nefret ile Hareket’e tanınan kredi birbirine karıştırılmamalı. Ve bu sonsuz bir kredi değil. O yüzden Hareket bu süreci çok iyi değerlendirmek zorunda.
Dikkat çekmek istediğim bir başka husus da şu:
Bazı insanlar, ‘tenkitçi’ diye tezyif etmeye çalıştığı kişilerin parmak bastığı, son derece acıklı kabahatlerin varlığına üzülmüyor, bunun dile getirilmesine üzüldüğü kadar…
Üzülse, onların konuşulmamasını değil, bilakis “Eğer bu doğruysa, benim bundan daha büyük meselem olamaz ki. Bana ne elalemin hatalarından, günahlarından. Benim önce kendi bünyemdeki virüsle mücadele etmem lazım” der. Sorsan bir çok kişi, “Evet bu eleştirenlerin sözlerinin çoğuna katılıyorum ama…” diye başlıyor.
Hem bunların doğruluğunu kabul edeceksin hem de bunların varlığı değil, konuşulması seni perişan edecek. Burada bir tuhaflık yok mu?Adama, “Bak vücudunda tümör oluşmuş” ya da hadi o çok sevilen benzetme ile söyleyeyim “Koynunda akrep var” diyorsun, adam “Sana ne kardeşim, akrep benim değil mi, sever de sokar da” diye cevap veriyor. Yani söyledikleri bu kapıya çıkıyor.
“Bunu niye konuşuyorsun? Niye açık ediyorsun” diye seni yadırgıyor. Ama aynı adam 17-25 Aralık sürecinde AKP karşısındaki Hizmet’in pozisyonunu savunurken, “Koynunda akrep var dedik diye bize cezalandırmaya kalkıyor” diye eleştiriyordu. Bu anlayışa göre, sorgulanmak, hesap vermek, kendine çekidüzen vermek cemaat dışındaki kurumlar ya da camialar için var edilmiş müesseseler.
Bazıları bir kere ‘hastalığı’ bile kabul etmiyor. “Cemaatin bir hatası, kusuru yok” diyor. Bakın şu fikre katılıyorum; bunların tamamı cemaatin suçları yüzünden başına gelen şeyler değil. Bu süreç, bizatihi cemaatin varlığından kaynaklı bir süreç. Buna itirazım yok. Evet, cemaatin başına gelenler belki yine gelecekti ama şiddeti, yöntemi, taraftar bulduğu zeminin genişliği, nefretin dozajı yine böyle mi olacaktı acaba? Bunların birbirinden ayrı olduğu noktalar olduğu gibi kesişim kümeleri de var. Her ikisine de kafa yormak lazım.
“Teşhis koymadan tedaviye yeltenmek…”, “Tedavi olmadan da iyileşmeyi beklemek…”
Bazı insanlar şu anda tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Tıp tarihinde bir ilk. Bu kadar büyük bir enkazın altında kalacaksın ama sadece depremi suçlayacaksın… Zaten deprem kuşağında yaşamıyor muyuz? Bu depremin geleceği muhakkak değil mi? Bunu yıllardır biliyor, konuşuyorsun ama önlem almak yerine binayı daha da zayıflatacak şekilde yaşıyorsun. Neden? Çünkü cemaatin şu an içine hapsolduğu problem, bizatihi kendinden kaynaklı sistemik bir problem de ondan. Bunu birazdan açacağım. Buna dair söyleyeceğim çok şey var. Şimdilik bunu not düşüp devam edeyim…
Kendi kendini kandırmanın lüzumu yok. Ortada büyük bir travma var. Cemaat’in üzerine kurulu bulunduğu en önemli kolonlardan biri olan ‘güven’, ‘itimad’ tuz-buz… Hem içerideki bireylerin birbirine güvenleri anlamında, hem de dışarısının cemaate eskiden duyduğu güvenin yok olması anlamında söylüyorum.
“Bu süreç bitene kadar mağdurlar için koşturmaya, elimden gelen gayreti sergilemeye devam edeceğim. Ama sonra… Süreç bittikten sonra ben yokum” diyen onlarca insan tanıyorum şu günlerde. Neden? Bu çok büyük bir rahatsızlığa işaret değil mi? Ortada konuşulması gereken önemli bir problemin varlığına delalet etmiyor mu?
Yukarıda sözünü ettiğim eleştiriye tahammülü olmayan bir kesimde, hataları adeta bir kutsiyet çeperine alma gibi tuhaf bir yaklaşım da gözlemliyorum. Yanlışları kutsal hadiselerle veya menkıbelerle izah etme gibi bir eğilim var. Neredeyse kutsayacak.
Bazen diyorum ki “İyi ki İslam tarihinde Uhud savaşı olmuş, yoksa bazı insanlar ne yapacakmış acaba”… Sen nasıl bir akılcı itiraz yöneltirsen yönelt biri karşına geçip Uhud Savaşı’ndan, Okçular Tepesi’nden yaklaşıyor. Orada söz bitiyor. Sanki 1500 yıl boyunca tarihte başka hiç bir örnek, başka hiç bir ibret alınacak hadise, örnek vak’a yaşanmamış… Sanki tarih Peygamber Efendimiz’den sonra doğrudan Hizmet Hareketi’nin doğduğu yıllara sıçrıyor. Arada 15 yüzyıllık kocaman bir boşluk var. E o zaman bir sahabenin Hz. Ömer’den kamusal alanda, cuma namazında, ulu orta, açıktan hesap sorabilmesini niye kendine örnek almıyorsun?
Bunları anlatırken iyi anlatıyorsun da uygulamaya gelince bu kısmını hep es geçiyorsun. O sahabeye bu imkanı tanıyan, hesap sorması halinde başına bir şey gelmeyeceği güvenini veren, ona bu emniyet duygusunu yaşatan Halife, senin dünyanda bir yere sahip değil mi? O sırada camide bulunan cemaatten birileri de ayağa kalkıp o kişiyi susturmaya çalışmış mı? Onu fitneci ilan etmiş mi? ‘Git Halife ile evinde konuş mübarek, ne diye bunu açıktan yapıyorsun?’ mu demiş? Hayır. Tam tersine bunun açıktan olmasının şöyle başka bir hayati fonksiyonu var; ola ki orada aynı sorunun hamili başka insanlar da vardır, bir şeyler içini kemirip duruyordur ama sormaya cesaret edemiyordur; o bir kişi sayesinde bütün bir topluluğun zihnini kemiren sorular cevap bulur. İçi rahat eder. Fitne başlamadan yok olur.
İşin bu yönünü zaten soruyu soran da, soruya muhatap olan da, bu diyaloğa şehadet edenler de bildiği için soran kişiye herhangi bir ayıplama olmaz. O yüzden şu anda gösterilen abuk subuk tepkilerin hiç birini o sahnede göremezsiniz.
Sorulardan kim korkar?
Veremeyecek cevabı olanlar. Konuşulması halinde bir açığının aşikar olacağı endişesi taşıyanlar. Peki ya hiç bir şekilde bu hatalarda dahli olmayan, hatta bunlardan zarar gören insanlar ne diye karşı çıkar ki buna? Bunların çoğu, cemaat mensubiyetini yegane kimlik haline getirmiş, ona yönelecek her bir eleştiriyi şahsına yapılmış bir saldırı gibi algılayan ya da camianın bünyesinde açılacak bir boşluk ile kendi dünyası darmadağın olacak, bir daha toparlayamayacak olan insanlardır. O yüzden konuşulmasını dahi istemiyor. Bundan dolayı diyorum bu tedavinin safha safha olması gerekir diye… Bu da bir sosyolojidir neticede. Bunu yok sayamazsınız.
Tamam, kabul ediyorum, çokları kendi mahreminden daha muazzez tuttu Hizmet’in mahremini. O yüzden de şimdi böyle açıktan örselenmesine, incitilmesine, tabiri caizse ‘hoyrat ellerce’ kırılıp dökülmesine gönlü el vermiyor. Açıktan eleştirilmesine, sanki kendi namusuna dil uzatılıyormuşçasına tepki veriyor. Fakat bugün itibariyle mevcut arızaların çözülmemesi halinde bu psikolojinin, sevdiği birinin cesedini aylarca buzdolabında saklayan bir adamın ruh haline dönüşme potansiyeli var. Eğer gerçekten seviyorsan, bırak bu hasta tedavi edilsin. Nazar eden her gözü kem göz, uzanan her eli de namahrem eli olarak görmekten vazgeç.
Ayrıca da “Din eşittir Hizmet” veya “Hizmet eşittir din” anlayışından da kurtulmak gerekir. Konuşurken tabi ki kimse bu cümleyi kurmuyor ama yapılıp edilene bakıyorum, çoğu bu manaya geliyor. Nitekim Ahmet Kurucan Bey’in, “Siz siz olun İslamı Hizmet üzerinden de okumayın. Hizmet, Din olmadığı gibi, Din de Hizmet ve Hizmetten ibaret değildir. Tıpkı siyasetin Din, Dinin de siyaset ve siyasetten ibaret olmadığı gibi”şeklindeki tweet’i de bu soruna işaret ediyor.
Eleştiri tartışmaları, eleştirel düşünme hakkında söyledikleriniz fevkalade çarpıcı.
Bunun dışında sizin Hareket’e yönelttiğiniz eleştiriler var mı?
Evet var. Fakat şunu önemle dile getirmem gerek. Burada konuştuklarımız, şu an Türkiye’de yaşanan sürecin sadece tek parçası. Diğer ve daha büyük parça AKP’ye ilişkin. Onu zaten her zamar yazıyor, yorumlamaya çalışıyorum. Yazmaya da devam edeceğim. Fakat burada spesifik olarak Cemaat’i konuştuğumuz için ister istemez bu eleştiri konularına odaklanıyoruz. Bu da sanki bütün suç cemaatteymiş gibi ya da herkes temizmiş de bir tek Cemaat’te problem varmış gibi bir algı oluşuyor. Bu doğru değil. Ahmet Şık’ın tabiriyle bu devlet ‘seri katil’ bir devlet. Geçmişte ona hakim olanların da eli kanlıdır. Cemaat bunlarla kıyas bile kabul edilmeyecek kadar temizdir. Fakat giydiği kıyafet bu lekeyi kaldırmadığı için derhal leke çözücü kullanmalıdır. “Hadi yıkan” diyenlere de dayak atmamalıdır. Ya bu kıyafeti çıkarmalı ya da üzerine kir bulaştığında da temizlemelidir. İkisi bir arada olmuyor.
Şimdi sorunuza geliyorum. Buna cevap verirken Ahmet Altan’ın AKP için yaptığı bir benzetmeyi hatırlatacağım. 17 Aralık’tan sonraki süreçte bir televizyon canlı yayınında Ahmet Altan, mealen şunları söylemişti: “AKP sayesinde demokrasimizin defolarını gördük. Lastiğin patlak yerini bulmak için suya sokarlar ya, bu süreçte AKP’nin yaptıkları da bize demokrasimizin nerelerinde eksik var, yırtık var, delik var gösterdi. AKP sonrası dönemde bu deliklere bakarak demokrasimizi yeniden sağlamlaştıracağız.”
Ben bu benzetmenin Cemaat için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu süreç, nerelerde defo olduğunu ayan beyan gösterdi. Özellikle 15 Temmuz, çok öğretici oldu. Ben bugün eleştirdiğim bazı konularda bir kaç yıl önce farklı düşünüyordum, açık söyleyeyim. Çünkü lastik henüz bu sulara girmemişti. Fakat hadiseler cereyan ettikçe ve ben bir gazeteci olarak başta 15 Temmuz olmak üzere yakın geçmişte yaşanan bazı olayların perde arkasını araştırdıkça yepyeni şeyler öğrenmeye başladım. Bugün bu röportajda dile getirdiğim görüşlerimin çoğu 15 Temmuz sonrası şekillendi. Bir kısmı eskiden beri sahip olduğum ve dillendirdiğim görüşler, bazıları da son süreçte araştırmalarımla sahip olduğum bilgiler neticesinde ürettiğim fikirler.
Her zaman şöyle düşünürüm; bilmekle bilmemek arasına kainat sığar. Siz bir şeyi bilmiyorken o konuda belli fikirleriniz vardır ama tecrübe ettikten sonra veya bildikten sonra bambaşka bir yere gelirsiniz. Ve bildikten sonra da tavırlarınızda, hadiselere yaklaşımınızda bir değişiklik olmuyorsa sizde bir problem var demektir.
Bu, lastiğin suya girmesidir. O şeyi tecrübe etmektir. Kağıt üzerinde gayet sempatik duran bir şey, pratikte tel tel dökülebilir. Hizmet Hareketi’nin kurduğu sistem, yakın tarihte çeşitli açılardan tecrübe edildi. Yani lastik suya sokuldu. Ve ortaya çıkan manzara pek iç açıcı değil. Burada kastettiğim şey, Emre Uslu’nun “Prensiplere evet, process’e hayır” diye özetlediği durum.
Bu süreci iki farklı yüzü olan bir madalyon gibi düşünelim. Bir tarafta, cemaat yerinde sabit olsa ve hiç bir yanlışa bulaşmasa bile (hatta sırf bundan dolayı daha büyük bir kararlılıkla) imha edilmesi planı var. Diğer tarafta ise bunu kolaylaştıran, cemaatin kendi zaafiyetleri var. Sistemik problemler. Ağır ve çözülmesi zor, kronik problemler. İşte o zaafiyetleri doğuran ana etkenlerle bugün gereğinin yapılmasını engelleyen başlıca faktörlerin aynı kaynaktan beslendiğini, kısacası sistemik olduğunu düşünüyorum.
Biraz daha açayım: Hizmet Hareketi’ni Hizmet Hareketi yapan, bu kadar büyümesini, güçlenmesini sağlayan bazı hususiyetlerin ve yöntemlerin bugün paradoksal bir biçimde ayağına bağ, sırtına kambur haline geldiği kanaatindeyim. Kastettiğim hususiyetler; bazı kişilerde bir rükn halini alan yüzde yüz itaat, sorgulamadan yapma ve bunu besleyen diğer yan kodlamalar…
Ne gibi mesela; değişik kaynaklardan beslenmeye ket vurma, okumamayı ayıplamama ve farklı olmayı ayıp sayma gibi… Kastettiğim yöntemler ise şunlar; sözde bir denetime tabi olup da aslında hiç kimseye hesap vermeyen abilik müessesesi, denge ve denetimden azade gölge bir yapılanma kurulması, bazı ‘abilerin’ dışarıdan devlet yönetmeye soyunması, kapalı devre kararlar alması, kimi yerlerde meşru olmayan yöntemlerin dahi amaç için mübah görülür hale gelmesi, bütçenin denetlenebilir olmaması vs.
“Türkiye’ye özgü şartlar” nedeniyle müracaat edilen ve bir dönem için belki gerekli olan bu yapılanmanın, belli bir seviyede bizzat cemaatin kendisi tarafından feshedilmesi ve yeni bir formata geçilmesi gerekiyordu. Çünkü sistem, kurulduğu dönemin ağır vesayet koşulları altında hep gizli kalmaya, kendini belli etmemeye kurgulanmış bir format. AKP’nin iktidar olması ve onunla gizli bir koalisyon kurulması ile birlikte bu sistem ‘yöneten’ tarafına geçmeyi ilk kez test etti. Bu yeni bir tecrübeydi. Lastiği suya sokup bakması gerekenler bunu yapmadı. Çünkü işler iyi gidiyordu. Bir yerlerde gruplaşmalar, çıkar birliktelikleri kurulmaya başlandı. Cemaatin üst tarafında bir grup, kendi oligarşisini kurdu. Birileri kendini bakanlardan daha forslu, belediye başkanlarından daha güçlü görüyordu. Bazıları kendini emniyet müdürü, bazıları da general zannetmeye başladı. Bu bahsettiklerim hep siviller. ‘Abi’ler yani… Subjektif kriterlerle belli görevlere gelip kimseye hesap vermeden, hiç bir denetime tabi olmadan sınırsız güç elde etmeye başladılar. Dolayısıyla bu makamları bırakmak istememeler başladı.
Güç birilerini sarhoş etti. Ergenekon tasfiyeleri ile birlikte bu duygu tavan yaptı. Artık ‘devleti biz yönetiyoruz’ algısı oluştu. Halbuki “Yanlış yapıyorsunuz. Bu devlet tarih boyunca hiç bir zaman kendini tek bir güce teslim etmemiştir. Siz tek başınıza her şeye sahip olmak istiyorsunuz. Dikkatli olun, bu yol, yol değil.” diye uyarılar geliyordu. Dinlemediler.
Ben devletçi bir insan değilim. Hele artık hiç değilim. Fakat böyle bir yapılanmayı hiç bir devlet, hiç bir hükümet kabul etmez. Bırakın iktidarları, siyasi partileri; hizmetin kendi kurumlarını yöneten kimi insanlar bile yeri geldi bu yapılanmayı kabul etmediler. Kendi yönettikleri Hizmet kurumlarında, ‘Bölge’ diye tabir edilen birimin müdahalelerini reddedenler çıktı. “Burayı siz mi yönetiyorsunuz kardeşim, ben mi! Herkes kendi işine baksın!” diyerek net bir şekilde araya duvar örenler çıktı. Kendi içinde de haklıydı. Siz cemaatin bir kurumu olarak cemaatin bizatihi hiyerarşik yapılanması içerisinde yer alan ama yasallığı ve görünürlüğü olmayan ‘bölge’yi adeta bir vesayet organı gibi görüp kendi işinize sokmazken, siyasi iktidarlardan veya kamu kurumlarından buna ‘Evet’ demesini mi bekliyorsunuz?
“Ben problemlerin çoğunun sistemin kendisinden kaynaklandığını düşünüyorum” derken bunları kastediyorum. Evet bireylerin, insanların hataları var ama iddiam o ki; ‘icra’ diye tabir edilen noktalardaki insanların tamamını görevden alın, yerlerine de bugün en çok eleştirenleri getirin ben neticenin çok fazla değişmeyeceği görüşündeyim. Bu sistem değişmeden bugün süreç bitse, hatta 50 kere baştan başlansa bile 50’sinde de duvara toslar diye düşünüyorum.
Özellikle AKP ile yakınlaşılan dönemde iktidarın her türlü nimetlerine ortak olunmaya başlandığı dönemde bu yozlaşma farkedilebilmeliydi. Çünkü güç, mutlak yozlaştırır. Kim olursa olsun. İşte görüyorsunuz, bütün demokratik siyasal sistemler iktidarın sınırlandırılması, dengelenmesi ve denetlenmesi üzerine kurulu.
İnsanlığın yüzlerce yıllık acı tecrübeleri üzerine ulaşılmış seviye bu. “Demokrasiden geriye dönüş yok” deyip antidemokratik bir sistemi savunursanız size kimse inanmaz. Bu gerekli reform yapılamadı. Yapılamamasının sebebi de yine kurulan sistemin kendisi. Birincisi, az önce bahsettiğim modelde derin okumalar yapabilen, bilgi felsefesi ve tarih felsefesi ile bakıp süreçlerin gidişatını analiz edebilen, devleti tanıyan, yönetim modellerini bilen, çapraz sorgulamalar yapabilen, farklı insanları dinleyip bir yol haritası çıkarabilen insanlar söz sahibi olamıyor.
En büyük özelliği ‘itaat’ olan kişileri belli kritik yerlere getirirseniz, onlar da kendi yetersizlikleri nedeniyle altlarında veya çevrelerinde kendilerinden daha iyileri görmek istemezler. Bu da bir kısırdöngü oluşturur. Gidişatı okuyamaz, gerekli analizleri yapamazsınız. Bu da bir körlüğe yol açar.
Ayrıca normal şartlarda önünden geçerken ceketini ilikleyeceği adamların üstünde konumlara sahip olan, zamanla bu işi seven, gücün tadını alan, nüfuz elde eden insanlardan siz bu makamları, bu düzeneği fesh etmesini bekliyorsunuz.
Bu noktada röportajın başında Hizmet Hareketi’nin ne olduğuna ilişkin sorunuza geri dönüyorum. “Bu bir inşa hareketidir” demiştim. En başta da insanın inşası geliyordu. Bütün dini, felsefi, ezoterik yapılarda vardır bu; insan-ı kamil olma. Cemaat bunu çok büyük oranda başarmıştı. Fakat bu noktada karşısına bizzat yaradılıştan gelen ve doğanın kanunlarından biri olan çok büyük bir imtihan çıktı. Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi mutlak gücü temsil eden yüzük başa bela oldu. Hizmet’in asıl başarısının test edileceği, sınanacağı alandı burası… Aynı temayı Star Wars’ta da görürsünüz. Bir çok kitaplara, filmlere konu olmuştur. Bir Jedi iken, bir Darth Vader’a dönüşebilirsiniz. İşte cemaatin bana göre en büyük başarısızlığı, bu imtihandan yüzünün akıyla çıkamamasıdır.
Bazı şeyleri karıştırmayalım; burada söz konusu olan imtihan Van’daki dershane öğretmeninin ya da Amerika’daki esnafın imtihanı değil. Ankara’da devletle kurulan münasebetlerdeki imtihanı kastediyorum. Dikkat ederseniz deminden beri aslında küçük bir gruptan bahsediyoruz. Cemaatin yüzde 90’ı Allah rızası için bir yerlerde koştururken Ankara’da çeşitli münasebetlerde bulunan 50-100 kişinin güçle imtihanı asıl belirleyici oluyor. İşte o grup içinden 5-10 kişinin yüzüğe yenik düşmesinin, yüzbinlerce insanın içinde olduğu bir camiayı uçurumdan yuvarlayabilmesidir anlatmaya çalıştığım, sistem sorunun ta kendisi.
“E ne yapalım, insanın olduğu yerde bunlar olur” denebilir. Buna karşılık, “Kuracağınız sistem, insan faktörünü göz önünde bulundurarak onu bu tür imtihanlarla mümkün olduğunca az baş başa bırakmalıdır.” görüşüne katılıyorum. Bunun yolu da yasallaşmaktan, resmileşmekten, denetlenebilir ve hesap verebilir olmaktan geçiyor.
Adamın birinin veya adamların bir kısmının hesap hatası yüzünden şu an binlerce insan zulüm görüyor. Cemaat’ten birilerine soruyorum, “Falanca konuda hesap sorulan kimse oldu mu?” diye, “Biliyorsun bizim yapıda öyle bir müessese yok” diyor. Kusura bakma da o zaman senin kurduğun sistemin yapı taşlarında bir sorun var.
Her alanda sistemli bir şekilde organizasyonunu kurmuş bir yapı ama resmi yetkisi ve sorumluluğu olmayan makamlardan oluşuyor. Denetim ve ceza sistemi yok. Nasıl olacak ki zaten? Denetici neye göre denetleyecek? Hangi yetkiyle? Ayrıca denetim nasıl olacak? Denetçinin yaptırım gücü veya ceza verme yetkisi mi var? Ayrı bir mahkeme sistemi kuramayacağınıza göre? Ayrıca ne cezası vereceksiniz? Vereceğiniz en ağır ceza ne olabilir? Bir kişi hatasıyla yüzbinlerce insanın hayatıyla oynamışsa cezası ne olacak? Siz devlet değilsiniz ki hakettiği cezayı veresiniz. O yüzden diyorum işte bu sistemik bir problem diye.
Sistemden kaynaklı bir diğer önemli arıza, bugün işte tam da bu röportajların yapılmasına neden olan arızadır. Böylesine ağır sosyolojik travmaları atlatmanın önemli yollarından biri bol bol fikir üretmektir.Bol bol tartışmak, yeni yöntemler geliştirmek, fikirler üretmek, yeni yol haritaları çizmek ve eylem planları ilan etmektir. Ancak bunun için her şeyden önce düşünen adamlara, analitik zekalara, birikimli insanlara müracaat etmeye, donanımlı insanların konuşması için ortam oluşturmaya ihtiyaç vardır. Fakat sorun şurada ki şimdiye kadar formatladığınız insan modeli, buna pek uymuyor.
Bir tarafta çok renkli bir insan profili var. Sadece dini cemaatlerde değil, Türkiye’deki bir çok sol grupta dahi olmayan kalitede insan profilleri var. Zannedildiğinin aksine bu gençlerin büyük çoğunluğu özgürce varlığını devam ettiriyor. Fakat bir yandan da onlara gazete okumayı bile yasaklayan, “Neden Türk Edebiyatı Vakfı’nın çarşamba sohbetlerine gidiyorsun?” diye hesap sorabilen ‘abiler’ çıkabiliyor.
Cemaat bir eğitim hareketi, dikkatinizi çekerim. Bir yandan eğitime yatırım yaptı, insanlar yetiştirdi ama öte yandan da onların mümkün olduğunca aynı düşünen, çok itaat eden insanlar olmasını tercih eden bir kafa türedi. Neticede ortaya bir sığlık problemi çıktı.
Eğer bu tavır devam edecekse, bu noktada artık bireylere de kendi bulunduğu yeri gözden geçirme ve tayin etme hakkı doğuyor.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Şimdi eleştiri getiren kimi insanların söylediklerine bir de şu gözle bakılmasını rica ediyorum. Konuşan kişinin arkaplanını, geçmişte nerelerde ne kavgalar verdiğini, hangi platformlarda hangi meseleler yüzünden tartıştığını, kimlere ne raporlar sunduğunu bilmeden “Daha önce niye bunları söylemediniz?” veya “Şimdi işler kötü gidince konuşmaya başladınız” diye karşı çıkmak doğru değil. Aslında bilmiyorlar ki bu insanların çoğu geçmişte de benzer eleştiriler yöneltiyordu. Çünkü kamuoyu önünde değil, kapalı kapılar arkasında yapmışlardı. Şimdi bunun pişmanlığını yaşıyorlar. “Bu insan ne söylüyor? Acaba dedikleri doğru olabilir mi? Acaba nelerle karşılaştı, neleri tecrübe etti, ne tür bilgilere sahip?” diye düşünülmesi işleri kolaylaştıracaktır.
Hataların, yanlışların aynen devam ettiğini söylediniz. Biraz daha açar mınız?
Zaten hadisenin nirengisi burası. Bu yanlışlar hala devam ediyor. Hala Hareket’e zarar verme, yeni 15 Temmuz’lara yol açma potansiyeli taşıyor. Bir yerde yaşanmış ve kesilmiş değil. “Aman susun”, “Eleştirmeyin”, “Konuşmayın” diyenler keşke neye arka çıktıklarını da bilseler.
Bakın bugün bile x ülkede, x adam, sırf yüzüne doğruları söyledi diye bir kardeşini fitneci ilan edip onu hiçliğe mahkum ediyorsa ve bu durum ilgililerce bilindiği halde kimse yukarıya götürmüyorsa, bu mekanizmalar tıkanmışsa daha neyin korumacılığını yapıyorsunuz ki?
Bir diğer önemli nokta; paranın denetimi. Sırf Allah rızası için parasından, malından mülkünden infak eden insanlar, “Acaba nereye harcanıyor” diye hiç merak edip sormadan veriyorlar. Bu konuda cemaatin çok büyük oranda alnının ak olduğunu düşünüyorum. Şu Çiftlik Bank olayı ortada iken Hareket’in başka hiç bir artısı olmasa bile sırf bunda gösterdiği başarıdan dolayı sınıfı geçtiğini söyleyebiliriz. Benim bu konuyu açma nedenim, bir takım şayialar değil. Daha temelde, asıl paranın yönetimini tartışmak istiyorum. İnsanların himmetlerinden toplanan paralar üzerinden patronluk yapmak, o paraların verdiği güçle kendine ekipler kurmak, ona göre atamalar yapmak, sözünden çıkmayacak insanları bir yere getirirken itiraz edenlerin ayağını kaydırmak, hoşa gitmeyen şeyler söyleyenlerin ödeneğini keserken kendi suyuna gidenlere muslukları açmak, maaşları veya ödenekleri birilerinin üzerinde demokles kılıcı gibi kullanmak… Bunlar oluyor. Genelleştirmiyorum. Fakat çokça örnekleri mevcut.
Batının 13. yüzyıldan beri tartışıp bugünkü seviyesine getirdiği bütçenin denetimi mevzusu, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Her şeyde olduğu gibi bu finansal ayağın da şeffaf olması şart. Bunun çok ama çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu mesele halledilmeden diğerlerinde de sağlıklı bir dönüşüme gidilemeyeceği fikrindeyim.
Hareket’in Türkiye’ye neler kattığını, verdiğini düşünüyorsunuz?
Bu öyle bir soru ki, üzerine kitaplar yazılıyor. Ve gelinen nokta o kadar vahim bir nokta ki artık Hareket’in Türkiye’ye neler kattığının hiç bir önemi kalmamış durumda. Uğradığı ağır haksızlık, vefasızlık ortamındaTürkiye’nin Hizmet’ten neler götürdüğünü konuşmak daha ilginç olabilir. Röportajın şu ana kadarki bölümlerinde sıraladığım şeylerden sonra, “E zaten bütün bunlara rağmen Hareket’in karşılaştığı şeyler neden vefasızlık olsun ki?” diyen çıkabilir. Belki çok klasik olacak ama ben bu camianın kirlenmesini, birinciliğin beyaza verildiği kirlilik olarak görüyorum. Bu süt, bu renk bu lekeyi kaldırmıyor işte. Bütün mesele bu. Bir diğeri de şu; siz siyasetten medyaya, askeriyeden emniyete, ticaretten akademyaya, eğitimden finansa her alanda örgütlü olursanız sizin azıcık kirlenmeniz dahi otomatik olarak bütün bu alanlardaki görünürlüğünüze yansıyor. Fazla büyümenin böyle bir olumsuz getirisi oluyor.
AKP ile Hizmet mücadelesini, ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz, bugünkü bağlamda?
Bu soru da başlı başına bir başlık. Tek başına üzerine çalışma yapılacak bir konu. Fakat kısaca söylemek gerekirse iyiyle kötünün, doğrularla yanlışların, ateşle barutun, mesafelerle sınırların, aşkla nefretin birbirine karıştığı sorunlu bir ilişkiydi. Yaşandı bitti saygısızca…
Mülakatımızı 15 Temmuz’la bitirelim?
Bu röportajı kabul etmemin en önemli nedeni bu. Teklifiniz geldiğinde çok düşündüm. İlk gece karın ağrıları çektim. Size de ifade ettim; “Korkuyorum” dedim. “Böylesi ateşten günlerde veballer almaktan korkuyorum.” dedim. Dünya çapına yayılmış acımasız, insafsız, hukuksuz bir cadı avı var. Bir topyekün imha süreci yaşanıyor. Çok travmatik bir süreç. Şu anda acziyet içinde olan insanların rikkatini tahrik edebilirsiniz.
Tertemiz, pırıl pırıl, masum insanlar bir hayat-memat mücadelesi veriyor… Bu insanların çoğunun tutunduğu tek dal, sahip olduğu yegane şey ‘haklılık duygusu’. İnancı. Umudu. Bir gün herşeyin anlaşılacağına, açığa çıkacağına, kendisinin aklanacağı ve hakkının teslim edileceğine duyduğu inanç. Hepsini alt alta koyduğumda, bıçak sırtı bir durum olduğunu görüyorum. Mağduriyet yaşayan insanları üzerken onlara vahşice saldıranları da memnun etme, kendilerine haklılık payı çıkarma imkanı sunabilirsiniz.
Ama bütün bunlara rağmen bu röportajı kabul ettiysem en fazla 15 Temmuz yüzündendir. Söylemek istediğim şeyler var.
Evvela, “Cemaat 15 Temmuz’un Neresinde?” başlıklı 15 bölümlük yazı dizisinde ortaya attığım tezlerin bütünüyle arkasında olduğumu vurgulayayım. O yazı dizisi, 15 Temmuz’dan sonra cemaate içeriden yöneltilen ilk sorgulamaydı. Ve aslında kafası kesilmiş tavuk gibi nereye gideceğini bilemeyen, o zulüm dalgası içerisinde de rahatsızlığını dile getirmeyi ar sayan onbinlerce insanın duygularına tercüman oldu. Çok sayıda destek mesajları aldım. Bunları da dizinin hemen peşinden “Cemaatten ne tepkiler aldım?” başlıklı yazılarla anlattım.
Ve bugün itibariyle o dizideki tezlerimin çok daha fazla güçlendiğini, ete kemiğe büründüğünü de gözlemliyorum. Orada cemaate yönelik tespitlerimin de altının çok dolu olduğunu bilmenizi isterim.
Kabaca özetlemek gerekirse; 15 Temmuz, tarihin en büyük komplolarından biridir. Erdoğan’ın Ergenekon’la birlikte tertip ettiği, cemaat içinden birilerinin de destek verdiği, birilerinin de bilmeden kullanıldığı bir istihbarat organizasyonudur.
Cemaati tasfiye etmek, Türkiye’yi belli bir yörüngeye oturtmak, başkanlığı getirmek ve Suriye’ye girmek amaçlarıyla tertip edilmiş çok kurnaz ve başarılı bir komploydu. Başarısı, başarısızlık üzerine kurgulanmış bir darbe tuzağının başarı ile sahnelenmesinde. Bir diğer başarısı, darbenin cemaatin darbesi gibi görünmesini sağlayabilmesinde. O yazı dizisini bitirirken, son bölümde şunu demiştim: “Oyun o kadar ustaca oynanmıştır ki, cemaat tıpkı filmlerdeki gibi; polis helikopterlerinin spot ışıkları açıldığında cesedin başında, elinde kanlı bir bıçakla yakalanan tuzak mağdurları gibi kalakalmıştır. ‘Ben yapmadım! Ben katil değilim!’ diye istediği kadar bağırsın. O linç kalabalığının öfkeli gürültüsü içinde duyan bile olmayacaktır.”
Sevdiğim bir insanın ifadesi ile “Cinayet mahallinde elinde bıçakla yakalanmışsın, ‘E ben karpuz kesecektim’ desen kim inanır?”
Fakat ne yazık ki tuzağa düşmüş olmak cemaati aklamaz. Bu tuzağa düşülmüş olması, buna yol açan faktörler, ihmaller, ihanetler, paçozluklar hep işte biraz evvel savunduğum ‘sistemik’ arızaların tezahürleri. Hatta o patlak lastiğin gelip duvara tosladığı yerdir 15 Temmuz.
Bu komplo, cemaat içerisindeki bir ekip olmaksızın asla başarıya ulaşamazdı. Bunu sadece ‘ihanet’ anlamında söylemiyorum. Bir de işin liyakatsizlik, sığlık boyutları var. Bugün AKP’ye karşı direnmek, mücadele etmek ne kadar şartsa, cemaatin de kendi içerisindeki bu damarla aynı şekilde mücadele etmesi şart. Hani, “Zalimle birlikte olup mazlumu taşlama” şeklinde bir söylem var ya… Karıştırılan bir taraf var, o da şu: Sözünü ettiğiniz o zalimin, sizin içinizde ortakları var. İçeride Erdoğan’ın ‘uzun kolları’ var. Bunu net olarak biliyorum. Bu mesele öyle basit bir mesele değil. Neyin üzerine bastığımın da farkındayım. Bir de demin özetlediğim şekilde yapının kendi yozlaşmasından beslenen şahsiyetleri de buna katalım. Hiç de küçük ve sıradan olmayan bir takım adamlar, ur gibi bünyeyi sarmış. Söküp atmakla da atılamıyorlar. Bu da bizatihi sistemin kendisinden kaynaklanan bir başka kördüğüm.
Biraz daha somutlaştırayım: Bugün Cemaat’in büyük bir bölümü Adil Öksüz’ün MİT’e angaje olduğuna, dolayısıyla hain olduğuna inanıyor. İnanmak da istiyor. Aksi takdirde 15 Temmuz’u açıklayamıyor. Fakat Öksüz’ü yakından tanıyan, yıllarca onunla arkadaşlık eden bir kısım önemli isimler de “Adil Hoca hayatta böyle bir şey yapmaz.” diyor. İnanmıyorlar. İnanmak istemiyorlar. “O halde 15 Temmuz’u nasıl izah ediyorsunuz?” sorusunu sorduğunuzda ise bir cevap alamıyorsunuz. Bu yüzden de pek konuşmamayı yeğliyorlar.
Fakat Sayın Gülen, France 24 kanalına verdiği röportajda, Öksüz’ün MİT ajanı olabileceğini söyledi. Darbe girişiminden tam bir yıl sonra. Ta en baştan beri neden bu konuda net bir tavır takınılmıyor? Neden sorulara cevap verilmiyor?
Halbuki bana kalırsa ilk düğme yanlış iliklendi. Hocaefendi’nin “İçimizden birileri katılmışsa Hizmet’e ihanet etmiştir” çıkışı havada bırakılmamalıydı. En başta cemaatin kendisi bir iç soruşturma başlatıp olayın fotoğrafını çekmeli ve A’dan Z’ye bütün failleri ifşa ederek yollarını ayırmalıydı. Fakat bu yapılamadı. Çünkü içeride bir yumuşak karın vardı.
“Cemaat, TSK içinde örgütlenebilir mi örgütlenemez mi” tartışmasına girmeksizin burada bazı sorular yönelteceğim: Adil Öksüz, hava kuvvetleri imamı olarak biliniyor. Hayır. Aslında 2015 yılında bütün TSK’nın imamı haline getirildi. Bu cemaat içi atamayı kim yaptı? Öksüz’ün önünü açanlar kimler? Öksüz’le birlikte bütün alt kadroyu kim şekillendirdi? 15 Temmuz’dan önce Öksüz için kim mıntıka temizliği yaptı? Öksüz’e engel olabilecek, bu darbe girişimine müsaade etmeyecek, oyunu bozabilecek, tuzağı farkedebilecek kişiler nasıl tasfiye edildi? İçeride bir uzantı var. Bunlar organize bir şekilde hareket ediyor. 15 Temmuz’dan önce içeride bir ayıklama yaptılar. Bu işi engelleyebilme potansiyeli olanları tasfiye ettiler. Ondan sonra planı icra ettiler. Sözlerinden çıkmayacak kişilerle.
Sorularla devam edeyim:
Tasfiye ve tutuklama dalgaları nedeniyle bütün üst düzey ‘cemaat abileri’ yurt dışına çıkarken bizzat Kemalettin Özdemir’in 2012 yılında adını savcılığa verdiğini televizyonda açıkladığı Adil Öksüz’ün çıkmama nedeni nedir?
Bırakın ülkeden ayrılmasını, 2015’te terfi ettirilmesinin açıklaması nasıl yapılıyor?
Yurtdışına çıkış yapan kritik isimler zinhar THY ile yolculuk yapmazken Adil Öksüz nasıl olup da son 6 ayda üç dört kere (biri darbeden 2 gün önce olmak üzere) THY ile ABD’ye ye gidip gelmiştir? Bu cemaat açısından önemli bir detay. Çünkü benim ulaştığım bilgilere göre bu THY kararı hiç de öyle küçümsenecek bir karar değil. Bu noktada net bir uygulama var. Peki böyle bir dönemde nasıl oluyor da Adil Öksüz, adeta iz bırakmak istercesine THY ile rahat rahat gidip geliyor?
Sorulara devam edelim. Öksüz darbeden 4 gün önce ABD’ye geldiğinde Gülen’in yanına uğramış mıdır? Uğramadıysa neden “Buraya gelmedi. Bu bir iftiradır” denmiyor? Uğradıysa ne konuşulmuştur? Adil Öksüz MİT tarafından angaje edildiyse bu ne zaman olmuştur? Bu ilişki nasıl başlamıştır? Hiç farkedilmiş midir? “Yukarılara” hiç uyarı yapılmış mıdır? Eğer farkedilemediyse 15 Temmuz’dan sonra nasıl bu bilgiye sahip olunmuştur? Nasıl ve ne zaman tespit edilmiştir? Bu bir kanaat veya yorum mudur yoksa somut bir bilgiye mi dayanmaktadır? Somut bilgi ise neden yüksek sesle anlatılmıyor?
Adil Öksüz aslında bugün birilerinin günah keçisi haline geldi. Deşifre olmuş bir isim olduğu için her şeyi onunla izah etmek isteyen ve pisliğin kendisine bulaşmasını onun sayesinde önleyebilen birileri var. Bu birileri onun sayesinde elini yıkadı çıktı. Hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor. Son güne kadar Öksüz’le birlikte hareket edip de şimdi yurtdışında hala camia içerisinde aktif olanlar var. Aslında Adil Öksüz’ü perde olarak kullanan ve onun arkasında hala mevcudiyetini muhafaza eden bir ekip bu. Organize. Birbirini tutan ve kollayan bir ekip.
Yazı dizisi devam ederken, “Bu Ahmet Dönmez ne yapmaya çalışıyor?”diyorlardı. Şimdi de diyecekler. Size ilginç bir bilgi vereyim:
O yazı dizisinde camia içerisinde en fazla gürültü koparan bölüm, ‘Eşref’ kod adlı bir sivilden bahsettiğim 9. bölümdü. 24 Haziran 2017 idi. Kimdir bu kişi, bu iddialar doğru mu diye sordum. Cevap vermek yerine bir yerlerden öfkeli sesler geldi. Ben de dedim ki, “Madem öyle, Eşref benimle irtibat kursun, sorularıma cevap versin ya da kendiliğinden yazılı bir açıklama yapsın, harfine bile dokunmadan yayınlayacağım.”
Geldi mi?
Hayır. Aradan 9 ay geçti. Bu konuda ne yapıldı? Hiç. Araştırma yapıldı mı? Yapılmadı. Neden? Bu kadar insan -affınıza sığınarak söylüyorum- bas bas bağırıyor, herkes feryat figan, neden sizde bir kıpırtı yok? Nedir bu rahatlık? Çok mu zor? Hayır. ‘Eşref’ ABD’de yaşıyor şu an. Houston’da. Neden çağırılıp dinlenmiyor? Onun konuşmasını istemeyen birileri mi var? Anlatacakları birilerinin işine gelmeyecek şeyler mi?
Üstelik ‘Eşref’ yalnız değil. Onun İstanbul’da yaptığının aynısını Ankara’da yapan ve bazı teknik sivil kişileri Telekom’a vs. götürdüğü iddia edilen bir kişi daha var. O da şimdi Houston’da. Zaten ne hikmetse bunlar Houston’u üs haline getirmiş durumda. Acaba bir aradalar mı?Ortak işler yapıyorlar mı? Bu kişilerin tuzağına düşecekken son anda kaçmayı başaran bir sivil teknik eleman da şu anda yurtdışında. O da biliniyor. Bunları yüzleştirmek çok mu zor? Neden bunu kimse yapmıyor?
Sadece Amerika’dakiler de değil, 15 Temmuz’da adı geçen bir kaç sivil şu an dünyanın farklı ülkelerinde. Hiç birinin sesi çıkmıyor. Bu normal mi? Normalde ‘Bu bir iftiradır!’ diye ortalığı yıkmaları gerekmez mi? Kimliğini deşifre etmeden de olsa bir görüntülü açıklama yapamaz mı bu kişiler? Gerçekleri anlatamazlar mı? Bunun yerine sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Ben bu isimlere ulaşmaya çalışıyorum ama şu ana kadar başaramadım.
O gece bazı insanlara kimler kapalı devre mesajlar attı? Polislere giden mesajları atanlar kimler örneğin? Bu kanallara birileri mi sızdı yoksa o kanalların içindekiler de mi darbeciydi?
“Aman eleştirmeyin” diyenlere bir şey sormak istiyorum; siz bu fotoğraftan razı mısınız? Buna mı kol kanat geriyorsunuz? Buna mı kendinizi siper ediyorsunuz? Bunlar gizli mi kalsın?
Yarın bir gün bu adamlar bir başka komplo ile karşınıza çıktığında yine ah-vah edecek misiniz?
Yoksa bu da mı ‘yolun kaderi’ olacak? Evet, yolun bir kaderi var. Ama o yolda başınıza gelen her şey ‘kader’ değil. Hem diyorsunuz ki “15 Temmuz’da bizim içimizden ihanet edenler oldu.” hem de “Kim bu hainler?” diye araştırılmasını, o hainlerden hesap sorulmasını istemiyorsunuz. Hem ‘sırtımdan hançerlendim’ deyip hem de ‘bırak o hançer sırtımda kalsın’ demek gibi bir şey bu. Sen o hançerle yaşamaktan memnunsan ne diyeyim yani. O zaman yeni bir tanesi için daha yer aç sırtında.
Kendilerine ‘ağabey’ denilen bir çok kıymetli şahsiyeti tenzih ediyorum. Gerçekten çok değerli, paha biçilmez insanlar var. Ki geneli onlar temsil ediyor. Fakat belli yerleri işgal eden ve her yaptıklarında bir hikmet aranan, aldıkları her karar ‘göklerden gelen bir kararmışçasına’ kabul edilen kimi ‘abiler’ de var ki, yaptıklarına inanamazsınız. Kendi aralarındaki ekipleşmelerine ne demeli mesela? Her namaz öncesi imamlığa geçmemek, o sorumluluğu almamak için birbirine tevazu içerisinde 10 dakika ayak sürüyen insanlar yukarıda nasıl oluyor da bir makam için mücadele eden, oraya geldiğinde bırakmak istemeyen, bırakmamak için entrikalar yapan, ayrılırken de sanki canından can koparak ayrılan, kendi aralarında ekipleşmelere giden insanlara dönüşebiliyorlar?
Tabi ki geneli kastetmiyorum ama 15 Temmuz’a giden sürecin perde arkasında bu var.
Benim gördüğüm şu; Gülen şu anda her şeyi biliyor. Hepsini tespit etmiş durumda. Fakat neşteri vuramıyor. Az evvel dediğim gibi, burada bir yumuşak karın var. O yüzden çok üzerine gidilemiyor. Bir mahcubiyet yaşanıyor diye düşünüyorum. Hem o nedenle hem de bu ‘uzun kollar’ halen aktif olduğu için ‘hesaplaşma’ zamana yayılmış durumda.
Bazen bombayı tespit edersiniz, bombayı yerleştiren kuryeyi de tespit edersiniz ama asıl bombacılara ulaşabilmek için beklersiniz. Sabırla gözetleme yapmaya beklersiniz. Olay bu da olabilir. Gazetecinin görevi bunları sorgulamaksa, liderin görevi tam tersine beklemek de olabilir. Burada liderden gazetecilik yapmasını, gazeteciden de liderin pozisyonunu takınmasını beklemek yanlıştır.
The Circle
AHMET DÖNMEZ: “Bugün sorumluluk almak ve hesap vermek zamanı…
Ahmet Bey eleştiriyi neden yaptığınızı anlayana kadar okudum yazılarınızi .bi sevdanız var sizin de hani bi vefa borcum var benim bu insanlara demişsiniz ya işte inanin niyetinizi anlayana kadar okudum niyetimiz çok güzel ve ulvi …harfleriniz binler harf gibi nakış nakış işlenir temiz yüreklere inşaallah gayretiniz dua olur inşaallah. .kim bilir neler inşâ olur gönüllerde. ..Amin yüreğinize sağlık. ..Allah kaleminize havl versin…