Ben Uğur Abdürrezzak!
Buradayım!
Meriç’in altında bir yerlerde…
Biricik eşim, canım yavrularım yoklar.
‘Yeni şarkılar söyleyen yeni insanların adımları’ ile çıktığımız bir yolda, bu dünyada bir daha kavuşmamak üzere ayrıldı yollarımız.
****
Unuttunuz mu?
Hani bir Şubat sabahı Meriç’te boğulan öğretmen Ayşe Abdürrezzak vardı, onun hala cesedine ulaşılamamış eşiyim ben.
Annesi ile yan yana yatan canım Abdülkadir Enes’in babası…
Ben Uğur Abdürrezzak.
Buradayım. Meriç’te bir yerlerde…
****
2 yaşındaki Halil Münir’imizin cesedi 4.5 ay sonra bir kum ocağının pompasına takılı bulundu.
Eşimin, “Çocuğumu kurtarın! Çocuğumu kurtarın!” feryatları hala bir nehir uğultusu gibi kulaklarımda.
Kurtaramadım çocuklarımı!
Kurtaramadık!
Ah Münir’im, nasıl da kayıp gittin avuçlarımdan…
****
Her gelen yeni ölüden sorarım haberlerini.
Ben Uğur Abdürrezzak!
Bu serin suların altında, nice yarım kalmış hikayenin, nice yarım kalmış kahramanı ile bir arada yatıyorum.
“Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum”
Buradayım.
Yüz üstü, sırtım dönük.
Küskünüm.
‘Yazgım, kendi mezarımda seyretmekmiş kırgın aksimi.’
Her gelen yeni ölüden sorarım haberlerini.
****
Burası bir yanardağ mı, nehir mi?
Çocuklarım için “Oh oldu, bunlar da büyük terörist olacaktı, öldükleri iyi oldu, 2 kişi 2 kişidir” demiş kimileri.
Ki, şu avucumda sıktığım balçık kadar ölüdür kendileri. Balçıktan yaratılmış olsalar da insan diyemem ki…
Ayşe’mle Abdülkadir’imin cenaze namazlarını kıldırmak istememiş imam. “Bunlar haindir” diyerek…
Diğer beldeden gelip namazı kıldıran genç imam ise defin yapılırken uzak bir yere geçip içli içli ağlamış.
****
Ağlıyorum…
Yüzümü hiç ıslatmadan.
Bilemezsiniz gürül gürül akarken Meriç, ne kadarı kendisinden ne kadarı benden.
Ki bilirim nehirdir, denizdir, ateştir, mahşerdir.
Her gelen yeni ölüden alırım haberlerini.
Ama kimse bilmez 2 yaşındaki Münir’imin cenazesini.
Kimler baktı melek yüzüne, kimler tuttu ellerini son kez bilmiyorum. Yeterince kucaklayabildiler mi, sıkı sıkı sarılabildiler mi toprağa vermezden evvel? Doyamazcasına öpüp öpüp tanınmaz hale gelmiş alnını, yüzünü, severek veda edebildiler mi? Biricik meleğime yokluğumuzu hissettirdiler mi?
****
Ben Uğur Abdürrezzak.
37 yaşındayım.
Henüz ortasında iken ömrün.
‘Bir gençlik ölümü saklı’ değil bende. Öldüm bir genç olarak. Evet.
Lakin ölmedim ‘beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde…’
Öldüm bir yanardağ gibi gürül gürül lav denizinde.
Yangınımı söndürmedi benim su.
Bir su kasidesi de ben mi yazayım Ey Fuzuli: Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su!…
****
Tarihlerden 13 Şubat 2018.
Sabah beş sıralarında çıktık yola. İki aileydik. Ben, eşim Ayşe, oğullarım Abdülkadir, Münir, Fahrettin Doğan isimli bir başka genç arkadaş, onun eşi Aslı Hanım, küçük çocukları İbrahim Selim ve bir de Fatih diye bir başka genç…
Toplam 8 kişiydik. Yol arkadaşlarıydık.
Sağanak yağmur vardı. Hava soğuktu. Nehrin seviyesi yükselmiş, debisi hızlanmıştı.
Bot hepimizi taşıyamaya yetecek kadar büyük değildi. Kaçakçılara iki kerede geçelim dedik ama dinlemediler.
Beni tanıyanlar bilir; mantık insanıydım. Her şeyi etraflıca hesap eder, öyle adım atardım. Körü körüne iş yapmazdım. Normalde o botun bizi taşımasının riskli olduğunu görmüşsem kesinlikle binmezdim.
Ama hesap edin, nasıl bir cehennemden kaçıyorduk.
Nasıl bir memleket ağrısıdır….
****
Kastamonuluyum. Bir ailenin tek evladıyım. Babam fakirdi, eşim gibi ben de çok zorluklarla okudum.
İngilizce öğretmeni oldum. Kasımoğlu Coşkun Koleji’nde görev yaptım. Evlatlarımın ardından ‘oh olsun’ diyecek nice ailenin evlatları için gecemi gündüzüme kattım.
Eşimle de bu okulda tanıştık. 2005 yılında evlendik. İkimiz de idealisttik. Eşim neredeyse 7 gün 24 saat öğrencileriyle yaşıyor, sürekli daha fazla ne yapabileceğini düşünüyordu.
Bense İngilizce dışında web site yapımından bilgisayar programcılığına kadar bir çok alanda kendimi var etmeye çalışıyordum. Dolu dolu bir öğretmenlik hayatımız vardı. Koşturuyorduk.
Kendi çocuklarımızı bile ihmal ettik malesef. Eşim, Münir’i doğru dürüst emziremedi bile. Sütünü sağar, çocuğun kreşine bırakırdı. Münir biberonla beslendi.
Bir yandan şiir ve tiyatroyla da ilgileniyor, öğrencilerini ‘doyuruyordu’…
Kendi evlatlarını, kendi analarını öldürdü bu memleket.
‘Timsah kısmı çünkü yavrusunu yer…’
****
Ben bir süre sonra Milli Eğitim’e geçtim. 2012 yılında eşim de MEB’e geçiş yaptı. Kartepe’de görev yapıyorduk.
15 Temmuz’un ardından onbinlerce öğretmen gibi bizim hayatımız da alt üst oldu. Ben hemen ihraç edildim. Bir süre sonra da gözaltına alındım ve tutuklandım. 11 ay cezaevinde kaldım.
Eşim de benden bir buçuk ay sonra ihraç edildi. Onun hakkında da 2 ayrı dava açıldı. Gözaltına alındı ve tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Paramız olmadığı için avukat bile tutamadık. Borçlarımız vardı. Anne babam Kastamonu’daki evi satıp Kartepe’ye yerleştiler. Ben hapisteyken ailemle onlar ilgilendi. Babam o yaştan sonra fırında çalışıp bize destek oldu. Eşimse çanta ve eşarp alıp satarak çocukların rızkını çıkarmaya çalıştı. Bir arabamız vardı, onu sattık.
Bazı arkadaşlar bir yolunu bulup yurtdışına çıkmıştı. Eşim, arkadaşlarına “Uğur Bey cezaevinden çıksa biz de yola düşsek” diyordu. Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Ailesi de sahip çıkmıyordu. Bizi en çok da bu kadar hizmetinde bulunduğumuz ülkemiz ve insanımız tarafından ‘terörist’ olarak suçlanmak kahrediyordu.
****
Daha mahkemeye bile çıkmadan tahliye oldum. Hiç ilgim yokken içeriye almışlardı, sonra ummadık bir anda çıkardılar. Ama tekrar alacakları belliydi. Bunu tahliyemde söylediler de… Nitekim tahliye olan bazı arkadaşlarımı tekrar tutukladılar.
Zaten bir yerde çalışmam da mümkün değildi. SGK sisteminde kara listedeydim. Kimse bize iş vermiyordu. Hele bu küçük yerlerde kimse sizinle konuşmuyor bile. Yolda görenler yolunu değiştiriyor. Tamamen vebalı gibisiniz. Size hayat hakkı yok.
Eşimin mahkemesi de Nisan başında karar açıklayacaktı. Ya ikimizi birden hapse tıkarsalar diye korkuyor, çocuklarımız için endişe ediyorduk. Memleketimin yaşayan ölüleri, vicdansız dirileri kadar canlıydı işte hukuk, şu avucumda sıktığım balçık kadar…
Kimden, hangi adaleti umacaktım?
Hemen yurt dışına çıkmak için hazırlıklara başladık. Pasaportlarımız iptal ve yurtdışı yasağımız olduğu için de kaçak yollardan çıkacaktık. Bazı arkadaşlarla konuştum, “Gelirsen evi, parayı hiç kafana takma. Evimizi de aşımızı da bölüşürüz.” dediler. Allah razı olsun.
Derken ana baba ile helalleşip yola koyulduk.
Bir bitmeyecek sefere…
Bir sonsuzluğa…
*****
İşte ben Uğur Abdürrezzak, bu şartlarda bindim o bota.
Yoğun yağış ve kabaran su seviyesi nedeniyle bot sürekli dönüyordu. Bir ağaç parçasına çarptık. Bot yalpalamaya başladı. Ardından bir başka ağaç parçasına daha çarpınca devrildik.
Gerisi bir girdap, bir ‘sisler bulvarı’…
Kesik birer kol gibi bir bir ayrıldık tek bedenden…
Gözlerimin önünde hala; ‘birbirimizin gözlerini arıyorduk’.
‘Deniz fenerleri sönmüştü’…
Su çok soğuktu. Bir mızrak gibi saplandı göğsümüze. “Allah!” diye bağırdım. Tam bir kıyamet haliydi. Çocukların bu kadar soğukta ve akıntıda yüzmeleri mümkün değildi. Eşimin, “Çocuklarımı kurtarın! Çocuklarımı kurtarın!” diye bağırdığını duydum. Ki hala duyuyorum…
Ama her şey bir kaç saniye içinde oldu bitti. Soğuk ve şiddetli akıntı nedeniyle kimse kimseye yardım edemedi. Hemen yanımda olan ve kim olduğunu hala hatırlamadığım birine tutunmaya çalıştım. Olmadı.
Sisler deryasında hepsini kaybettim…
****
Ben Uğur Abdürrezzak, buradayım!
Meriç’te bir yerde.
Bugünlerde başka yavruların çığlıkları ile çalkalandı örtüm, bir başka ananın bebeğine sımsıkı sarılması ile kavruldu su.
Duydum. Bütün o çığlıkları duydum. Benim gibi bir babanın daha kulaçlarını duydum. Çırpınışları ile titredi koca Meriç. Yine bir sisler deryasıydı…Eşi Hatice Hanım’ın bir ağaç dalına tutunduğunu gördü adam. Bebek de anne kucağındaydı. “Bekle beni” diye bağırdı adamcağız, “Kurtaracağım sizi”. Kurtaramadı.
Murat’mış adı, Murat Akçabay. Onlar da bizim gibi öğretmenmiş.
Önce iki oğlunu kıyıya çıkaracaktı. Onları emniyete aldıktan sonra gidip anne ve bebeğini alacaktı. Ama alıp götürdü akıntı onları. Gördüm. Hepsini gördüm. Hiç bırakmadı bebeğini ana.
Yetim büyümüş Hatice Hanım, “Mevlam beni yavrularımdan önce alma, kalmasınlar yetim”miş tek duası.
Baba, diğer iki çocuğunu kurtarabilmek için yüzdü ama sudan çekemedi onları da. Kopup gittiler kesilir gibi bir gövdeden kollar…
Yeni ağıtlar karıştı suyuma, yeni acılar karıldı mezarıma. O babanın ve o evlatların haykırışları da karıştı kulağımdan gitmeyen kendi yavrularımın çığlıklarına.
*****
Unuttunuz mu beni?
Ben Uğur Abdürrezzak!
Sorabilirsiniz beni.
Nasıl bilirdiniz?
İyiydi diyecekler.
Mülayemeti, naifliği, sabrı, gönlünün temizliği ile çok sevilen bir arkadaştı…
Halı saha maçında bile değişmez, kimseyi kırmazdı diyecekler.
Fedakardı, çalışkandı, branşında iyiydi…
Ama Ben Uğur Abdürrezzak, buradayım. Meriç’te bir yerde.
Sırtım dönük yatıyorum.
Küskünüm.
Ama bir o kadar da huzur içinde…
****
“Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak…”
Belki yine sis çökecek.
Bir bot daha geçecek.
Bütün o acı türküleri, ağıtları, dilden dile kalan hikayeleri dinlemek ve anlatmak da bana düşecek.
Bütün acı ölümlerin çığlıkları ve dökülen gözyaşlarının toplamıdır benim mezarım Meriç.
Her çıtırtıya uyanır, her hırçın dalga ile ürperirim.
Huysuz huysuz akmaya başlar mezar.
Anlarım, yeni yolcular var.
Ya bu aleme, ya öteki…
Ya ölüme ya hayata…
Bir mırıldanma yankılanır önce sularda. Dudaklardan usul usul dökülen dualardır, anlarım.
Gözler gözleri arar…
Bir sis çöker, bir fırtına kopar…
Bir damla yaş düşer sonra, ya sevinçtendir ya kahırdan.
Ve artık biliyorum nehirler nerelerden doğarlar.
TR7/24
http://www.tr724.com/ben-ugur-abdurrezzak-buradayim/
git Feto dan ve onu kullanan amerikalı efendilerinden sor bütün bu rezaletlerin hesabını. Bu gariban memleketin içine ettiniz, şimdi hala suçluyorsunuz.