Eğer 15 Temmuz ve Cemaat üzerine konuşacaksak, görmezden gelinemeyecek bazı hadiseler var.
Bilhassa o güne ve o haftaya dair…
Nasıl ki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ve diğer bazı aktörlerin cevaplaması zaruri onlarca soru duruyorsa, Cemaat’in de o güne dair açıklık getirmesi mecburi noktalar var.
Ki bunlar, aynı zamanda darbe girişiminin Cemaat’in üzerine yapışmasına neden olan faktörler arasında.
Ben sadece bazı parçalar getireceğim önünüze.
Bunların bazıları zaten 5 yıldır konuştuğumuz ve sadece konuşmakla kaldığımız, sadre şifa tek bir cevap alamadığımız noktalar olacak.
Bazıları da yeni bilgiler…
****
15 Temmuz haftasına gidelim…
Cemaat içerisinde apayrı bir gerilim göze çarpıyordu.
Dünya çapında bir ‘hâcet namazı’ seferberliği başlatılmış ve özel bir hâcet duası dağıtılmıştı.
17-25 Aralık olalıberi bu gündem hep vardı belki ama bu seferki başkaydı. Bu kez bireysel kılınmayacaktı. Yatsı namazından sonra hâcetler cemaatle kılınacak ve ortak dua yapılacaktı.
Bunun dünya genelinde, Hizmet’in olduğu bütün ülkelerde eşzamanlı olarak uygulanacak ortak bir gündem olduğu söylenmişti.
Bazı yerlerde Fetih sureleri, bazı yerlerde Yasin’ler dağıtılmıştı.
Kimi yerlerde yatsı namazı ile sabah namazı arasını dua ile geçirme gündemi de gelmişti.
Olağanüstü bir hal olduğu belliydi.
Bir çeşit seferberlik haliydi.
Bir şeyler oluyordu.
****
Ne oluyordu?
Hareket’in tanınmış isimlerinden Prof. Osman Özsoy’un, “Ben bir profesör olacağıma keşke bir albay olsaymışım, bu süreçte daha fazla hizmet ederdim,” derken ima ettiği türden şeyler olabilir mi mesela?
Ama nasıl?
“Bakın bu süreçlerin tamamını bitirmek çok kolay. Bu süreç çok yakın bir sürede Allah’ın izniyle sona erecek,” diyordu.
Ne olacaktı?
Belki de ‘yatakta basıp şafakta asacaklar’dı…
Ama yine de yüzler kıbleye döner, eller semaya açılırken Cemaat tabanında kimsenin aklına darbe gibi bir şey gelmiyordu.
Nasıl gelsindi ki?
Yıllarını verdikleri ve sokağa çıkıp eylem yapmamayı, slogan dahi atmamayı öğütleyen prensiplerini övünerek sahiplendikleri camia ile bir askeri darbeyi muhayyilelerinde dahi yan yana getiremezlerdi.
****
Ama o, bardağın su tarafıydı.
Bir de zeytinyağı mahalli vardı.
Ve oralarda bir yerlerde hazırlıklar yapılıyordu.
Erdoğan idaresinin 3-4 yıllık o fermantasyon süreci netice vermişti artık, maya tutmuştu.
Türkiye’de farklı farklı grupçuklar darbeyi konuşuyor, bir darbe bekliyordu.
‘Everybody knows’ başlıklı yazımda da bahsettiğim gibi, herkes her şeyi biliyordu.
“Rus istihbaratı biliyordu, Türk istihbaratı biliyordu, İngiliz istihbaratı biliyordu, Perinçek biliyordu, Aleksandr Dugin biliyordu, Melih Gökçek biliyordu, Hasan Atilla Uğur biliyordu, Yeni Şafak biliyordu, ’13 yaşında milli olan’ bile biliyordu…”
****
Cemaat’e yönelik psikolojik savaş da meyvesini vermişti.
Kanırta kanırta yapılan baskınlar, çökmeler, el koymalar, hapse atmalar, hapisten çıkarmamalar, küfürler, kıyametler, hakaretler artık herkesin canına ‘tak’ etmişti.
Birileri fena bilenmiş, ‘inceldiği yerden kopsun’a gelmişti.
‘Ne olacaksa olsun’du…
Cemaat önce psikolojik olarak buraya getirildi.
Önce psikolojik savaşı kaybetti.
Hareket’in askeriye içerisindeki gücünü bilen bazı ‘abiler’ özgüven içerisinde, “Bu süreç daha fazla sürmez. En geç bu yaz biter,” diyordu.
O özgüven bir çoğunda vardı.
Osman Özsoy’a, “Bakın bu süreçlerin tamamını bitirmek çok kolay. Bu süreç çok yakın bir sürede Allah’ın izniyle sona erecek,” dedirten de aynı güvendi işte.
****
Dönemin fotoğrafını çekmek üzere bir örnek olay anlatacağım size.
Türkiye’de emniyet teşkilatında görev yapıp da o sırada ABD’de bir üniversitede akademisyen olarak bulunan M.H., kız kardeşinin düğünü için memleketine gitme hazırlıkları yapmaktadır.
Kendi anlatımına göre 2016 Haziran ayında, Bora müstear isimli Cemaat abisi kendisini ziyarete gelir.
Ona 22 Temmuz’da kız kardeşinin düğünü olduğunu, bu yüzden Türkiye’ye gideceğini söyleyince, “Sakın gitme. Türkiye’de darbe olacak,” karşılığını alır.
Aralarında hararetli bir konuşma başlar.
Devamını M.H.’den dinleyelim: “Bana dedi ki, ‘Darbe olacak. Kesin. ABD’den onay aldık. En üst düzeyden onay alındı. 6 ay önce görüştüğümüzde, hayır demişlerdi, size destek vermeyiz, sonucu tanımayız demişlerdi ama artık tamam dediler.’ Aynen bunları söyledi. İnkâr ederse kendisi ile yüzleşmeye hazırım.”
****
Ben bu iddiaları Bora müstear isimli kişiye de yönelttim. Cevabı şöyle oldu: “Evet, bahsettiğiniz üzere M.H.’yi ziyaret ettim. Kendisi ile zaten bir kere görüştüm, o da oydu. Ama bu Hizmet görevi çerçevesinde yapılan bir görüşme değildi. Çünkü zaten o sırada benim Hizmet’te hiçbir vazifem yoktu. Amerika’ya akademisyen olarak gelmiştim. Bulunduğumuz bölgede üç-beş Türk aileyiz zaten, ara ara birbirimizi ziyaret etmemiz normal. Tamamen ailevi bir buluşmaydı. Darbe ile ilgili iddialarına gelince… ‘Türkiye’ye gitme’ dedim, onu iyi hatırlıyorum ama bu, devam eden sürecin hukuksuzlukları nedeniyleydi. Bildiğiniz üzere bir çok soruşturmalar açılmıştı. ‘Gideni alıyorlar, hakkında soruşturma açılır, başına iş alma’ diye söyledim. ‘Darbe olacak’ vesaire demedim. Yok ‘Amerika’dan izin aldık’, yok ‘darbe olacak’… böyle şeyler söylemedim. Bu nasıl söylenebilir? 2 çocuğum var, üzerlerine yemin de edebilirim. Kesinlikle böyle bir şey demedim. Bunların çoğunu bana o söyledi. 26 Ağustos’ta benim eğitimim bitiyordu, Türkiye’ye dönecektim. O da bana benzer şeyler söyledi.”
Kendisine, M.H.’nin yüzleşmek istediğini aktardım.
Fakat buna yanaşmadı. Gerekçesini de şöyle dile getirdi: “M.H., sözüne itimad edilmeyen biri. O yüzden kendisiyle yüzleşmeyi uygun görmüyorum.”
****
Daha sonra M.H. ile tekrar görüştüm. Kendisi, “Söylediklerimden en ufak bir şüphem yok. Aramızda geçen diyaloğu çok net hatırlıyorum. Bu konuda kafamda ‘acaba’ bile yok. Yanlış anlaşılacak, başka yere çekilecek muğlak sözler değildi. Çok açıkça bunları söyledi bana. Ne zaman isterse yüzleşebiliriz. Çocukları üzerine yemin ediyorsa ben de çocuklarım üzerine yemin ederim ki anlattıklarım doğru,” cümleleri ile iddiasının arkasında durdu.
Bununla da yetinmeyip konu üzerine çalıştım.
Aynı bölgede yaşayan ve her ikisini de tanıyan bir başka akademisyenle de görüştüm.
Kendisi de eski bir emniyet müdürü olan bu akademisyen, M.H.’yi doğruladı. “Bora Bey bana da benzer şeyler söyledi,” dedi.
Bora’nın, Cemaat’in Amerika’daki polislerle ilgilenen mahrem görevlilerinden biri olup olmadığı sorusuna karşılık da “Evet. Bu konuda da M.H.’nin söyledikleri doğru,” cevabını verdi.
Başka kanallardan yaptığım araştırmada Bora müstear isimli kişinin gerçekten o dönem Cemaat’in ABD’deki mahrem biriminde görev aldığını söyleyenler de oldu reddedenler de…
Bu muğlaklık zaten Cemaat’in en büyük problemlerinden biri olmaktan başka, uğradığı felaketin de en önemli sebepleri arasında.
Nihayetinde benim ulaştığım bilgilere göre Bora müstear adlı kişi, ‘darbe’ ile ilgili bu sözleri söylemiş ama yukarıdan aşağı hiyerarşik bir bilgilendirme görevi çerçevesinde yapmamıştı bu konuşmayı.
O sırada bu konunun bazı mahfillerde sürekli konuşulduğu, Bora’nın da bunları işittiği, yaptığı ziyaretlerde de konu Türkiye’den açılınca dostane uyarı çerçevesinde bu bilgileri paylaştığı ifade ediliyor.
****
Burada konumuz aslında ne ‘Bora’ müstear isimli şahıs ne de muhatabı olan polisler.
Bir dönemin psikolojisini, söylemini, diyaloglarını anlatmak için bu kesiti sundum.
Üzerine yoğunlaştığım şey, o dönem Cemaat içerisinde bu ‘darbe’ meselesinin nerelerde, nasıl konuşulduğuna küçük bir örnek sunabilmek.
Mesela orada Bora’nın, “Amerika’dan en üst seviyede onay alındı,” dediği iddiası var.
Buna biz başka nerede rastlıyoruz?
Örneğin Ankara’da TÜRKSAT’a gönderilen sivillerin yargılandığı davada ifade veren ve “Artık bu dakikadan sonra bazı gerçekleri saklamanın anlamı yok,” diyerek itiraflarda bulunan elektronik mühendisi U. Ö.’nün açıklamalarında…
Ne diyordu U.Ö..: “15 Temmuz günü saat 20.00 sıralarında darbe girişiminden haberim oldu. İş görüşmesi için çağrıldığım evde bulunan R. G. (Fuat kod isimli mahrem imam), eliyle omzunu işaret ederek ‘Amcalar ABD ile anlaşmış. Bütün komuta kademesi anlaştı. ABD ve NATO’dan izin var, müdahale olacak’ dedi.”
Buna başka nerede rastlıyoruz?
Bu yazı disinin 24. bölümünde…
Mehmet Değerli’nin, Adil Öksüz’ü referans göstererek, “Bu adamı (Erdoğan’ı) götürecekler. Halis (Hulusi Akar) İngiltere ile anlaşmış,” dediğini yazmıştım. Bunun Kamp’ta, “Hulusi Akar varsa o zaman Amerika da vardır, NATO da vardır, AB de vardır,” şeklinde yorumlandığını da…
****
Garip olan şu; o günlerde yandaş medyada ve kimi ulusalcı mecralarda Cemaat’in darbe yapabileceğine ilişkin birtakım yazılar çıkıyordu.
Misal, 8 Mart 2016 tarihinde Oda TV’de Osman Başıbüyük imzalı, “Cemaat’in tek kurtuluşu: Darbe” başlıklı analiz…
Türkiye gazetesinden Fuat Uğur da 2 Nisan 2016 tarihli, “Cemaat’in ’Hususileri’ darbe için Ankara’da toplandı” ve 21 Nisan 2016 tarihli “Cemaatçi askerlere son uyarı: Tavuk ‘tar’da sayılır” başlıklı yazıları ile açık açık bunu dillendiriyordu.
Havuz medyasında, Cemaat’in ordudaki gücüne ilişkin yorumlar yapılıyor, oranlar veriliyordu.
Yine daha önce benim de yazdığım üzere, Ankara Emniyeti’nde bir şube müdürü, 2016 Haziran ayında bir gazeteciye, “Paralelciler 40 gün içinde bir darbe yapacak,” istihbaratını aktarıyordu. Darbe girişiminden sonra aynı gazeteciye, “Burda bunu bilmeyen yoktu ki,” diyerek kendini savunacaktı.
****
Fakat diğer taraftan Cemaat içinde de bunu doğrulayacak şekilde fısıldaşmalar oluyor, konuşmalar yapılıyordu.
Şu süreçte konuştuğum bazı eski subaylardan da benzer şeyler dinledim. Ya kendi arkadaşlarından ya bir Cemaat abisinden “Yakında bir şeyler olacak, sen de içinde ol,” benzeri cümleler işittiklerini anlatıyorlar.
Bunların sayısı azdır belki ama yine de bir şeye tekabül ediyor.
2007 yılından beri mahrem birimlerde görev yapan bir sivil imam, “Ben 2014’ten itibaren darbe yapılabileceğini işitiyordum. Dedikodu olarak… Bir ara bu mesele o kadar ayağa düşmüştü ki, işin cılkı çıkmıştı. Herkes bunu konuşuyordu. Biz bunu duyuyorsak adamlar (iktidar ve istihbarat) nasıl duymasın?” sorusunu yöneltiyor.
****
Böyle böyle geldik 15 Temmuz haftasına.
Dünya genelinde hâcet namazları kılınıyor, Fetih sûreleri okunuyordu.
O sırada Ankara ve İstanbul başta olmak üzere bazı illerde, Cemaat’in çok gizli mahrem evlerinde darbe toplantıları yapıldığına dair onlarca ifade var.
O toplantılara katılan sivil ve askerlerden bazıları itirafçı olmuş ve detaylı bir şekilde bu toplantılardan bahsediyor.
Tek tek bunlara girmeyeceğim, çünkü oldukça fazla bir yekûn tutuyor. O apayrı bir çalışmanın konusu olabilir.
Tam o günlerde kimi mahrem abiler, ilgilendikleri askerleri çağırıyor, “Bugünlerde bir şey olacak. Komutanın ne emir verirse yap,” diye tembih ediyordu. Bununla ilgili de elimde onlarca ifade var.
Bunlar içerisinden özellikle mahkeme safahatında da savunmasını tekrarlayanlara yoğunlaştım.
Sadece bir örnek verelim.
İstanbul 29. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen bir darbe davasından…
Anadolu yakasındaki bir jandarma karakolunda görev yapan Astsubay M.Ö., Cemaat abisi Baki müstear isimli R.Ş.’nin 11 Temmuz veya 12 Temmuz’da kendisini aradığını, acilen görüşmeleri gerektiğini söylediğini, Ümraniye’de bir yerde buluştuklarını ve R.Ş.’nin kendisine, “Bugünlerde seni bir rütbeli arayacak. Aradığında şaşırmamalısın. O komutan ne emrederse yap,” dediğini anlattı.
M.Ö.’nün ifadesine göre, 15 Temmuz günü saat 16.46’da kendisini Sabiha Gökçen Havalimanı Karakolu Komutanı Yüzbaşı Dursun Şahin aradı ve oraya gelmesini emretti.
Bu, Cemaat abisi R.Ş.’nin kastettiği emirdi.
Saat 21.30-22.00 civarı havalimanına gittiğini anlatan M.Ö., burada kendisi gibi başka birliklerden çağrılmış askerlerin de olduğunu ve hiçbirinin bir şeyden haberinin olmadığını ifade etti.
Anlatımına göre Yüzbaşı Dursun Şahin, kendilerine silah almalarını ve hücum yeleği giymelerini emretti. Ancak ilerleyen saatlerde darbe olduğu anlaşılınca hiçbiri silah kullanmamış, sabaha kadar bir yerde bekleyip sonra sivil olarak oradan uzaklaşmışlardı.
****
Bu anlatılanlar, adı geçen mahrem imam R.Ş.’ye de soruldu.
R.Ş. hem savcılık ifadesinde hem de duruşmalarda M.Ö.’nün anlatımını teyid etti.
Kendisini de o günlerde bağlı olduğu mahrem imam Ö.’nün aradığını ve bu görevi verdiğini dile getiren R.Ş., sadece denileni yaptığını, darbeden haberinin olmadığını savundu.
Mahkeme, bu açıklamaları R.Ş.’nin bahsettiği Cemaat abisi Ö.’ye de yöneltti.
Ö., hem savcılıkta hem de mahkeme sırasında R.Ş.’yi doğrularken kendisine de talimatı, bağlı bulunduğu E.D. isimli Cemaat abisinin verdiğini öne sürdü.
Sadece Astsubay M.Ö.’ye değil, Astsubay M.A.A.’ya da bu şekilde ulaşıldığını ekledi.
Mahkeme, burada adı geçen Astsubay M.A.A.’ya da aynı soruyu yöneltti.
O da mahrem imam Ö.’yü doğrulayarak şunları dile getirdi: “Asım müstear isimli şahısla (Ö.’nün altında görev yapan ve M.A. A.’nın abisi olan mahrem imam) darbe girişiminden önceki Salı günü saat 23.00 sıralarında Çekmeköy Şahinbey Caddesi’nde Dilaver Cafe’de buluştuk. (…) çay içtik ve sokağa çıktık. Dolaşırken kendisi bana, ‘Kardeşim seni Çarşamba veya Perşembe günü asker bir şahıs arayacak ve sana bir şey söyleyecek. Senin de cevabın olumlu olsun. Kötü bir şey değil, iyi bir şey olacak’ dedi. Ben de şüphelenmediğim için ‘Tamam’ dedim.”
Devamında Astsubay M.A.A. da tıpkı Astsubay M.Ö. gibi darbe günü saat 17.30 sıralarında kendisini Sabiha Gökçen Havalimanı Karakolu Komutanı Yüzbaşı Dursun Şahin’in aradığını ve oraya çağırdığını anlattı.
Gerisi, daha önce M.Ö.’nün aktardığı gibi…
****
Kafası karışanlar için şöyle özetleyeyim: İstanbul Anadolu yakasında E.D. isimli bir mahrem imam var. Bölge müdürü seviyesinde.
12 Temmuz Salı günü, altında görev yapan Ö.’yü “Çok hayati bir konu var, acil görüşmemiz lazım,” diyerek çağırıyor.
Buluştuklarında da, “Senin biriminde görev yapan astsubaylar M.Ö. ve M.A.A.’ya söyleyin, bugünlerde onları bir rütbeli komutan arayacak. Ne derse yapsınlar. Çok önemli,” diyor.
Ö. de vakit geçirmeden kendisine bağlı çalışan sivil imamlar R.Ş. ve Asım’a ulaşıyor.
R.Ş., abiliğini yaptığı Astsubay M.Ö.’ye ulaşırken Asım da kendi ‘talebesi’ olan Astsubay M.A.A. ile görüşüyor.
Sonra her iki askeri de 15 Temmuz Cuma günü Yüzbaşı Dursun Şahin arayıp Sabiha Gökçen’e çağırıyor.
E.D. hariç, burada adı geçenlerin hepsi, olayı bu şekilde doğruluyor ve detaylar veriyor.
Anlaşılacağı üzere, silsile halinde yukarıya doğru giden bir trafik var.
****
Bu arada Ö., başka mahrem imamların da tıpkı kendisi gibi bağlı bulunan askerlere ulaştığını daha sonradan öğrendiğini kaydetti.
Onlardan biri, M.B. isimli bir mahrem imam.
O da duruşmalar sırasında bunu itiraf etti.
Tıpkı Ö. gibi kendisinin de ilgilendiği askerleri bu şekilde görevlendirdiğini ama darbeden haberinin olmadığını, sadece ‘yukarıdan’ gelen talimatı yerine getirdiğini söyledi.
M.B., 15 Temmuz akşamı yaşadıklarını ise şu şekilde paylaştı: “Darbe girişiminin olduğunu öğrenir öğrenmez Tango uygulaması üzerinden E.D. isimli şahsa (Kendisinin bağlı bulunduğu mahrem abi) ulaşarak bu olayın 13 Temmuz’da bana vermiş olduğu talimatla ilgisinin olup olmadığını öğrenmek için ’Neler oluyor?’ diye yazdım. O da bana ‘Şu an bekleyelim, Fetih suresini okuyalım’ dedi.”
****
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
İddianamelerde, 15 Temmuz girişimine aktif katıldığı öne sürülen 63 mahrem imamın adı geçiyor. Bu, bir yönüyle hiç de az bir sayı değil. Fakat diğer taraftan binlerce mahrem imam olduğu göz önünde bulundurulursa, bu o kadar dar tutulan bir gelişmeydi ki çoğu mahrem imamın bile haberi yoktu ve hiç olmayacaktı. Tıpkı Cemaate sempati duyan binlerce askerin, polisin, hakim ve savcının da olmayacağı gibi…
Birileri bilmedikleri bir murad için Allah’ın huzuruna duruyor, dua ediyor ve Fetih okuyorken başka birileri de bilinmeyen bir yerlerde bambaşka hazırlıklar yapıyordu.
İşte zeytinyağı ile suyun ayrıştığı yerler buralardı.
****
Bu şekilde bazı görevlendirmeler yapıldıktan sonra 15 Temmuz akşamı da benzer talimatlar devam etti.
Yine bir örnek vereyim…
Ankara’da görev yapan bir karacı subay, her şeyden habersiz evinde otururken saat 22.10’da mahrem abisinden bir mesaj alıyor. “Kamuflajını giy, silahını al, karargâha git, ne emir verilirse yap” şeklinde…
O da denileni yapmak üzere harekete geçiyor. Fakat dışarı çıktığında taksi bulamıyor.
22.50’de ‘abisi’ kendisini yeniden arıyor ama bu kez, “Kandırıldık. Hemen evine git, çıkma. Kim, ne emir verirse versin sakın yapma!” diye uyarıyor.
Bu sayede darbeye karışmaktan kurtulan bu subay, günler sonra o mahrem abisini Kızılay’da bir yerde görüyor ve o akşam yaşananları soruyor.
Mahrem abisi de kendisine “Bile bile seni tehlikeye atar mıyım? Bana ne söylendiyse onu yaptım. İlk önce farklı bilgi geldi, sonra bu işin oyun olduğunu söylediler. Ben de derhal seni aradım ve uyardım,” diyor.
****
Peki o sırada Fethullah Gülen’in yaşadığı Kamp’ta neler olmaktadır?
Misafir olarak o anlara şahitlik eden birçok kişi, aslında her şeyin doğal akışında ilerlediğini, Gülen’in hiçbir sıra dışı tavır veya olağanüstülük göstermediğini, olaylardan habersiz olduğunu anlatıyor.
Fakat bir de görünmeyen kanallar vardı. Su ile zeytinyağının ayrı ayrı yoğunlaştığı…
Örneğin, bir iddiaya göre Türkiye saati ile 20.00 civarlarında bazı mahrem imamlar ısrarla Kamp’a ulaşmaya çalışıyordu.
O gün Kamp’ta nöbetçi olduğu iddia edilen, dönemin “Emniyet İmamı” Kasım müstear isimli Hamza Sevinç’e ulaşanlar oldu.
Kendisine, “Sızdı, sızdı” şeklinde mesajlar gelmesi üzerine gelişmeleri an be an Gülen’e arzettiği iddiaları var. Hatta atılacak gazete manşetlerini dahi Kamp‘tan dikte etmeye çalıştığı anlatılıyor. Yani orada da herkes, her şeyi biliyordu.
Bunları Hamza Sevinç’in kendisine de sordum. İddiaları reddeden Sevinç, o gün kampta nöbetçi olmadığını ve kendisine bu tür mesajlar gelmediğini ileri sürdü.
O gün olaylar tamamen bittikten sonra Kamp’a intikal ettiğini söyleyen Sevinç, içeride büyük bir şok havasının var olduğunu ve herkesin dua ettiğini aktardı.
Ancak ben birçok kanaldan Sevinç’in sözlerinin gerçeği yansıtmadığını, o gün nöbetçi olduğunu, o gün baştan itibaren Kamp‘ta bulunduğunu, bir sürü görüşme gerçekleştirdiğini ve sahadan gelen mesajları anlık olarak Gülen’le paylaştığını doğruladım.
****
Bu arada ‘Sızdı, sızdı!’ şeklindeki mesajlar bize neyi hatırlatıyor?
33. bölümde bahsettiğim üzere Hakan Çiçek’in Akıncı Üssü’nden ‘Eczacı Abdi’ olarak kaydettiği Molla Abdullah Bayram’a gönderdiği öne sürülen mesajları ve 3 dakika 51 saniyelik FaceTime görüşmesini…
Hâkeza Cevdet Türkyolu’nun oğlunun numarası üzerinden yapılan 35 saniyelik bir diğer görüşmeyi de…
Dava dosyasındaki iddialara göre Hakan Çiçek, Kamp’ta bulunan Molla Abdullah Bayram üzerinden Gülen’le görüşmüş ve darbe hazırlığının sızdığını bildirmişti.
Peki bu iddia doğru muydu?
Benim yaptığım araştırmaya göre doğru.
Çiçek’in gerçekten de o akşam Kamp’ı aradığını, “Gerekirse namazı bozun” dediğini ve can havli ile son gelişmeleri paylaştığını teyid eden kaynaklar var.
****
O sırada Fethullah Gülen hemen darbe karşıtı bir açıklama ya da canlı video mesaj yayımlayamaz mıydı?
Bu soruya kısa yoldan ve basitçe, “Evet, yayımlayabilirdi” diyebilirsiniz.
Peki öyleyse neden olmadı?
Üzerinde düşünelim.
“Bekleyelim, görelim” diye düşündüğünden olabilir mi?
Veya darbenin başarılı olmasını istediğinden?..
O halde size bir kaç bilgi daha aktarayım.
Ankara’dan Kamp’a ulaşan haberlerde, “Merak etmeyin, psikolojik üstünlük bizde,” deniyor.
Belli saatlere kadar hep olayların kontrol altında olduğu mesajları iletiliyor.
****
O saatlerde Cemaat içinde de hummalı bir trafik yaşanıyor.
Hiçbir şeyden haberi olmayan insanlar, olayı anlayabilmek için birbirine veya ‘abi’lerine soruyor.
En yukarılardan bir örnek vereyim.
ABD’deki bazı gönüllüler, o sırada ülke imamı olan Mehmet Yaşa’ya ulaşıp “Abi neler oluyor?” diye soruyor.
İddialara göre Yaşa’nın cevabı, “Hulusi Paşa darbe yapıyor. Memleket için inşallah hayırlı olur, dua edin,” şeklinde oluyor.
Bence en kritik cümle bu. Bütün olayları aslında konsantre edip şu tırnak içine sığdırmak mümkün.
****
Aynı saatlerde Cemaat içi haberleşme kanallarında bir dua seferberliği başlatılmıştır.
Kamp’ta da bayıltıcı derecede sıkıntılı dakikalar yaşanmaktadır.
Büyük bir endişe havası hakimdir.
Yine iddialara göre Gülen’e, Ankara’dan “Efendim, Hulusi Paşa ikna değilmiş,” gibi bir şeyler söyleniyor. O da Adil Öksüz’ü kastederek, “Bana böyle anlatmamıştı,” karşılığını veriyor.
Asırlara bedel bekleyiş anları bunlar…
O sırada İstanbul Ümraniye’deki bir eve toplanan bilişimcilerin kapısı çalınıyor.
Hava Harp Okulu Öğretim Üyesi Albay Hamdi Acar, bağlı bulunduğu komutan Kıdemli Albay Levent Özüarap’tan aldığı bir isim listesi ile bu eve gelmiştir.
Evde, daha önce Samanyolu TV ve Sürat Teknoloji A.Ş.’de çalışmış 6 sivil bilişimci vardır.
Hamdi Albay’ın listesinde de bu 6 kişinin adları yazılıdır.
Onları helikopterle Avrupa yakasına götürür.
Önce 3 mühendisi Ulus’taki TRT binasına bırakırlar, diğer 3 kişi ile de Beşiktaş’taki Vodafone Arena’ya inip İETT otobüsüyle Digitürk binasına geçerler.
İddiaya göre yayınları kesmeleri için götürülmüşlerdir.
Eski Albay Hamdi Acar ise mahkemedeki ifadesinde tam tersi bir savunma yaptı. Acar, “Levent Albay’dan Digitürk’ün yayın akışının devamının sağlanması yönünde emir aldım,” dedi.
Fakat bu mühendislerin hiçbiri bu işten anlamıyordu. Ne yayın kesebilecek ne de yayın akışının devamını sağlayacak teknik donanıma sahiplerdi (Bu arada yayın akışının devamını sağlama savunmasının absürt olduğunu söylememe gerek yok). O binalarda sabaha kadar boş yere beklediler, sabahleyin de kaçarak olay yerinden uzaklaştılar.
Bu sivillerden 3’ü daha sonra yakalandı ve tutuklandı. Yargılama sonucunda da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldılar.
Diğer 3 sivil; Ö.Ş., S.Ç. ve Çağrı müstear isimli mühendisler ise şu anda yurtdışında firari konumda.
****
Görüldüğü üzere burada bariz bir organizasyon ve koordinasyon söz konusu.
Albayların elinde bu sivillerin ismi ve adresleri vardı.
O 6 sivili Ümraniye’deki eve toplayan birileri de…
Sonra askerler gidip o adresten bu mühendisleri alıyor, TRT ve Digitürk binalarına götürüyor.
Aynı durum Ankara için de geçerli.
TRT ve TÜRKSAT yerleşkesine götürülen siviller, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Bu sivillerin de Gülen Cemaati mensubu olduğu öne sürüldü.
Yukarıda, bu davanın sanıklarından U. Ö.’nün, “İş görüşmesi için çağrıldığım evde bulunan R. G., eliyle omzunu işaret ederek ‘Amcalar ABD ile anlaşmış. Bütün komuta kademesi anlaştı. ABD ve NATO’dan izin var, müdahale olacak’ dedi,” ifadesine yer vermiştim.
İşte orada bahsedilen R.G. de Fuat müstear isimli bir mahrem imamdı ve şu an o da firari konumda.
****
Gülen Hareketi’nden birçok ismin avukatlığını yapan Murat Akkoç, 19 Aralık 2018 tarihinde attığı seri twitlerde bu konuya ilişkin şunları yazdı: “Bu davalarda müebbet hapis cezasıyla yargılanan firar bir mühendisin tarafımıza hukuki destek için ulaşması sonucunda daha önce bilgimiz olan dosyayı bizzat kendisinden dinleme fırsatımız oldu. Mühendis, İstanbul’da kendisi ve mühendis arkadaşlarının darbe gün ve saatini bilen Çağrı kod isimli kişi tarafından TUZAĞA DÜŞÜRÜLDÜKLERİNİ, kurumda yakalanmaları için her türlü şartların oluşturulduğunu, adeta BAK CEMAATTEN Sivil KİŞİLER DARBENİN İÇİNDELER görüntüsü almak için kendilerinin PLANLI bir şekilde kurumlara götürüldüklerini ifade etmektedir.”
Yani ‘Çağrı’ müstear isimli kişi darbe gün ve saatini biliyordu. Bile bile o sivilleri o eve toplamıştı.
Peki ‘Çağrı’ kimdi?
Şu ana kadar gerçek adı ortaya çıkmadı. Cemaat tarafından da hiç kimse ismini faş etmedi.
Benim ulaştığım bilgilere göre ‘Çağrı’, bu mühendislerin bağlı olduğu mahrem bilişim biriminin başındaki ‘Eşref’ müstear isimli K.O.’nun yardımcısıydı.
Devamlı okuyucular bilecektir, ben bu ‘Eşref’ ismini son 4 yıldır çeşitli aralıklarla gündeme getiriyorum.
Bugüne kadar ne kendisinden ne de başkalarından bir açıklama geldi.
Keza İstanbul’daki davada firari konumda olan diğer 3 sivil mühendis de konuşmadı.
****
Peki olayların Eşref müstear adlı K.O. ilgisi ne?
İddialara göre İstanbul’daki 6 sivili Ümraniye’deki o eve toplaması için ‘Çağrı’yı görevlendiren oydu.
İlk müstear adı Kemal olan, daha sonra Eşref olarak değiştiren K.O., 2008 başından beri o birimde görev yapıyordu.
Daha önceki bölümlerde bu birimin, Cemaat’in Deniz Kuvvetleri mahrem ünitesi altında kurulu olduğunu yazmıştım.
Eşref müstear K.O., burada uzun süre Sezai müstear isimli İsmail Kokuroğlu ve Mithat müstear isimli Özcan Aytuluner’le çalışmıştı.
Daha sonra Kokuroğlu bu birimden ayrılmasına rağmen K.O.’nun onunla görüşmeye ve talimat almaya devam ettiği öne sürülüyor.
Bir iddiaya göre, o sivillerin Ümraniye’deki evde toplanması ve isimlerinin askerlere verilmesi talimatını da Kokuroğlu’ndan aldı. Asıl bağlı bulunduğu ‘abisinin’ ise bundan haberi yoktu.
Bir başka bilgiye göre, 15 Temmuz’dan önce Eşref’in kendisinin de görevi değişmişti. Normalde bu birimle irtibatını kesmiş olması gerekiyordu ama 13 Temmuz’da söz konusu bilişimci arkadaşlarını arayarak, “Çok önemli bir hadise var, bir kamp yapmamız lazım,” dediği anlatılıyor.
İtirazlara rağmen onları, eski Sürat A.Ş. çalışanı olan ve bu davadan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılacak olan N.A.’nın Ümraniye’deki evinde topluyor.
Kendisi o eve gitmediği gibi daha sonra da yurtdışına çıkıyor.
Tıpkı Ankara’daki sivilleri organize eden Fuat müstear isimli R.G. gibi…
****
Peki İstanbul’da ve Ankara’da sivil mühendisleri darbeci askerlerle buluşturan kimdi?
Bu listeleri kim askerlere verdi?
Gülen’in bütün bunlardan bilgisi var mıydı?
Yoksa bugüne kadar bu isimlerden neden hesap sorulmadı?
Benim edindiğim bilgilere göre bu sivil mahrem imamlar; yani Eşref, Fuat ve Çağrı, “Hocaefendi’nin bilgisi dahilinde bir darbe olacak,” şeklinde bilgilendirme yapıyor.
Bu bilginin de kendilerine Kokuroğlu’ndan geldiği öne sürülüyor.
Hatta bu ekibin, yani Adil Öksüz, İsmail Kokuroğlu ve Eşref müstear K.O.’nun, sabah saat 03.00’lere kadar “Bu iş daha bitmedi,” diye mesajlar attığı bildiriliyor.
Asıl bomba iddia şu ki, Eşref, darbe girişiminden 2 gün sonra, yani 17 Temmuz Pazar günü, ekibinden birilerine, “Başarısız olduk, bir daha deneyeceğiz,” diyor.
****
Başta Eşref müstear K.O. olmak üzere adı geçen bu sivil imamları yakından tanıyanlarla konuştum.
Özetle şunları söylüyorlar: “Eşref, Çağrı ve Fuat haindir diyemeyiz ama ya onlar hain ya da onlara emri veren Sezai Abi veya Adil Öksüz hain. Çağrı, Eşref’in yardımcısıydı ve ikisi de bu işin içinde. Ancak bizim tanıdığımız kadarıyla arkadaşlarını tuzağa düşürecek, karşı tarafla anlaşıp bir darbe kumpası kuracak insanlar değiller. Normalde kötü insanlar da değiller. Eşref’e yap denilmiştir, o da yapmıştır. Sonrasında sorumluluğu alıp köşesine çekilmiştir. Konuşmuyor. Çünkü Hizmet’e ve Hocaefendi’ye zarar vermek istemiyor. Samimiyetinden şüphemiz yok. Kendi başına hareket edecek bir insan değil. Bağlılığı çok yüksek. Neyi nasıl yaptığını bilen biri. Vazife şuuru ile yapmıştır. ‘İstişare kararı ile abiler bir şeye karar vermişse bizim görevimiz yapmaktır,’ diye düşünmüştür. Buradaki sıkıntı şu; itaat kültürleri yüksek. Sus dendiği zaman susan, görev verildiği zaman yapan insanlar. Hayatta konuşmazlar. Konuş denmediği müddetçe konuşmazlar. Gerekirse tüm sorumluluğu alır, suçlamalara göğüs gererler.”
****
Onlar o gece sabah 03.00’lere kadar etraflarındakileri, “Bu iş daha bitmedi,” diye yüreklendirirken başka bir birimde, Emniyet biriminde de benzer mesajlar atılıyordu.
Daha önce de gündeme getirdim; kimi polislere, “Tabancanı al, görev yerine git. Askerlere yardımcı ol,” mesajları atılmıştı.
Bizzat bu mesajları alan eski emniyet görevlileri ile konuştum. Bazılarını Genelkurmay’ın önüne, bazılarını Emniyet İstihbarat’a, bazılarını da kendi görev yerlerine iletmek istemişler.
Bu mesajları alıp belirtilen adrese geçen de olmuş gitmeyenler de…
Hatta gitmemekte direnen bazı önemli polis müdürlerinin evlerine taksi gönderildiğini de net bir bilgi olarak paylaşabilirim.
Bunları yapanlar kim? Bizzat kendi Cemaat abileri…
Soruşturdukları zaman silsile halinde bu zincirin yukarı doğru gittiğini gördüler.
Ben bunu, dönemin “Emniyet İmamı” Kasım müstear isimli Hamza Sevinç’e de sordum. Kendisi bu konuda bilgisinin olmadığını, hiç araştırmadığını, sormadığını, peşine düşmediğini, zaten kısa bir süre sonra da görevinden ayrıldığını dile getirdi.
Asıl bu mesajlardan sorumlu olarak, o sırada “Emniyet İstihbarat İmamı” olarak Türkiye’de bulunan Kadir müstear isimli Temel Alsancak’ı işaret ediliyor.
Ona da bu soruyu sormak istedim ama kendisi görüşme talebime cevap vermedi.
Hamza Sevinç de bu konuda yorum yapmadı.
****
O gece Adil Öksüz’ün de bazı mesajlarından söz ediliyor.
“Kazan’da silahlar var, gidin alın,” şeklinde…
Bu mesajın 20 kadar sivile gittiği ve “Bunu gruplarınıza atın,” dendiği belirtiliyor.
“Ben Kazan’a doğru yola çıkmıştım, yarı yoldan döndüm,” veya “Gidiyordum, yolda çevirme vardı, devam edemedim,” diyenler var. İsimleri bende mahfuz.
Bu konuyu iyi bilen bir mahrem imam, “İyi ki de öyle olmuş. Bir iki kişi dışında zaten kimse ciddiye almamış. Eğer o arkadaşlar sağduyulu olmasalar, o siviller mesela, silahla yakalanacaklardı. İşte o zaman Cemaat tüm dünya gözünde terör örgütü olacaktı. Çünkü bu arkadaşlar sivillerdi,” değerlendirmesinde bulunuyor.
****
Bütün bunlar olurken Kamp’ta bir ölüm sessizliği vardı.
Herkes dua ediyordu.
Başka yerlerde hüngür hüngür ağlayanlar vardı.
Adeta yıkılmış olan Fethullah Gülen, çok büyük bir oyuna geldiğini düşünüyordu.
Türkiye saati ile 02.00 civarında bir yazılı açıklama yaptı:
“Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe girişimini, en güçlü ifadelerle kınıyorum. Hükümetler, güç kullanılarak değil, adil ve serbest seçimlerle değişmelidir. Türkiye, Türk halkı ve şu an Türkiye’de bulunan herkes için dua ediyorum. Bu problemin en hızlı ve barışçıl şekilde çözümlenmesini Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
Son 50 yıldır yaşanan her askeri darbenin çilesini çekmiş biri olarak, böyle bir girişimle ilişkilendirilmek onur kırıcı. Bu tip iftiraları koşulsuz bir şekilde reddediyorum.”
****
Ama iş işten geçmişti.
Olay çoktan Cemaat’in üzerine yapışmıştı bile…
Sabahın ilk saatleri ile birlikte gözaltı ve tutuklama furyası başlayacaktı.
Minareler, tarihin göreceği en büyük kitle kıyımlarından birine çağrının habercisi gibiydi.
Öyle de oldu…
Süreç 5 yıldır vahşi bir şekilde devam ediyor…
Gülen, 5 yıldır suskun.
“Hepsi benim yüzümden,” diye kendisini suçladığı ve çok büyük bir vicdan azabı yaşadığı anlatılıyor.
Öte yandan bu işte sorumluluğu olan hiç kimse de hesap vermiş değil.
Mesela Mehmet Değerli ile irtibatlı hiç kimse Kamp’tan uzaklaştırılmadı. Hatta bazıları halen onunla görüşmeye devam ediyor.
Tıpkı Adil Öksüz’le irtibatını devam ettirenler gibi…
Olan yüzbinlerce masum insana oldu.
-DEVAM EDECEK-
“Hepsi benim yüzümden,” diye kendisini suçladığı ve çok büyük bir vicdan azabı yaşadığı anlatılıyor.
Hiç güleceğim yoktu adam Bal-yok diye dalga geçiyor çayını höpürdetiyor çay artığını enes kanter’e veriyor. bu nasıl takiyedir utanmasa en çok ben üzülüyorum diyecek. kadınlar bebekler hapislerde çürüyor kanserden insanlar kırıldı ölüyor 1 tanesi de biz yaptık bu haltı demedi oradan izliyorlar öyle hatta eleştirenlere sövüyorlar 5 yıldır bu gerçeklere rağmen Cevheri güven adem yavuz arslan said sefa tr724 vs. neden tek kelime etmez. tam tersi soru sorunca hain ham yolda kalmış diyorlar bu nasıl bir vicdansızlıktır
Gülen kendini kandırılmış hissetmişmiş, hulusi katılmadı diye adam kandırılmış hissediyor başarısız oldukları için yoksa tabi ki cemaate yapayacaklar darbeyi yapan bunlar çünkü gülen de sözlü açıklamayı 8 saat sonra yaptı erdoğan’dan, sizin attığınız yazılı açıklaması dandik bir sitede kimsenin okumadığı bir açıklama allah bilir gülenin bile haberi yoktu biri insiyatif alıp metni yazıp atmıştır sessizlik yarın kötü olcak diye yoksa gülen’in ilk kamera karşısına geçip açıklama yapması sabah darbe bitince.
Bu mahrem abilerin hepsi namert, korkak, hala hizmete zarar gelmesinmiş taban öldü ölüyor bunlar hala susuyor sadece kendilerini düşünen çıkarcı bunlar, abd ile ne pazarlık yapıyorlarsa yapmışlar sattıysa abd satmış darbeyle ilgili. senin ne işin var darbeyle abd ile ama yok ilahiyatçı abiler devlet yönetecek onlara generaller bile selam verir onlar kutsiler
“Hulusi”
14 Mayıs 2016. Selçuk Bayraktar evleniyor. Sümeyye Erdoğan ile.
Hulusi Akar nikah şahidi. Çukurca’da 8 şehidimiz var. Hulusi Akar nikah şahidi. Erdoğan’ın kızının.
Diyorsunuz ki, Okyanus Ötesinde birileri “Hulusi” beklentisinde. Belki retrsopektif baktığımdan öyle görünüyor, ama garip bir beklenti. Çok garip…
Benim şehidim var, katılamam demiyor. Daha nasıl göstersin tarafını?
*******
Yazı dizisi başladığında ülkeye ihanet edenlerin, yani cemaati bu işe sürükleyen, cemaatin içerisindeki çetenin kim olduğunu merak ediyordum.
Şimdi düşünüyorum, bu cemaatin kadrolarını (o kaz kafalıları!) bu ülkeden temizlemenin tek yolu sanki “kontrollü yangın” çıkartmaktı. Evet, birileri yanacaktı ama daha çok insan kurtulacaktı. O cemaat kadrolarının yarattığı adeletsizliklere izin verilemeyecekti. Hukuksuz toplum öker. Eninde sonunda hesabı görülecekti. Bu yazdığıma cemaat çevresi belki halen bir halusinasyon görerek “Balyoz” vs. diyecek. Ama 2003’te olmayan calibri fontuyla yazılmış dijital dokumanların yarattığı adeletsizliğin hesabı illa ki görülecekti…
Yani, artık cemaat içerisinde bu kumpası yapanlar ülkeye ihanet mi etti çok da emin değilim. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz. Aslında cemaatin bu kadrolaşması, bu kuşatması ülkeye ihanetti. Onun temizlenmesinin tek yolu belli ki buydu.
*****
Şimdi gene benzer bir süreç işliyor. Cemaatin mallarına çökenler, onların kadrolarına yerleşenler Tügva-Türgev vs. haberleriyle sanırım ileri tarihte yapılacak olan bir operasyon için hedefe konulmuş durumda. Cemaate yakın olanlar bundan hiç rahatsız değil. Neden olsunlar ki? “Onlar” elleri kanlı, çökmüş olanlar. Ne olursa olsun onlara diye düşünüyorlar gördüğüm kadarıyla…
Son beş senede cemaatçi olmayanların ekseriyeti de zaten cemaat kadrolarına yapılanlara karşı aynen böyle düşünüyordu.
******
Çok mu karışık geliyor yazdıklarım?
Ülke karışık. İyi-kötü hepsi birbirine karışmış. “İlk taşı atana” gidecek olursak Adem-Havva çıkar karşımıza.
Demem o ki ne cemaate ihanet edip 15 Temmuz’a giden yola onu sürükleyen, ne cemaati inşa eden, ne onu devlete yerleştiren, ne bunları araştırıp yazan, ne okuyan, ne destekleyen, ne eleştiren….
Hiçbiri farklı değil bir ötekinden.
Fark bu andan sonra ortaya çıkacak sadece. Bugünden sonra…
Kendi yargılarını başkalarına dayatan, ya da onlarla sadece kendi hayatına yol vermeye çalışanlar arasında…
Sevgiler