Gazeteci yazar Ahmet Dönmez’in The Circle’a verdiği mülakat ciddi bir alakaya mazhar oldu. Üç günde en çok okunan mülakat oluverdi.
Gayet tabii, dediklerini eleştirenler de oldu, kendisine katılanlar da.
Günün sonunda, söyledikleriyle kimilerini de ziyadesiyle rahatsız etti Ahmet Bey. Mülakatımızın ilk kısmı daha çok Hizmet Hareketi ile ilgiliydi. Dönmez burada samimiyeti ve cesareti ile öne çıktı. Keskin gözlem ve tespitleriyle çoğumuzu sarstı, düşüncelere sevk etti. İdare-i maslahatta bulunmadı, idare-i kelama tevessül etmedi. Kitabın ortasından, halkın kulağına göre konuştu.
Bu ikinci bölümde kısa kısa sorularıma yanıtlar verdi Ahmet Bey. Eskilerin deyişiyle “müteferrik mevzular”…
Burda daha özel paylaşımlarda bulundu, kişisel anekdotlar paylaştı bizle.
Şurası aşikar ki, kaliteli bir yazarlık kumaşı var Dönmez’in. Sadece “iyi yazarlara” mahsus bir vergi bu. Sonradan elde edilemeyecek bir şey. Zamanla daha da tasaffi edecek bir müfekkireye ve muhayyileye sahip. En alalade gibi görünen şeylerden söz ederken dahi kendini okutuyor.
Aşağıdaki metnin satıraralarında otantik bir bireyin içten sızlanışlarını hissetmemek mümkün değil!
Yazmaya aşık bu genç muharririn, hayata dair, kendine ve bize dair kuracağı daha çok cümleler var.
Yolunuz da bahtınız da açık olsun.
Erdoğan?
Bu konuda söyleyeceklerimin sınırı yok. Türkiye’deki süreç çok kahpece gitmese, hepsini söylerim yine de soğuyamam, o derece doluyum. Şimdilik yazılarımda ifade ettiklerimle kalsın.
Bu işin duygusal tarafı. Bir de realite boyutu var. Sıradan bir yurdum insanı gözüyle bakın, görünen manzara şu: “Erdoğan PKK’yı bitirmiş, eski derin devleti bitirmiş, cemaati (onlara göre FETÖ) bitirmiş, Kemalistleri bitirmiş, Aydın Doğan’ı bitirmiş, MHP’yi kendine bağlamış, ülkeye istikrar getirmiş, milli savunma sanayiini kuran, AB’ye diz çöktüren, Amerika’ya kafa tutan, İsrail’e meydan okuyan bir lider.” Ne diye değiştirsin ki Erdoğan’ı? “Kaldı ki Erdoğan’ı indireyim de yerine kimi getireyim, Kılıçdaroğlu’nu mu?” diye soruyor. Cevap?
İhtiyaçlar hiyerarşisinde bugünkü tercihleri, ekonomi kadar 100 yıllık korkular da belirliyor. Bölgede liderlerini (diktatörlerini) kaybettikten sonra dağılan ülkelerin halini görüp aynı akıbeti yaşamaktan korkan geniş bir kitle var. İşte Erdoğan’ın başarısı burada. O korkuyu ve ümidi çok güzel verdi. Oyunun kurallarını çok iyi çözmüş. Ve o kuralları başarı ile uyguladı. Bu kötülerin oyununda iyilere yer yok. Gereken neyse onu yaptı.
İleride, kıydığı canlarla, yaptığı zulümlerle, hukuksuzluklarla, sahtekarlıklarla, çaldıklarıyla, sıfırladıklarıyla, yok ettiği çevreyle, kestiği ağaçlarla değil; bu ülke ve “ümmet” için yaptığı hayırlarla hatırlanacağını düşünüyor. Geri kalan her şeyin unutulacağını, tarihin kendisini bir kahraman olarak yazacağını umut ediyor. Ama böyle bir son nasip olmayacak ona. Yaşayıp göreceğiz.
Bir diğer “başarısı” da şu oldu: Türkiye’deki yüzyıllık kutuplaşmaları çok iyi kullandı. Bugün her bir kesimin bir diğerine nefreti, husumeti var. Erdoğan bu düşmanlıkları çok iyi yönetti. Sürüden bir koyunu alacağı zaman, diğerlerinin ona karşı kinini kullandı. Önce cemaatle ittifak kurup ulusalcıların üzerine gitti. Sonra o ulusalcılarla bir olup cemaati tasfiye etti. Bir ara Kürtlere gül uzatıp milliyetçiliği ayaklar altına aldı. Sonra MHP ve ulusalcılarla omuz omuza Kürtleri ezdi, şehirlerini yok etti. Bunu yaparken de her defasında tabanını genişletti. İttifak kurduğu kesimlerin tabanlarından bir şeyler kopararak büyüdü.
Şeytani ve siyasi bir dehası var. Baba filminde Don Corleone’nin meşhur bir sözü vardır. “Para silahtır, politika ise tetiği ne zaman çekeceğini bilmektir” der. Erdoğan silahı da tetiği de ustaca kullandı. Kiminle nereye kadar yol yürüyeceğini, kiminle ne zaman köprüleri atıp kiminle ne zaman yeni ittifaklar kuracağını çok iyi tayin etti. Siyaseten hep kazandı. Fakat Türkiye’yi paramparça etti. Bir daha bu toplum ne zaman bir millet olur, bilemiyorum. Ya da hiç olmuş muydu, onu da bilmiyorum.
Ama bu cambazlığın da ilelebet gitmeyeceği kesin.
Meriç?
Son ve acı bir çığlıkla yavruları ellerinden kayıp giden anaların, dökemediği gözyaşları… Akan bir Kerbela… Sudan bir soykırım anıtı… Anadolu’nun acı hikayelerini döne döne dünyanın her tarafına ulaştıran bir sessiz tanık.
Türkiye Basını?
Müsvedde…
En gazeteci görüneninin, bir zamanlar millete gazetecilik dersi verirken bugün o haksızlıkların bin katı yaşandığı halde tek satır yazmayan arkadaşlar olduğunu söyleyeyim, gerisini siz hesap edin. Yitip gitmiş bir meslek artık Türkiye’de gazetecilik. Adı gazetecilik.
Hangi sektörde olursa olsun, şu süreçte Fatma Sibel Yüksek gibi, Kazım Güleçyüz gibi, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi, Sezgin Tanrıkulu gibi, Veli Saçılık gibi hakkaniyet göstermeyen hiç kimsenin nezdimde zerre kadar itibarı yok. Yarın da olmayacak. Bunlar kimseye de artık demokrasi, çağdaşlık, gazetecilik dersi veremez. Veremeyecek. Cemaat medyasının geçmişte yaptığı hataları evirip çevirenlerin suratına, o geçmiş hataların bin katını çarpacak kadar malzeme var şu dönemde. Maaşlarını alıp muhalifçilik oynamaya devam etsinler, afiyet olsun.
Cemaat’in geleceği?
Kendi geleceğini yine kendisi belirleyecek. ‘Taban’ diye tabir edilen geniş kitlenin tavırları, talepleri, zorlamaları ve ‘merkez’ olarak adlandırılan yönetim katının buna cevapları belirleyici olacak.
Bir ideal olarak Hizmet Hareketi bitmez. En büyük sermaye, ‘insan sermayesi’…
Çok ciddi bir travma yaşasa da insan sermayesinin hala çok güçlü olduğunu gözlemliyorum. Ama buna mukabil klasik anlamıyla cemaat bitti bana göre.
Bundan sonra aynı organizasyon ile, aynı formatla, aynı yöntemlerle devam edemez. Bu sistem büyük ölçüde çürümüş durumda. Artık yeni bir seviyeye geçmek ve yepyeni bir formatla devam etmek zorunda. Bu olmazsa ciddi kopuşlar olur. Halihazırda var zaten.
Şu anda çerçevesi net, yeni bir sözleşmeye ihtiyaç var. Hareket ile mensupları arasında bir güven tazelemesi yapılması gerekiyor. Bunun için de bütün sorulara cevap verilmesi, geçmiş muhasebesinin yapılması, ortak aklın devreye sokulması ve yeni bir yapılanma, yeni bir manifesto, yeni bir vizyon ve yeni bir eylem planı ile devam edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla resmileşmekten, kayıtlı, şeffaf, hesap verebilir bir düzene geçmekten başka yol göremiyorum.
Bunun ardından cemaatin en önemli işi, bana kalırsa, bu süreçten gerekli dersleri çıkardığına samimi olarak etrafını ikna etmesi. “Aman cemaat AKP’yi deviremesin. Cemaat gelirse çok daha kötü. AKP hiç değilse bir siyasi parti. Seçimlerde oy vermezsin, cezalandırırsın, gider. Ama cemaati bir daha götüremezsin. Bunlar bir dönerse hepimizi mahvedecek” diyen bir kitle var. Her ne kadar artık seçim diye bir şeyin kalmadığını hala fark edememiş olsalar da…
Haklı ya da haksıza girmiyorum. Bu doğrudur veya değildir. Ama bir tespit olarak söylüyorum. Samimi bir şekilde cemaatten korkan, “Bunlar her yeri örümcek ağı gibi sarmıştı. Her yerdelerdi. Dinliyorlar, izliyorlar, takip ediyorlardı. Başka kimseye hayat hakkı vermiyorlardı. Kendi önlerini açmak için her türlü kumpası kuruyorlardı. Nihayet kurtulduk” diyen ve bu korkuda samimi olan insanlar var.
AKP’nin yaptıklarını onaylamayıp da sesini çıkarmayanların bazılarında bu korku hakim. Dediğim gibi, haklıdır-haksızdıra girmiyorum. Doğrudur-yanlıştır, tartışmıyorum. Bu bir vakıa. Cemaat yöneticileri bunu görmek zorunda. Bu söylediklerim aşağılık kompleksi değildir. “Ne münasebet canım, herkes tertemiz bir tek cemaat mi kirli! Hem bu kadar zulme uğrayacağız hem de onlara kendimizi anlatmak zorunda mı kalacağız! Bu nasıl bir mantık böyle, kime niye ispat etmek zorunluluğu var! Herkes kendine baksın!” itirazlarını duyar gibiyim. Fakat buna iki açıdan mesafe koyuyorum.
Bir; kendi ideallerinize, ‘Hizmet’ derken bu kelimenin içini nasıl doldurduğunuza, misyonunuza, mefkurenize, yola çıkış gayenize ve dünyanın size sorduğu sorulara, bundan sonra dünyaya ne söylemek istediğinize bir bakın ondan sonra bu itirazı yeniden düşünün derim.
İki; bütün kesimler şöyle ya da böyle kötü bir sicile sahip olabilir. Fakat AKP ve eski devletin uzantıları dışında hataları bütün bir ülkeyi, toplumu etkileyen başka yaygın ve organize bir güç yok. Eğer siz kendinizi AKP ve Ergenekon ile kıyaslıyorsanız zaten söz bitmiştir. Hizmet de bitmiştir. Demek bir farkınız kalmamıştır.
Cemaat bugün savunduklarının, karşı çıktıklarının AKP ile ilgisi olmadığını, onun ömrü ile sınırlı olmadığını, bu siyasi iktidar bütün unsurları ile devrilip gitse bile aynı doğruları, aynı ilkeleri savunmaya devam edeceğini göstermeli. Ve bunları içselleştirdiği konusunda da ikna etmeli. Eğer “Hizmet’ diye bir derdi, küresel bir iddiası varsa tabii… Yeniden gönüllere girmek ve çıkmamak gibi bir hayali varsa… Yoksa işin kolayı, kendisini Erdoğan’la, Kemalistlerle, Perinçek’le kıyaslayıp hemen mantığa bürünmektir.
Ki bu dediğim şeyi cemaat başkaları için yapmayacak zaten. Yine kendisi için gerekli bu.
Cemaat Medyası?
Kirlenirken birinciliği kapan beyazlardan biri de Hizmet medyasıdır. Evet hataları oldu. Önemli hataları oldu. Özeleştiri yapmalı mı, evet yapmalı. Fakat Türkiye’de bunu ondan en son isteyecek kesim, Türk medyasının kendisidir. Bir umumhane peşkirinden farksız olan yandaş medyayı hiç katmıyorum. Peki kim daha temiz? Doğan grubu mu? Ciner grubu mu? Demirören mi? Sözcü mü? Kim? Belki tek tek bazı gazeteciler bunu Zaman’dan isteyebilir. Fakat kurumsal anlamda buna hakkı olan bir yer görmüyorum. Aynı şekilde eski Zaman çalışanları da diğer bütün gazetelere özeleştiri çağrısı yapabilir, yapmalıdır.
Cemaat medyası olmalı mı?
Bu, sizin röportajlarınızla bir kez daha düşünüp görüşlerimi revize ettiğim bir konu. Kısa bir süre öncesine kadar, “Bundan sonra kesinlikle olmamalı” diyordum. Fakat artık “Bunun cevabı, Hizmet’in bundan sonra ne olacağıyla ilgilidir” diyorum.
Cemaat mevcut haliyle devam edecekse asla olmamalıdır. Bir daha bir muhabir, “x belediye başkanının belediye otobüslerine kendi benzin istasyonundan yakıt alma zorunluluğu getirdiğini” belgelediğinde, cemaatin o hafta belediyenin tiyatro salonunu kullanacağı gerekçesiyle haberinin girmemesi gibi bir durumla karşılaşmamalı.
Bir muhabir, bir belediye başkanının Halk Ekmek büfelerine kendi oğlunun fırınından ekmek alma zorunluluğu getirdiğini belgelediğinde, daha gazeteye bile ulaşmadan, falanca abinin “Bizim okulumuz o belediye sınırları içinde, haberi girmeyin” telefonu ile karşılaşmamalı.
Bunlar sadece kendi yaşadıklarımdan iki küçük örnek. Daha onlarcasını sıralayabilirim ama bu kadarı kafi. Maksat kimseyi hedefe koymak değil.
Fakat 17 Aralık sabahı kalkıp “Aa bunlar yolsuzluk yapmışlar meğerse” dediğinizde de inandırcı olamıyorsunuz işte.
Sorunuza geri dönecek olursam, Cemaat’in bir medyası olup olmamasının bazı şartlara bağlı olduğunu düşünüyorum.
Belli başlı kırmızı çizgiler koyar, bunlardan hiç şaşmaz, ‘Hizmet işleri ile gazetecilik işlerini’ birbirine asla karıştırmazsa neden olmasın… Ancak bunun hiç de kolay olmadığını kabul etmek gerekir.
Dünya üzerinde neredeyse her grubun, her ideolojinin, siyasi görüşlerin gazeteleri var. Bunlar demokrasinin parçası olan baskı gruplarıdır.
Hizmet medyasının handikapı ise şuradaydı: “Cemaat Türkiye’yi yönetiyor. Yargısı, emniyeti, askeri, bürokrasisi ve onların operasyon merkezi olarak medyası var. Örgütlü bir şekilde hareket ediyorlar.” algısı oluştu. Kimileri bu algıdan rahatsız da olmadı. Öyle olunca da cemaate duyulan bütün öfke, müşahhas olarak medyasına yöneldi.
Yalnız burada lütfen kimse diğer gazeteler ve onların ticari ilişkileri üzerinden örnek getirmesin. “Biz örneği kendinden bir hareketiz” diyorsanız, kendinizi savunmaya geçerken de su-i misal üzerinden misal oluşturmamalısınız.
Diğer alanlarda olduğu gibi medya yönetiminin de objektif başarı kriterleri, hesap verebilirliği olmalı. Sabit bir cemaat okur kitlesine ve süreklilik arzeden abone kampanyalarıyla yüksek tirajlara sahip olduğunuzda, kendinizi objektif değerlendirmeden muaf hale getiriyorsunuz. Çıkardığınız gazetenin başarısını test edeceğiniz piyasa şartlarına girmemiş oluyorsunuz.
Burada okuyucuya da büyük görevler düşüyor. Mesela Türkiye, AKP’nin yolsuzluklarından ilk kez 17 Aralık’ta haberdar olmadı. Gemi ve gemicikler, Abdullah Unakıtan’lar, Ali Dibo’lar, örtülü ödenekler, havuz iddiaları, Şaban Dişli’ler, Galataport’lar, Ofer’ler vs. hepsi herkesin gözünün önünde oldu. Peki eğri oturup doğru konuşalım; Zaman okuyucusu da bu yolsuzluklara karşı tavır geliştirmedi. Gazetesini arayıp da biz bu haberleri niye kendi gazetemizde okuyamıyoruz demedi. O yüzden de herkesin kendine bir ayna tutması şart diyorum.
Lafı şuraya getireceğim; bu konuyu, içinden geçilen süreçlerden soyutlayarak tartışamayız. Bu Türkiye’nin genel bir sorunu. Kutuplaşmanın, kabile kültürünün başımıza açtığı büyük bir bela bu. Sadece cemaatin değil, bütün kesimlerin içinde bulunduğu bir açmazdı. Hep bir ‘büyük resme’ odaklanıldı. Diğer gazeteler de bu yolsuzlukları yazarken yine aynı ‘kabile’ refleksleri ile yazdı. Onların da kendilerine göre başka yumuşak karınları vardı. Mesela kendi grup ya da holding çıkarları aleyhine yayıncılık yaptıklarını göremezsiniz. Hele bugünkü hallerine baktığınızda iğrenmemeniz mümkün değil. Görüyorsunuz işte. Tek kelime bile edemezler. ‘Özeleştiri’, bütün yayın grupları ve bütün kesimler için geçerli. Murat Sabuncu’nun dediği gibi, bundan böyle Türkiye’de yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç var.
Şunu önemle vurgulamak isterim: Haydi AKP medyası ve kendini merkezde gören ama yandaşlardan farkı kalmayan gazeteciler de 15 Temmuz’u adam gibi sorgulasa ya! Bakın mesela ‘cemaatçi gazeteciler’ diye küçümsedikleri isimler, objektiflerini olayın bütün taraflarına yöneltiyor.
Haydi o yandaşlar da Erdoğan’a 15 Temmuz çelişkilerini, soru işaretlerini, karanlık noktaları yöneltseler ya! Hulusi Akar, Hakan Fidan, Yaşar Güler, Zekai Aksakallı niye mahkemelerden kaçıyor diye soruştursalar ya! Niye Meclis’ten kaçtılar, adam gibi sorsunlar bakalım. Ondan sonra gazetecilikten bahsetsinler. Bugün Türk medyası dediğiniz şey, bir iki istisna haricinde korkaklardan ve çanak yalayıcılarından oluşmaktadır.
Kırgınlıklarınız?
Kırgınlık mı? Bir kaç yıl önceki halimle şimdiki halimi kıyaslıyorum da ben bile kendime inanamıyorum. Nasıl bu hale geldim? Beynime mi ruhuma mı bilmiyorum ama bir yerlere sanki görünmez bir lobotomi uygulandı ve bende büyük bir boşluk oluştu.
Milliyetçi bir insan değildim ama Boğaz’dan her geçişimde başımı çevirir Nakkaştepe’deki o dev Türk bayrağını seyrederdim.
‘Memleket’ kelimesi ve ifade ettiği anlamlar benim için hep duygulu, hep şiirsel, hep sanatsal olmuştur. Orta 1 veya 2’deydim. Kaldığım yurdun penceresinden caddeyi izliyordum. Köyümden birini yoldan geçerken gördüm. Hiç bir özel muhabbet beslemediğim, belki adını bile bilmediğim bu adamı gördüğümde anne babamı, kardeşlerimi görmüş gibi etkilenmiş, ağlamaya başlamıştım.
‘Gurbet’ duygusu beni hiç terketmedi. Koca adam olduğumda bile… Ve buna bir de Orhan Pamuk’un derin derin işlediği gibi ‘eşya’nın bende ne kadar anlamlı olduğunu da ekleyeyim. O eşyaların anlamlandırdığı anları, anıları, sevdaları, memleket hissini, gurbet hissini kastediyorum. Kendime ait bir eşyayı Beyazıt Çınaraltı’ndaki işportacıya satmak zorunda kaldığımda dönüp dönüp ona baktığımı, uzaklardan bir müddet onun diğer eşyalar arasındaki duruşunu, sanki bana sitem edercesine kalışını izleyip de hüzünle ayrılışımı hatırlıyorum.
Şimdi bütün bir memleketi terkedip gittim. Yalnız içerideki arkadaşlarım, sevdiklerim var gözümde. Onun dışında Türkiye’ye dair hiç bir şeyle karşılaşmak istemiyorum. Memleketimden tek bir insan bile görmek istemiyorum. 11 yaşında pencerede ağlayan o çocuğun nasıl bu hale geldiğine inanamıyorum.
Kırgınlık mı? 7 yaşındaki oğlum, Türkiye’yi hatırladığında geçenlerde şöyle bir şey söylemişti: “Özlemesi hiç bitmeyecek özlemlerim var benim…”
Ona bunu yaşatanlara kırgınlığım var mı? Bülent Keneş’in dediği gibi, “80 milyon kırgınlığım var”… Yoksa kızgınlık mı, acımak mı tam adı, bilmiyorum. En çok da beni tanıyıp, arkadaşlık edip bana ‘öcüymüşüm gibi’ davrananlara… Bir hokkabazın algı oyunları ile bana ‘terörist’ gibi muamele edenlere… “Hain! Dön de yargılansana!” diyen zavallı 20 yıllık arkadaşıma… Arkadaşlarıma… Meslektaşlarıma… Ve iyilik gördüğü bu güzelim insanlara bu gaddarlığı reva gören bütün vefasızlara…
“Asil millet”?
Mehmet Akif’in “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz” dediği zamanlarda kalmış bir eski zaman söylencesi…
Müstakbel İstikbal?
Ben kendime bir gelecek hayal etmiyorum artık. Benim için yegane mutluluk, suçsuzluklarına tek tek şahitlik edeceğim bütün dostlarımın, canım arkadaşlarımın, meslektaşlarımın, haksız yere hapislerde yatan onbinlerce masumun özgür olduğunu görebilmektir. Onun dışında herhangi bir hayalim, beklentim yok. Kendime dair, ülkeme dair kurduğum bütün düşler hazan vurmuş yapraklar gibi savruldu gitti. Sadece yazabileyim yeter.
Geçenlerde arşivimi karıştırırken bir eski fotoğraf çıktı karşıma. Ankara’da oturduğumuz evin salonunda çekilmiş, oğlumun muzip bir anıydı. Evin küçük bir bölümü görünüyordu. Bir müddet çakıldım kaldım. Hem sanki aradan asırlar geçmiş gibiydi hem de her şey o kadar canlıydı ki, daha dün gibiydi. Sanki o fotoğraftan içeriye girsem her şeye kaldığı yerden devam edecekmişim gibi geldi bana. Eve dair her şey hafızamda yerli yerindeydi. Elektrik düğmesinin yeri, televizyon sehpasının yanındaki vazo, hangi rafta hangi kitaplarımın olduğu, holdeki mini müzemiz… Bir filmin içinde bir sahneden geçmişe yolculuk yapan kahramanlar gibiydim. Sonra “Bütün bunlar bir kabus olsa. Sabah kalktığımda hepsinin kötü bir rüya olduğunu görsem” diye düşündüm. Peki hangi sabaha uyanmak isterdim? Uyanacağım sabahın, hangi tarihin sabahı olmasını dilerdim? 15 Temmuz öncesindeki herhangi bir sabaha olacağı kesin ama kendime uyanacak adam gibi bir sabah bile bulamadım. Bu ülke bize böyle bir sabah bile vermemiş, onu anladım.
Mesleğe ilk başladığımda diğer gazetelerde çalışan bazı yaşlı, duayen gazetecilerle uzun uzun tartışırdık. Onlar Türkiye’nin kolay kolay düzelmeyeceğini, hiç bir şeyin iyiye gitmeyeceğini savunurdu. Bense yeni Anadolu’dan, yeni uyanıştan, ‘derin Türkiye’den söz eder umut dolu konuşurdum. “Siz, içinden geçtiğiniz tarihin kötü tecrübelerinden kaynaklı, öğrenilmiş bir umutsuzluk içindesiniz. Göreceksiniz, yanılacaksınız” derdim. İşte o gün umutla konuşmama neden olan insanlar ve onların ufkudur bugün tasfiye edilip zindanlarda, Meriç’lerde soldurulup giden… O meslek büyüklerimden biri şöyle demişti: “Senin yaşındayken ben de böyle konuşurdum. Ama sen benim yaşıma geldiğinde benim kadar bile umutla konuşamayacaksın”
Öyle oldu nitekim. Çok daha kötüsü oldu. Tahmin bile edemeyeceğim, rüyamda görsem kabus deyip ter içinde uyanacağım şeyleri gün gün yaşadım, yaşıyorum. Ki benden binlerce kat fazlasını yaşayanlar var. Onların yanında kendi hüznümden söz etmek saygısızlık olur.
Türkiye, hayata umutla başlayan her neslin hayallerini, bir öncekilere göre çok daha derinden çiğneyip ibret olsun diye meydanda sallandıran ülkenin adıdır.
Bu ülkede öyle büyük büyük, uzun uzun hayaller kurulmaz artık.
Son söz?
Benimkisi de binlerce görüşten bir tanesidir. Mutlak doğruyu temsil ettiğim iddiasında değilim. Dileyen kayda değer bulup istifade edebilir, dileyen eleştirebilir.
Ben diğer röportajlarınızın tamamından çok istifade ettim. Hepsinden bir şeyler aldım. Elbette katılmadığım yerler de oldu. Okuyucular benim sözlerimden de bazılarına katılacak, bazılarını eleştirecek. Zaten olması gereken de bu. Ama hiç konuşmazsanız, hiç tartışmazsanız, hep önünüze konulanı doğru kabul ederseniz bir gün böyle akvaryumunun camları kırılmış Japon balıkları gibi kalakalıyorsunuz. O yüzden bu röportajlar dizisini düşünüp hayata geçirdiğiniz için tebrik ederim. Bana da bu fırsatı verdiğiniz için ayrıca teşekkürler…